.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2023 Salı

Gelişmiş batı ülkeleri ile geri kalmış ülkelerin ortaklığının sonuçları

 Tavuk, çayırda otlayan ineğe gitmiş:

“Merhaba inek hanım!”

İnek, tavuğun kendisine, merhaba demesini yadırgamış:

“Hayrola?”

Tavuk:

“Size, ortaklık teklif etsem, ne dersiniz?”

İnek, ne kadar inek olsa da, bir işi reddedecek kadar aptal olmadığından sormuş:

“Söyle bakalım, ne işi bu?”

“Sizinle sucuklu yumurta yapalım, insanlar sucuklu yumurtaya bayılır!”

İneğin aklı yatmış, tamam demiş.

Bunun üzerine tavuk ortaklık şartlarını sıralamış:

“Bana münasip bir yerde folluk gösterin, gidip yumurtalarımı folluğa doldurayım!”

Birkaç gün sonra, tavuk, bir küfe yumurtayla çıkagelmiş.

İnek çok memnun olmuş.

Yalnız tavuğun yanındaki eli bıçaklı adamı merak edip sormuş:

“Ortak, bu adam kim?

Tavuk cevap vermiş:

“Kasap, sucuklu yumurta için... Seni kesecek, sucuk yapacak, benim de yumurtalarım var, ortaklık tamam!”

İnek olayın özünü o anda anlamış.

Endişeli bir şekilde mırıldanmış:

“Bu ortaklık benim canıma mal olacak galiba!”

Tavuk cevap vermiş:

“Hiç mızıkçılık yapmayın.

Anlaşmanın şartları çok açık.

Ben ortak olarak üzerime düşen görevi yaptım.

Şimdi sana düşen görevi yapma sırası geldi.

Amacımız, insanlara bol, lezzetli ve şişmanlatmayan sucuklu yumurta yedirmek, değim mi?

Hadi, lütfen kendinizi kasaba teslim edin!”

Not: Horoz, gelişmiş Batı ülkelerini, inek ise geri kalmış ülkeleri temsil etmektedir.

23 Ekim 2023 Pazartesi

İsrail Gazze'ye ne zaman kara harekatı düzenleyecek?

 Israil'in önünde bir Lübnan'da Hamas ile çatışma tecrübesi var.

O tecrübe ki akademik ve askeri çevrelerde "hibrit savaş" diye yeni bir kavramın ortaya çıkmasına sebep oldu.

Eğer Hamas ile yaşadığına benzer bir tecrübe daha yasarsa güçlü İsrail ordusu efsanesi yıkılır.

Bu yüzden iyice hazırlanmadan ve başarıdan emin olmadan bir kara harekâtına girişmeyecektir.

Bu sebeple günlerdir havadan ve karadan bombardımanlarla Gazze'yi ateş baskısı altında tutmaktadır.

Hedef iyice yumuşadığında yada İsrail böyle olduğuna inandığında bir kara harekatı beklemek uygun olur.

Bu yarın da olabilir.

Hiç gerçekleşmeyebilir de.

Hemen dünya savaşı çıkaranlara itibar etmemek lazım.


8 Ekim 2023 Pazar

İsrail-Hamas Savaşında Ne Yapmalı

 Sosyal medyada Filistin'e müdahale edelim ve asker gönderelim filan diyenler var.

Bence bu mümkün değil.

Farz edelim askeri yardım yapmaya karar verdik, buna İsrail'den çok Araplar karşı çıkar.

Bizi isteselerdi Haziran 1916'da İngilizlerle birlik olup bölgeden çıkarmazlardı.

Araplar İngiliz'e, Fransız'a, Amerika'ya ve hatta İsrail'e bile razı olur ama bizi istemez.

Yaser Arafat, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile kankaydı ve bizim aleyhimizdeydi.

HAMAS lideri, Karabağ ve 1915 iddiaları konusunda Ermenileri destekliyordu.

Doğu Türkistan'da ise Çin asimilasyon/soykırım projesini destekliyordu.

Ama Filistin'in başı sıkışınca nedense en çok biz bağırıp çağırıyoruz.

Bu kadar karşılıksız aşk yeter.

Hem, birine saldıracak gücü olanın kendini savunacak gücü de vardır herhalde.

Saldırırken bize sormadıklarına göre kendilerini yeterince güçlü hissediyor olmalılar.

Bu durumda yapılması gereken şey, Türkiye'nin ali çıkarlarını en önde tutmaktır.

Arap çöllerinde yeterince Mehmetçik kaybettik biz.

Haçlıları durdurduk zamanında, Araplar bu sayede yok olmadı.

1914-18 arasında İngilizlere karşı durduk.

Araplar onlarla bir olup bize saldırmalarına rağmen İslamin kutsal topraklarını son nefesimize kadar savunduk.

Biz peygamberimizin mezarının bulunduğu şehre düşman ayağı değdirmeyiz diye çekirge yiyerek savaşırken bize saldıran düşmanın on saflarında Araplar vardı.

Çünkü din kardeşliği gibi bir dertleri yoktu.

Dertleri bizden ayrılmaktı.

Ayrıldılar da.

Simdi de kendi problemlerini kendileri çözsünler.

Öte yandan daha bir yıl önce birçok Arap devleti Yahudilerle akraba olduklarını söyleyerek bize karşı işbirliği anlaşmaları imzalıyorlardı.

Madem akrabalar, aile kavgasında yabancıların araya girmesi uygun değildir.

Barış çağrısı yapalım diğer devletler gibi.

İtidal tavsiye edelim.

Sivillerin öldürülmesini kınayalım.

Ama kendimizin başlatmadığı bir savaşa müdahil olmayalım.

14 Eylül 2023 Perşembe

Elalem bizimle dalga geçiyor maalesef.

 Yok dünya devleti olduk, yok dünya bizi kıskanıyor derken gerçekte geldiğimiz nokta bu: 

Dünya bizimle dalga geçiyor. 

Eğleniyor.

Biraz önce sosyal medyada gördüğüm bir paylaşımı aşağıda dikkatinize sunuyorum. 

Dışarıdan Türkiye böyle görünüyor.

Fazla söze gerek yok.

Olur da resmi okunamaz diye paylaşımın Türkçesini yazıyorum:

"Türk şakası:

Bir mahkum hapishane kütüphanesine BİR kitabı ödünç almaya gider.

Kütüphaneci şöyle der:

Sorduğunuz kitap elimizde yok ama yazarı var."



20 Ağustos 2023 Pazar

Birinci Dünya Savaşı sırasında isyan eden Arapların Türk nefreti

 Lawrence'in anılarında da açıkça görüldüğü gibi Araplar, Türklerden aşırı derecede nefret ediyorlardı.

Bunu, Faysal'ın yanına gelip ona tabi olduğunu söyleyen aşiretlerinin biat törenlerinde söylediklerinden anlamak mümkündür. 

Bu törenlerde Faysal, kendisine yeni katılanlara, ellerinin arasındaki Kur'an üzerine "O beklerken bekleyeceklerine, yürürken yürüyeceklerine ve hiçbir Türk'e itaat etmeyeceklerine ama nereli olursa olsun Arapça konuşan herkese iyi davranacaklarına ve Arapların bağımsızlığını can, aile ve maldan üstün tutacaklarına" yenin ettiriyordu.

Ona biat edenler de ondan geri kalmıyorlardı.

Türklerden nefret ettiklerini bazen kendilerine zarar verecek kadar saçma bir şekilde ve aşırıya kaçarak ifade ediyorlardı.

Örneğin, bir Arap aşireti reisi olan Avde, biat töreninden sonra Faysal'ın çadırında oturup Lawrence'nin de bulunduğu çok sayıda Arap ileri gelenlerinin konuşmalarını dinlerken birden "Allah muhafaza!" diyerek ayağa kalkmış ve hızla çadırdan dışarı çıkmış.

Kısa süre sonra da dışarıdan çekiç sesi gelince çadırdakiler merak edip dışarı çıkmışlar.

Avde'nin ağzındaki takma dişleri sökerek bir kayanın üzerine koyduğunu ve bir taşla vurarak parçaladığını görmüşler.

Ne yaptığını sorunca Avde şöyle cevap vermiş:

"Unutmuştu ama şimdi hatırladım. B dişleri bana Şam'da Cemal Paşa yaptırtmıştı. Rabbimin verdiği ekmeği, Türk'ün dişiyle yiyemem."

Faysal, iki yıl boyunca her bölgeden farklı kabileleri birleştirerek Türklere karşı savaşmak için tek bir gaye etrafında toplamak için elinden gelen her şeyi yaptı.

Faysal gibi onunla beraber hareket eden Araplar, sadece Osmanlı İmparatorluğu'na karşı isyan etmiyorlardı.

Türklerden de ölesiye nefret ediyorlardı.

Türklere karşı nefretleri, sadece din kardeşleri değil halifenin ordusunu da mensup olan Türk askerlerini arkadan vurmalarına değil çok caniyane katliamlar yapmalarına da sebep oluyordu.

Faysal ve Araplar bunu yaparken, yanındaki danışmanları Lawrence gibi Hristiyan İngiliz subaylarıydı.

Nereye, ne zaman ve nasıl saldıracaklarını bu Hristiyan subaylar belirliyordu.

Silah, teçhizat, malzeme ve hatta para da İngilizlerce sağlanıyordu.

Onlar zor durumda kaldıklarında biz yüzyıllarca onları koruyup kolladık.

Haçlılara ve Moğollara karşı savaşarak yok olup gitmelerini önledik.

Günümüzde de halen "din kardeşlerimiz" diye Filistin dahil her yerdeki dertlerine üzülüyoruz.

Her türlü yardımı yapmaya çalışıyoruz.

Ülkelerinde savaş çıkınca kaçıp gelenleri muhacir diye sorgusuz sualsiz ülkemize alıyor ve yıllarca bakıyoruz.

Ama Araplar, biz 1. Dünya Savaşı'nda zor durumdayken aynı dinden olduğumuzu hiç umursamadan Hristiyan İngilizleri kedilerine kardeş bellediler.

Sadece o zaman da değil.

Daha birkaç yıl önce, yıllardır Filistin'de Müslüman Arapları katlediyor diye nefret ettiğimiz Yahudilerle, biz Hz. İbrahim ortak dedemiz sebebiyle akrabayız diyerek bize karşı ittifak kurmaktan çekinmediler.

Araplar için biz ümmet değiliz.

Daha doğrusu ümmet Arapların umurunda değil.

Onların umurunda olan millet, Arap milleti.

Peki ama Araplar milliyetçilik yaparken biz niye ümmet deyip duruyoruz?

6 Mart 2022 Pazar

Putin'in stratejisi.

 Rusya'nın tarih boyunca uyguladığı emperyalist stratejiye baktığımızda Putin'in de ayni stratejiyi uyguladığını söylemek mümkün.

Önce Kafkasya'da taarruzla Gürcistan sorununu kendince halletti.

Karabağ savaşındaki tavrı ile batıya fazla yaklaşan Ermenistan'ı yola soktu.

İktidarı kaybetme pahasına Rus ordusunu ülkesinden çıkaran Elçibey'in bu kazanımını da ekarte etti.

Azerbaycan toprağı olan Karabağ'a Rus ordusu yerleşti.

Aliyev, Moskova'ya gidip dostluk anlaşması imzalayarak Rusya'nın patronluğunu onayladı.

Şimdi batıya dönen Putin, Ukrayna'da istediğini alırsa sırada Kazakistan var.

Çünkü çarlık Rusya'sı da öyle yapmıştı.

Hangisi daha iyi devlet başkanı: İstihbaratçı Putin mi, komedyen Zelenski mi?

 Herkes Zelenski ve Putin'i karşılaştırırken birinin komedyen bir aktör, diğerinin istihbarat kökenli profesyonel bir yönetici olduğuna vurgu yapıp Putin'in yönetici olarak daha yetkin olduğunu iddia ediyor.

Ama 1981-1989 yılları arasındaki ABD başkanı Ronald Reagan da bir aktördü.

Kovboy filmleri çeviren çok da meşhur olmayan biriydi.

Aynı dönemdeki Sovyetler Birliği başkanları ise ya istihbarat örgütü veya komünist parti kökenli profesyonel yöneticilerdi.

Buna rağmen Reagan uyguladığı politikalarla Sovyetlerin tükenmesine, tıkanmasına ve yıkılmasına sebep oldu.

Reagan'a göre çok daha başarılı bir aktör olan Zelenski de Putin'in ve rejiminin yıkılmasına sebep olursa şaşırmam.

Nitekim adam sadece Reagan'dan daha başarılı bir aktör değil, kimsenin beklemediği kadar iyi, hatta Reagan'dan bile iyi bir performans gösteriyor.

Peşin hükümlü yorumlar yapıp komedyen diye adamı aşağılamamak lazım.

Gelecek ne gösterir bekleyip görmek lazım.

Putin ve Zelenski'nin liderlik özellikleri.

 Savaş başladığından beri Putin ve Zelenski'nin liderlik özelliklerini anlamaya ve karşılaştırmaya çalışıyorum. Gördüğüm kadarıyla Putin ülkenin dizginlerini elinde tutan otoriter ve biraz da askeri özellikler taşıyan bir liderlik sergiliyor. Son ve tek karar mercii kendisi. Bakanları karargah subayları gibi. Putin'in bildirdiği ana fikir çerçevesinde ve bu fikre uygun olarak çalışıp teklifte bulunuyorlar. Çözüm önerileri Putin'in ana fikri ile uyumlu değilse, en son istihbarat teşkilatının televizyon kameraları karşısında maruz kaldığı gibi fırça yiyorlar. Yani karar ve hal tarzları üzerinde büyük bir etkileri yok. Putin onların fikirlerini alıyormuş gibi yapıp aslında kendisinin en başta aldığı kararları teyit ettirdikten sonra hepsine emirlerini ve oynayacakları rolleri veriyor. Onlar da buna göre rol kesiyorlar. Bu sebeple Rusya'da kamera karşısına çıkıp konuşanlar çoğunlukla bakanlar oluyor.

Putin ise otoriter liderliğin de gereği olarak çok sık kendini göstermiyor.

Sadece çok önemli konularda zaman zaman kameralar karşısına geçip açıklamalar yapıyor.

Bu açıklamalar da askeri birliklerdeki komutanların konuşmaları gibi; kararlı, kesin ve buyurucu oluyor.

Ukrayna'da ise durum tam tersi.

Anladığım kadarıyla bürokratlar detaylı şekilde çalışıp bakanlarla birlikte uygulanacak politikaları, stratejileri ve taktikleri belirliyor.

Muhtemelen kararlar ana hatları ile belirlenince Zelenski'ye sunulup fikri alınıyor.

Aktör olduğundan, yani askeri ve devlet yönetimi ile ilgili konularda pek fazla bilgisi olmadığı için küçük bazı düzeltmeler dışında bu kararlara fazla müdahale etmediğini söylemek mümkün.

Kararlar netleşip Zelenski'ye onaylatılınca herkes işine bakıyor.

Uygulanan politikaların, strateji ve taktiklerin kamuoyuna yansıtılması için rol kesme işi de Zelenski'ye veriliyor.

Bu sebeple Ukraynalı bakanlar nadiren kameralar karşısında açıklama yaparken Zelenski her gün kameralar karşısında açıklama yapıyor.

Aktör olduğundan ve kameralara alışık olduğundan iyi de rol kesiyor.

Bu değerlendirmeler çerçevesinde Putin ve Zelenski'nin liderliğini ve kararlarını karşılaştıracak olursak; Rusya'da alınan kararların tek kişinin düşünceleri çerçevesinde alındığını Ukrayna'da ise sürecin daha demokratik, daha kolektif işlediği ve kararların alınması üzerinde profesyonellerin değerlendirmelerinin daha etkili olduğu söylenebilir.

Otoriter ve tek kişinin karar aldığı sistemlerin avantajı kararların hızla alınıp hızla uygulanabilmesidir.

Bu sistemin zafiyeti, bir kişinin karar alırken hata yapma olasılığının daha yüksek olması ve alınan kararların liderden korkulduğu kadar icra edilmesi, yani sahiplenilmemesi sebebiyle inançla icra edilememesidir.

Demokratik liderliğin avantajı ise kararların alt yapısının aşağıdan yukarıya doğru profesyonellerin ve alt kadroların katılımıyla oluşması, liderin koordinatör ve onay makamı olarak görev yapması sebebiyle daha doğru kararlar alınabilmesidir.

Ayrıca kolektif alınan kararlar herkes tarafından benimsendiğinden inançla ve sonuna kadar uygulanabilmektedir.

Bu sistemin en önemli zafiyeti ise karar alma sürecinin biraz uzun sürmesidir.

Bu sebeple ani kararlar almak gereken kriz anlarında sorunlar yaşanabilmektedir.




Avrupa ırkçıysa Araplar ne, biz neyiz?

 Suriyelileri almamak için her türlü taklayı atarken kendi kültürlerine yakın diye Ukraynalıları almakta sorun çıkarmayan Avrupa ülkelerini ben dahil birçok kişi eleştiriyor.

Avrupalıların ırkçılık, en azından kültürel ırkçılık yaptığı iddia ediliyor.

Çünkü Avrupalılar Ukraynalıları kendi kültürlerinden sarışın ve mavi gözlü insanlar oldukları için aldıklarını söylemekten çekinmiyor.

Ama biraz durup düşününce insanın aklına başka şeyler geliyor.

Avrupalıların kendi kültürlerinden olmayan kara derili veya en azından sarışın ve mavi gözlü olmayan Suriyelileri almaması ırkçılık olarak değerlendirilebilir ama kendi kültürlerinden, kendileri gibi siyah saçlı, kahverengi gözlü ve koyu tenli olmasına rağmen Arap devletlerinin Suriyeli göçmenleri almayacaklarını daha en baştan ilan etmeleri ve Suudi Arabistan ile körfez ülkelerinin tek bir Suriyeli göçmen almamalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Sanırım alemin tek geri zekalısı biziz.

Ne dilleri, ne kültürleri ne de başka bir şeyleri bize benzemeyen milyonlarca Suriyeli göçmeni aldık.

Şimdi de Ukrayna'dan ve Rusya'dan bazı kişilerin Türkiye'ye göç ettiğine dair haberler yapılıyor.

Daha da kötüsü bunları göçmen kamplarında tutmak yerine ülkenin her yerine dağılmalarına göz yumduk.

Yani iğneyi Avrupalılara batırırken çuvaldızı Arap devletlerine ve çuvaldızdan daha büyük ne varsa onu da kendimize batırmak gerekmiyor mu?

2 Mart 2022 Çarşamba

Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türkiye için.

 Beni bilen bilir. Emperyalizme karşıyımdır. Ama bu konuda, emperyalizme karşı olduğunu söyleyen bazı kişilerden farklı olduğumu da söylemeden geçemeyeceğim. Emperyalizme karşı olduğunu söyleyenlerden çoğu, ABD emperyalizmine karşılar, emperyalizme değil. Muhtemelen emperyalizm deyince akıllarına sadece ABD, belki biraz da Batı Avrupa'nın büyük devletleri geliyor. Ben emperyalist ayrımı yapmıyorum. ABD ve Batı Avrupa devletleri kadar Rusya ve Çin'i de emperyalist devlet olarak görüyorum ve hepsinin canı cehenneme diyorum. Ülkenin tek politikasının Atatürk'ün de uyguladığı tam bağımsızlık olması gerektiğini düşünüyorum. Bu kadar lafı niye ettim? Ukrayna-Rusya savaşı çıkınca ABD'yi emperyalist görüp de Rusya'ya toz konduramayan bazı kişiler yine; "Rusya bize Kurtuluş Savaşı'nda şöyle yardım etti, böyle yardım etti" diye hikaye anlatmaya başladılar. Rusya bizim dostumuz, en zor zamanımızda yanımızda oldu demeye getiriyorlar. Oysa bu iddiada bazı büyük yanlışlar ve eksikler var. Örneğin Rusya 1914-1918 yılları arasında bize var gücü ile saldırdı. Neredeyse Sivas'a kadar Anadolu'nun doğu kesiminin tamamını işgal etti. Ermenileri silahlandırarak milyonlarca insanımızı katlettirdi veya yarı aç yarı tok, yalınayak başı kabak batıya göç etmesine sebep oldu. 1919'da batıya göçen ve açlıktan kırılan nüfus 1.000.000 kişiydi. Bundan neden bahsetmiyorlar? Üstelik 1919-1922 yılları arasında bize yardım eden Rusya değil Sovyetler Birliği idi. Yani çeşitli milletlerin kurduğu Bolşevik devletlerin birleşmesinden oluşan enternasyonalist bir rejim idi. Onlar da şartların zorlamasıyla ve kendi çıkarları için yaptılar bu yardımları. Eğer Anadolu'da bir milli hareket gelişirse Yunan, Ermeni, İngiliz ve Fransızlar, Bolşevik rejimi doğmadan yok etmek için yeterince asker gönderemeyeceklerdi. 1919'da Bolşevikler İngiliz, Fransız, Amerikalı ve Japonlar tarafından üç yandan saldırıya uğramışlardı. Mondros Mütarekesi sonrasında (1919 başlarında) Fransız ve Yunan birlikleri de Kırım'a da çıktılar. Bu gün Ukrayna-Rusya savaşının meydana geldiği bölgelerde Beyaz Rus generali Wrangel ile birlikte Bolşeviklere saldırdılar. Bolşevikler iç ve dış saldırılar sebebiyle yok olmanın eşiğine gelmişlerdi. Aynı bölgeden ve Kafkasya'dan yeni birlikleri gelmemesi onlar için hayati öneme sahipti. Yani Bolşevik Rusya'nın emniyeti ve yaşaması Anadolu'daki bağımsızlık hareketinin başarısına da bağlıydı. Bu yüzden bize yardım ettiler. O kadar büyütülecek kadar da değildi bu yardım. Çünkü zaten kendilerine de silah ve para lazımdı. Üstelik samimi bir dostluktan da kaynaklanmıyordu. Konjonktürel idi. Nitekim, 2. Dünya Savaşı sonrasında kendilerini yeterince güçlü ve emniyette hissedince Bolşeviklerin yaptıkları ilk şey bizden Erzurum'a kadar Doğu Anadolu topraklarını ve boğazlarda üs kurma hakkını istemek oldu. Sadece bu kadar da değil. Osmanlı ömrü boyunca en çok iki devletle savaştı ve yıkılmasına da bu iki devlet sebep oldu. Bunlardan biri Avusturya, diğeri ise Rusya idi. Biz Ruslarla ilk savaşımızı (daha önceki birkaç küçük çatışma hariç) 1560'larda Astarhan'da yaptık ve o tarihten sonra Osmanlı yıkılana kadar sürekli olarak savaştık. Bu savaşların tamamına yakınında mütecaviz taraf Ruslardı. Osmanlı'yı bütün balkanlardan, Karadeniz kuzeyinden ve Kafkaslardan (büyük katliam ve sürgünlerle nüfus yapısını da değiştiren) çıkaran Ruslardı. Balkan savaşını kışkırtan ve Avrupa kıtasından atılmamızı sağlayan da Ruslardı. Şimdi bunları söyleyince tarihi düşmanlık için kullanıp Ruslarla düşmanlık yaratalım dediğimi zannetmeyin. Ama 350 sene bize saldırdıkları halde, sadece 1919-1921 yılları arasında kendi güney kanatlarını savunalım diye verdikleri üç-beş top ve tüfek ile Orta Asya'daki Türklerden topladıkları paraları verdiler diye de Rus seviciliğinin alemi yok. Ayrıca ABD'nin kucağına oturmayalım diye gidip Rusya'nın veya Çin'in kucağına oturmak da bana pek mantıklı gelmiyor. Oturduğun şey aynı ise kime ait olduğunun bir önemi yok. Ama Avrasyacılık saçmalığı ortaya çıktıktan sonra maalesef Osmanlının yıkılma dönemindeki devlet görevlileri gibi bölündük. Onlar da kimisi İngilizci, kimisi Fransızcı, kimisi Rusçu idi. Milli Mücadele'de de İngiliz Muhipleri ve Amerikan mandacısı Wilson Prensipçileri vardı. Hatta İtalyan seviciler bile mevcuttu ama sayıları diğerlerine göre daha azdı. Atatürk Nutuk'ta bu kişileri uzun uzun anlatıp eleştirir. Bundan sonra da kendi fikrini açıklar: Ya istiklal, ya ölüm. Ayrıca tam bağımsızlık der, hakimiyet-i milliye der, irade-i milliye der, Misak-ı Milli der. Ben de onun gibi düşünüyorum. "Ne Amerika, Ne Rusya, Ne Çin, Her Şey Tam Bağımsız Türkiye İçin" diyorum. Ne Atlantik, ne Avrasya merkezli düşünüyorum. Anadolu'dan başka bir merkez filan da kabul etmiyorum. Eğer birileri bir birlik kurmak istiyorsa, gelip bizim etrafımızda, Anadolu'yu merkez alarak toplansınlar. Bu saatten sonra nhiç kimsenin uydusu olacak halimiz yok.

28 Ocak 2022 Cuma

2022 yılı kötü geçecek gibi görünüyor.

 2022, 2021'den daha kotu geçecek gibi.

Baharda Ukrayna'da ne olacaksa olacak.

Top Rusya'da.

Rusya'nın caydırıcılık ve zorlama konseptleriyle yaptığı hamleye Bati ve NATO ayni konseptle cevap verdi.

Hamle sırası Rusya'da.

Rusya şimdilik 1-0 önde.

Çünkü Ukrayna krizi Belarus ve Suriye krizini gündemden düşürdü.

Kafkasya'da da Rusya Batı'ya kayan Ermenistan'ı Karabağ savaşında destek vermeyerek cezalandırdı.

Bu sayede ayrıca, Elçibey'in ülkeden çıkardığı Rus ordusu Karabağ'da yeniden Azerbaycan topraklarına girdi.

Suriye'de, Rusya yerini sonsuza dek garantiledi.

Çünkü rejim hayatta kalmak için tamamen Rusya'ya bağlı.

Rusya Ukrayna'da saldırgan bir tutum uygulamaya karar vermezse baharda Libya'yı karıştırarak krizi topraklarından uzak bir noktaya taşımaya çalışabilir.

Dünya genel bir gerginlik içinde.

2. Dünya Savaşı öncesi gibi enflasyon tüm dünyada arttı ve otoriterlik yaygınlaştı.

İnşallah genel bir savaş çıkmaz.

Rusya-Batı çatışması kimin işine yarar?

 Roma ve Doğu Roma yüzyıllarca Iran ve Ortadoğu imparatorlukları ile savaştı.

Bunun sonucunda Anadolu harabeye dondu.

Nüfus azaldı.

Bu mücadele Romalıların, İranlıların ve Arapların gücünü tükenme noktasına getirdi.

Böylece Anadolu-İran ve Ortadoğu'da büyük bir boşluk oluştu.

Bu boşluğu doğudan gelen organize olmuş dinamik bir toplum yapısına sahip Türkler doldurdu.

Bundan sonra tarihi yüzyıllarca Türkler şekillendirdi.

Ayni senaryo bugün de gerçekleşiyor gibi.

Rusya, Ukrayna ve Belarus'ta Bati ile didişiyor.

Bir savaş çıkarsa, oluşacak boşluğu Çin dolduracak.

1 Haziran 2020 Pazartesi

Amerika'daki Karışıklıkların Sonu Ne Olur?

Amerika'daki olaylar yıllar suren bir birikimin sonucu. 
Ama neden şimdi patlak verdi? 
Sanırım Corona'nın sebep olduğu ekonomik çöküntü ve kısıtlamaların yaratageldiği stres yüzünden. 
Peki bu olaylar ABD'nin geleceğini etkiler mi? 
Yani bir devrime sebep olur mu? 
Sanmam. 
Elbette bazı şeyleri değiştirir ama bu değişim köklü olmaz. 
Çünkü gördüğüm kadarıyla olaylar örgütlü değil. 
Bir ideolojileri yok. 
Daha da önemlisi bir stratejileri yok. 
Lenin gibi oportünist bir dahi çıkmazsa bu olaylar ABD'nin gazini almaktan başka bir işe yaramaz. 
Bir süre her yeri harap ettikten sonra kendiliğinden ortadan kalkar. 
Zaten isyan ideolojik olmaktan çok çapulculuk gibi görünüyor. İsyancılar rejimin kalelerinden çok dükkanlara sildiriyorlar. 
Yağma çoğu isyancının temel amacı gibi. 
Buyuk firmalara tepki olayı da söylemden ibaret. 
Bu firmalara tepkisi olan mağazaları yakar. 
Ama isyancılar mağazaları soyuyor. 
Lüks tüketim mallarını arabasına dolduran olay yerinden hızla uzaklaşıyor.

12 Aralık 2017 Salı

NATO'da Toplantı ve Tatbikatlar



(Bu yazıyı daha önce yayımlamıştım. Ancak nasıl olduysa yazı blogda bozulmuş. Blogu kontrol ederken yazının görünmediğini fark ettim. Onun için yeniden yayımlıyorum.) Son günlerde hem basında, hem siyaset dünyasında ve hem de sosyal medyada herkes NATO hakkında bir şeyler söylüyor. Çünkü Norveç'te oldukça can sıkıcı ve mutlaka hesabı sorulması gereken bir olay yaşandı. Madem konuyu bilen veya bilmeyen herkes birşeyler söylüyor, ben de burada bildiğim bazı şeylerden bahsedeyim dedim.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben NATO'da hiç çalışmadım. Ancak 2008-2010 yılları arasında Londra'da görev yaparken, Londra'nın hemen dışındaki Nato üssü ile Londra'ya araba ile iki saat mesafede bulunan diğer NATO üslerine giderek bazı sosyal faaliyetlere, inceleme gezilerine ve toplantılara katıldım. Londra'ya yakın olan üste iki denizci Türk subayı görev yapıyordu. Bu subaylarla ailece de görüşüyorduk. Kuzey'deki üste ise bir karacı binbaşı bir yıl süreyle görev yaptı ama mesafe oldukça fazla olduğundan onunla ancak birkaç defa görüşebildim. Bu arada birçok yabancı subay ve sivil NATO çalışanıyla da sohbet etme imkanım oldu.

Öncelikle NATO'da çalışan subaylarla yaptığım görüşmeler ve sohbetlerde NATO hakkında söylediklerinden kısaca bahsedeyim. Türk ve yabancı subayların çoğunun, kendi aralarında eğlenmek için de olsa, NATO hakkında küçümseyici bazı söylemleri var. Örneğin NATO kelimesinin North Atlantic Treaty Organization (Kuzey Atlantik Antlaşması Organizasyonu, Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı veya Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olarak tercüme edilebilir) olan açılımı hakkında bazı komik ve aynı zamanda küçümseyici açılımlar uyduruyorlar.

Bu uydurma açılımlardan aklımda kalanlardan biri ''No Action Talk Only'', yani ''Eylem Yok Sadece Konuş'' açılımıdır. Bununla, NATO ''hiçbir şey yapmayan ama sürekli konuşup duran bir örgüt'' demek istiyorlardı. Aklımda kalan diğer bir kısaltma ise ''North Atlantic Travel Organization'', yani ''Kuzey Atlantik Seyahat Organizasyonu'' dur. Bununla da NATO'nun, çalışanlarının sürekli olarak ülkeler ve kıtalar arasında seyahatler yaptığı ama işe yarar hiçbir şey yapmadığı bir örgüt olduğu ima ediliyordu.

Bu açılımlar, size manasız gelebilir ama Türk ve yabancı NATO çalışanı subaylar bu tür kısaltmalara kahkahalarla gülüyor ve gördüğüm kadarıyla NATO'yu bu şekilde küçümserken oldukça eğleniyorlardı.

Bu iki açılımın nereden çıktığını merak edip sohbet arasında bazı NATO çalışanlarına  sordum. Söylediklerine göre No Action Talk Only açılımı, NATO'nun sürekli olarak gerekli veya gereksiz bazı tatbikatlar yapması ama dünya üzerindeki (Bosna'da olduğu gibi) bir çok soruna ya müdahale etmemesi veya çok geç müdahale etmesini eleştirmek için uydurulmuş.

North Atlantic Travel Organization kısaltması ise NATO'nun sürekli olarak toplantılar yapması ve bu toplantılara hemen her yerdeki NATO üslerinden çalışanların katılmasından kaynaklanıyormuş. Örneğin Belçika/Mons'ta DAEŞ hakkında bir toplantı yapılınca bütün Avrupa'ya yayılmış NATO üslerinden ilgili şubelerde çalışanlar bu toplantıya katılıyormuş.

Bu sebeple NATO çalışanları sürekli olarak geziyorlarmış. Buna ben de şahidim, çünkü zaman zaman bizim NATO'da çalışan personeli bazı faaliyetlere iştirak etmeleri veya bir yerde bir şeyler yeyip sohbet etmek için davet ettiğimde çoğu zaman Londra ve hatta İngiltere dışında olduklarını söylüyorlardı. Herhangi bir toplantı veya iş sebebiyle çalıştıkları yere gittiğimde de yurt dışında oldukları için onları ofislerinde bulamadığım oluyordu.

Çalışanlar bu toplantıları; seyahatler sebebiyle günlük işlerine vakit ayıramadıkları ve aileleriyle pek ilgilenemedikleri gibi, hiçbir işe yaramayan bu toplantılarda NATO'nun parasının da çarçur edildiğini düşündükleri için eleştiriyorlardı. Çünkü her toplantıya katılan kişinin (kişinin diyorum çünkü NATO'da sadece subaylar değil çok sayıda sivil uzman da çalışıyor) yol ve konaklama masraflarını NATO karşılıyormuş. Bu sebeple NATO'nun mevcut bütçesinin önemli bir kısmı bu seyahatler için harcanıyormuş.

Londra'da bulunduğum süre içinde bu anlattığım ilişkiler dışında bazı NATO tatbikatlarına da katıldım. Bu tatbikatlar, Türkiye'de benzerlerine benim de katıldığım, bilgisayar üzerinden oynanan ve oğlumun şu sıralar internet üzerinden oynadığı savaş oyunlarına benziyordu. Savaş yeteneklerinden ziyade planlama ve karar verme yeteneklerini geliştirmeye yarayan sanal savaşlardı. Sadece  savaş sanal ortamda yapılmıyordu. Savaşa katılan ordular ve bu orduların bağlı olduğu devletler ile savaşın üzerinde yapıldığı coğrafya da bilgisayar üzerinde yaratılmış ve dünyada olmayan devlet, ordu ve arazi kesimleriydi.

Ayrıca, Türkiye'den gelen üst rütbeli generalleri NATO üslerindeki toplantılara ve inceleme gezilerine de götürdüm. Fakat bunların hepsini burada yazmak hem çok uzun sürer,  hem de okuması sıkıcı olabilir. Onun için bunlardan daha sonra yazacağım yazılarda bahsedeceğim.

Buraya kadar yazdıklarımı okuyanlar, şimdi konuyu nereye bağlayacağımı merak ediyordur. Hiç dolandırmadan söyleyeyim. Bizde NATO bir bilinmez gizemli örgüt veya her şeyden sorumlu ve her şeyi kontrol eden bir şeytani yapı gibi abartılı bir kurum olarak algılanıyor. Son günlerde Atatürk ve Erdoğan'ın resim ve isimlerinin bir NATO tatbikatında olumsuz bir durumda kullanılması ile ilgili yazıların çoğu da bu psikoloji ile yazılıyor.

Bu yazılardan bazılarında oldukça mantıklı ve makul iddialar var. Bazı yazılar ise, NATO'nun ne olduğunu bilmeyen ve hatta hayatı boyunca herhangi bir NATO üssünün yanından bile geçmeyen kişilerce yazılan spekülatif şeyler gibi görünüyor. Bu sebeple, bu farklı şeyler söyleyen yazıları okuyan ve NATO hakkında hiçbir somut bilgisi olmayan halkımızın çoğunun kafası karışıyor.

Muhtemelen benim yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra da bazılarının kafası karışmıştır. Onun için burada kendi düşüncemi açık bir şekilde belirtmekte fayda görüyorum. Bence NATO, bazılarının abarttığı gibi her şeyden sorumlu şeytani bir örgüt değil, ama kimsenin kullanmadığı ve önemsenmeyecek bir organizasyon da değil. Diğer her örgüt ve organizasyon gibi NATO da sadece bir vasıtadan ibaret. Her vasıta gibi onun kime fayda kime zarar vereceği de onu kullananların yeteneklerine bağlı.


NATO'da her şey uzun vadeli planlanır ama birçok ulustan birçok farklı insanın çalıştığı böyle devasa bir organizasyonda her an bir manyak çıkıp ters bir şey de yapabilir. Muhtemelen böyle şeyler yapanlar bunun bedelini ağır öder ama yine de bunu göze alıp istediği bir şeyi yapan kişiler çıkabilir. Bu sebeple Norveç'te yaşananlar, bazılarının iddia ettiği gibi birilerinin mesaj vermek için organize ettiği bir faaliyet te olabilir ama sadece bir manyağın siyasi veya etnik motivasyonlarla yaptığı bir şey de olabilir.

Onun için, durum tam olarak aydınlanmadan spekülatif bir şekilde ortaya atılan birçok iddia gibi NATO'dan çıkalım söylemlerini de saçma buluyorum. Unutmamak lazım ki NATO, her şeyden önce şu andaki en büyük ve aynı zamanda en uzun ömürlü savunma örgütü. Ve en önemlisi de üyelerine soğuk savaş boyunca ve soğuk savaş sonrasında güvenlik sağlamayı başarmış oldukça başarılı bir örgüt. Zaten bu sebeple birçok ülke hala bu örgüte katılmak için çalışıyor.

Bu konuda yorum yapanlar ve bu yorumlardan etkilenecek olan karar vericiler bu perspektifi iyi kavrayarak hareket ederlerse bence hem ülkemiz hem de kendileri için daha hayırlı olur.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
21.11.2017.

9 Kasım 2017 Perşembe

Lübnan ve Suudi Arabistan'da neler oluyor?


takip ediyor musunuz, bilmiyorum.
lübnan başabakanı gittiği suudi arabistanda istifa ettiğini açıkladı. 
bir ülkenin başabakanı bir başka ülkede istifa ederse bunun anlamı ya alıkonuldu demektir ya da iltica etti demektir.
derken suudiler kendi içlerindeki, tüm islam ülkelerinde olduğu üzere hayli fazla olan, hırsız ve dolandırıcılara karşı harekete geçti. 
bu arada kendi vatandaşlarının lübnanı terk etmesini istedi. 
ben buradan LÜBNAN BAŞBAKANININ ALIKONULDUĞUNU ANLIYORUM.
ortadoğu her zaman bir sorundur ve o sorundan uzak duranlar her zaman kazançlıdır.
lübnan ve suudiler için gerçekleşen olayların bir musa (abede) yapımı olduğunu söylemeyeceğim. 

böyle şeyler kolaya kaçmaktır. 
gelinen noktada tüm suudiler ve lübnanlılar sorumludur. 
meslenin çözümü aynaya bakmalarında ve suçluyu görmelerinde saklıdır.


Güven Kaya

3 Kasım 2017 Cuma

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1929-1939)




1929 ekonomik buhranı dünya siyasetinde çok önemli bazı olumsuz gelişmelere sebep oldu. Çünkü kendi kendine yeterlilik eğilimleri ve yürütme gücü artmış milliyetçilik akımları her yerde güçlendi. Otoriter rejimler saygınlık kazanırken, demokratik rejimler zayıfladı. Statükonun değişmesinden yana olan ülkeler otoriter rejimlere geçtiler. Bunun sonucunda anti revizyonist ülkelerle revizyonist ülkeler arasında çelişki gittikçe arttı.
1’nci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve büyük toprak kayıplarına uğrayan ülkelerden biri olan Bulgaristan, revizyonist politikalar uygulamaya ve Yunanistan’dan toprak talebinde bulunmaya başladı. Bu durum; İtalyan ve Bulgar tehdidini hisseden Romanya, Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye’yi birbirine yaklaştırdı.
Uluslararası Barış Bürosunun 6-10 Ekim 1929’da Atina’da düzenlediği Evrensel Barış Kongresi’nde gelişmelerden tedirginlik duyan anti revizyonist Yunanistan’ın eski başbakanlarından Papanastasiu bir Balkan birliği kurulması görüşünü ortaya attı. İlgi ile karşılanan bu görüş üzerine 5 Ekim 1930’da Atina’da; Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ve Arnavutluk’un resmî olmayan temsilcileri arasında ilk Balkan Konferansı toplandı. Konferansta Balkan ülkeleri arasında siyasal, ekonomik, teknik ve kültürel işbirliği konuları ele alındı.
Hem İtalya, hem de Bulgaristan tehdidini hisseden ve Balkan Savaşları ile 1’nci Dünya Savaşı’ndan en fazla toprak kazancıyla çıkan Yunanistan bu revizyonist tehditten en fazla tedirgin olan ülke konumundaydı. Bu sebeple Türkiye ile ilişkilerini düzeltme yoluna gitti ve 10 Haziran 1930 tarihinde Ahali Mübadele Antlaşması’na imza koydu. Bu önemli uzlaşmalığın giderilmesinden sonra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler hızla düzelmeye başlamıştır.
Bunun üzerine, Yunan Başbakanı Elefteros K. Venizelos 27 Ekim – 1 Kasım 1930 tarihleri arasında Ankara’yı ziyaret etti. Görüşmelerde 10 Haziran 1930 tarihli antlaşma dikkate alınarak Türk-Yunan dostluğu ve ortak çalışma esasları taraflarca kabul edildi. Ziyaret sırasında 30 Ekim 1930’da Ankara’da ‘’Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması’’ imzalandı. Antlaşmaya bir de ‘’Deniz Kuvvetlerinin Sınırlandırılmasına İlişkin Protokol’’ eklendi. Antlaşmaya göre taraflar birbirlerine karşı yöneltilmiş siyasî ve ekonomik antlaşmalara katılmamayı, taraflardan biri saldırıya uğrarsa diğerinin tarafsız kalması ve uyuşmazlıkların diplomasi yoluyla çözülmesi gibi konularda mutabakat sağlandı. Ekli protokolde ise deniz silâhları için harcamaların önlenmesi ve deniz kuvvetlerinin sınırlandırılması prensipleri açıklandı. Türk-Yunan dostluğunun temel taşını teşkil eden bu belgeler gelecekteki Balkan Paktı’nın çekirdeğini oluşturmuştur.
Gelişmelerden rahatsız olan Atatürk, seçim dolayısıyla 26 Mayıs 1931’de ulusa hitap eden beyannamede “Yurtta sulh, cihanda sulh” için çalıştığını ifade etti.
İlki Atina’da yapılan Balkan Konferansı’nın ikincisi Ekim 1931’de İstanbul’da, üçüncüsü Ekim 1932’de Bükreş’te dördüncüsü de Kasım 1933’te Selanik’te yapıldı. Toplantılar resmî temsilcilerden oluşmadığı için kesin sonuç alınamadı. Bu arada Bulgaristan, ileride Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’dan toprak talebine yol açabilecek azınlık konuları üzerinde durunca ve İtalya’nın etkisinde kalan Arnavutluk Bulgaristan’ı izleyince Balkan Konferansı’nı sürdürmenin yararlı olamayacağı anlaşıldı.
Ocak 1933 tarihinde iktidara gelen ve 23 Mart 1933 tarihinde çıkardığı kanunla Almanya’nın yönetimini tek başına ele geçirerek diktatörlüğünü kuran Adolf Hitler, Avrupa’da güvenlik endişelerinin daha da artmasına sebep oldu. NAZİ Partisi ideolojisinin Hayat Alanı iddiası içinde bulunan Balkan devletlerinin endişeleri daha da arttı.
Türkiye yeni gelişen tehlikeye karşı sınırlarının güvenliğini artırmak için ittifak arayışlarını artırdı. Balkanlarda ittifak kurmak için en öncelikli ülkenin Yunanistan olduğu değerlendiriliyordu. Çünkü; Balkanlarda sınırımız olan iki ülke bulunuyor, bunlardan Bulgaristan revizyonist politikalar izliyor ve Yunanistan’da bu politikaların birinci hedefini teşkil ediyordu. Bu sebeple Türkiye ilk olarak Yunanistan ile işbirliğinin yollarını aramaya başladı. Aynı şekilde Yunanistan da bir güven sorunu yaşadığından Türkiye ile yakınlaşma çabası içerisindeydi.
Dostluk ve Hakemlik Antlaşması’ndan sonra Yunanlılar daha ileri giderek Balkanlar’da barış ve güvenliği sağlamak için Türkiye ile yeni bir antlaşmaya ihtiyaç duydular. Nitekim bu amaçla Türkiye ile Yunanistan arasında ‘’Samimi Antlaşma Misakı’’ 14 Eylül 1933’te Ankara’da imzalandı. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.) Buna göre; Türkiye ile Yunanistan sınır dokunulmazlığı güvence altına alındı. Taraflar arasında, özel çıkarları sağlamak için, sürekli danışmanlık ve işbirliği kabul edildi. On yıllık bir süre için yapılan antlaşmayla diplomatik temsilcilere ortak çalışma esasları kararlaştırıldı.
26 Eylül 1933’te Atatürk ve Venizelos İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda bir görüşme yaptılar. Görüşmede Türk-Yunan dostluğunun yanı sıra Balkan Antlaşması üzerinde de duruldu. İki devlet ittifakı Balkanlar’da genişletmek istiyordu. Nitekim Türkiye; 17 Ekim 1933’te Romanya, 27 Kasım 1933’te Yugoslavya ile Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalayarak bu devletleri Balkan Paktı çizgisine yaklaştırdı. İlişkilerin gelişmesi sonucu Venizelos bir jest yaparak 12 Ocak 1934 tarihinde Atatürk’ü Nobel barış ödülüne aday gösterdi.
Türkiye, İtalya’dan kendisine yönelebilecek bir dış müdahaleyi karşılamak amacıyla Balkan Devletleri arasında bir işbirliği sağlamayı başardı. Balkanlar’da statükonun korunmasını amaç edinen Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında 9 Şubat 1934’te Balkan Paktı kuruldu.
Balkan Paktı, dört devletin Balkan sınırlarını ortaklaşa savunmasını öngörmekte idi. Pakt, Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında güvenlik ve yardımlaşma hükümleri ortaya koyan bir antlaşmadır. 9 Şubat 1934’te Atina’da imzalanan ve üç maddeden oluşan bu Pakt’a göre; Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’nın tüm Balkan sınırlarının güvenliğini karşılıklı olarak güvence altına alırlar, Pakt’ta imzası bulunan taraflar çıkarlarını bozabilecek gelişmeler karşısında aralarında görüşmeler yaparak sorunları çözerler, taraflar birbirlerine haber vermeden Balkan ülkelerine karşı siyasal eylemde bulunmazlar ve tarafların izni olmadan siyasal bir yükümlülüğü üstlenmezler. Her Balkan devleti pakta katılmaya müracaat edebilir. Fakat bu katılım talebi diğer imzası bulunan devletlerin onaylamasından sonra geçerli olacaktır.
Pakt devletleri dış politikalarında farklı görüşlere sahipti. Yunanistan sadece Bulgaristan ile sınır garantisi isterken Arnavutluk ile sınır garantisi istemiyordu. Bununla beraber Yunanistan, İtalya’nın himayesinde olan Arnavutluk’un sınırına tecavüz edemiyordu. Aslında Yunanistan’ın İtalya ile savaş riskini göze alması mümkün değildi. Ayrıca Yunanistan, İtalyan-Arnavut ortak saldırısına karşı Yugoslavya’yı korumak istemiyordu.
Türkiye ise, Pakt imzalandıktan sonra Lozan ile silahtan arındırılmış Boğazların silahlandırılması üzerinde duruyordu. Bu arada Romanya, Bulgaristan’ın sınırlarını genişletmek istemesi sonucunda Neuilly Antlaşması’nın bazı hükümlerini değiştirilmesinden korkuyordu.
İtalya’nın 1935’te Etiyopya’ya saldırması ve Güney Doğu Avrupa’nın savunucusu Fransa’nın saldırgana karşı pasif kalması Paktı olumsuz etkiledi. Pakt’ın yeterliliğine güvenemeyen üyeler yeni ittifaklar ve antlaşmalar kurma yoluna gitmeye başladılar.
Bütün bu problemler Belgrat’ta Mayıs 1936’da yapılan üçüncü Balkan Konseyi toplantısında görüşüldü. Toplantıda, Yunanistan’ın İtalya hakkındaki rezervi ile Türkiye’nin Boğazları silahlandırması kabul edildi. Yunanistan ile Türkiye bu sorunların çözümünde birbirini sonuna kadar desteklediler. Ayrıca Türkiye ve Yunanistan, Bulgaristan’ın denize çıkış talebine de karşı çıktılar.
Bu arada; yakın ilişkileri sürdürmek isteyen Yunanistan tarafından; bir jest olarak Cumhuriyetin 10’uncu yılı münasebetiyle, 29 Ekim 1933’te kapısına tanıtıcı plaket takılan Atatürk’ün Selanik’teki evi,  sahibinden satın alınıp 19 Şubat 1937 tarihinde boşaltılmayı müteakip anahtarı Selanik konsolosumuza teslim edilerek müze haline getirilmiştir.
1937 yılına gelinceye kadar büyük devletlerle ittifak bağı kurmamış tek Balkan devleti Türkiye idi. Türkiye, her şeyden önce Sovyetler Birliği ile yakın dostluk politikası izledi. Güvenliğin uzak bir devletin ittifakı ile değil, kuzey komşusu ile yakın ilişkiler kurarak sağlanabileceği gerçeğini takip etti. 1935'de 1925 tarihli Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması on yıl süreyle uzatıldı. Türkiye Balkan Antantı'na SSCB'yle savaşa sürüklenmeyeceğine ilişkin çekince koymuştu.Nitekim 10 Nisan 1936 tarihinde Boğazların silahlandırılması konusunda Türkiye’nin ilgili devletlere verdiği nota SSCB’nin de desteği ile kabul gördü. Fakat 1937’den itibaren İtalya’nın Akdeniz’de artan tehdidine karşı Türkiye, İngiltere’ye yaklaşarak Avrupa ittifakına girme ihtiyacını hissetti.
1937’de Yugoslavya ile Bulgaristan aralarında dostluk ve saldırmazlık paktı imzalandı. Bu antlaşma Balkan Paktı’nın ana dokusunu zedeledi. 1938 yılına gelindiğinde Avrupa’da Roma-Berlin Ekseni korku ve tedirginlik yaratmaya başladı. 27 Şubat 1938’de Ankara’da toplanan Balkan Konseyi Toplantısı’nda Türkiye, Pakt devletlerinin dayanışmasının güçlendirilmesi gerektiğini savundu.
27 Nisan 1938’de Atina’da, 1930 ve 1933 Türk-Yunan antlaşmalarına ek bir antlaşma yapıldı. Böyle bir antlaşma yapmaya Avrupa’daki siyasî gelişmeler neden olmuştu. Bilhassa Balkanlar’da bir İtalyan saldırısı ihtimali ve Bulgaristan’ın Yunanistan için endişe verici tutumu Türkiye ile Yunanistan’ın dayanışma içinde olmasında etkili oldu. Bu nedenlerle yapılan 1938 Türk-Yunan Antlaşması’nda; taraflardan biri savaşırsa diğerinin tarafsız kalması, taraflardan biri, üçüncü bir veya birkaç devletin saldırısına uğrarsa diğerinin barışçı çözüm için çaba sarf etmesi, yıkıcı ve bölücü faaliyetlere karşı işbirliği ilkesi ve daha önce yapılan antlaşma hükümlerinin korunması kararlaştırıldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığı bir zamanda Türkiye ve Yunanistan, bu antlaşmayı; dayanışmayı kuvvetlendirmek, saldırı halinde birbirlerine karşı tarafsızlığını korumak ve siyasal destek sağlamak amacıyla yaptılar. Taraflardan biri taarruza uğradığı takdirde diğeri onun silâh, mühimmat, erzak gibi malzemesinin topraklarından geçişine izin verecek, gerektiğinde yardım edecekti. Taraflardan biri düşmanca bir harekete maruz kalırsa diğeri çare bulmak için bütün gücüyle çalışacaktı. Bundan önce yapılan antlaşmalara bağlı kalındığı gibi bu antlaşma hükümleri on sene daha uzamış olacaktı.
Almanlar, Avusturya ile birleşip, Çekoslavakya’yı parçalayıp Balkanlara da yaklaşınca bu durum Türkiye’yi endişelendi. Bunun üzerine Türkiye, Balkan Paktı’nı canlandırmaya çalıştı. Şubat 1939 Bükreş Balkan Paktı Konferansı’nda Türk Dışişleri Bakanı, Almanya’nın Balkanlar için oluşturduğu tehlikeye dikkat çekti. Fakat Balkan devlet adamları ikna edilemedi. II. Dünya Savaşı başladıktan sonra da Türkiye, Balkan Devletleri arasında arabuluculuk yapmak istedi. Müttefiklerini ortak tehlike karşısında ortak hareket etmeğe teşvik etti. Ne yazık ki Türkiye’nin çabaları neticesiz kalmıştır.