.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Tarih Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2023 Cuma

Ankara'nın tarihi dokusunu ve Atatürk'ün inşa ettirdiği başkenti korumak.

Bazı gazetelerde, sosyal medyada ve arkadaş sohbetlerinde, Ankara'nın tarihi bölümünün, yani kale ve çevresinde hala ayakta kalan klasik Ankara evlerinin restore edilerek Ankara'nın önemli bir kültürel merkezi haline getirileceğine dair haberlere rastlıyorum. 

Bunun gerçek olmasını canı gönülden istiyorum.

Çünkü geçmişinden kopuk bir şehir, yaşanılası bir şehir olamaz.

Bu yüzden, arada bir gittiğim eski Ankara'nın yıkılmaya yüz tutan ve harabeye dönen eski evlerini görünce hep üzülürüm.

Şimdi, Ankara Belediyesini yönetenler de aynı şeyleri hissediyor olacak ki böyle bir proje hazırlamışlar.

Geçmiş dönemlerde, açgözlülükleri yüzünden yeni arsalar üreterek yakınlarını emlak zengini yapmaktan başka hiçbir vizyonu olmayan eski yöneticilerin mahvettiği Ankara, sonunda tamamen elden çıkma tehlikesi ile karşı karşıya olan tarihi zenginliklerine tekrar kavuşacak.

Aslında bu tarihi bölgeye bakış açısı ve gösterilen ilgi, her zaman böyle değilmiş.

Tan aksine, Cumhuriyet kurulduğunda bu bölge, şehrin en önemli bölgesi olarak görülmüş.

Doğal olarak bu anlayış, şehir planlaması çalışmalarına da yansımış.

Şehir planlaması için getirilen yabancı mimarlar da bu tarihi bölgenin önemini kavrayarak planlarını ona göre yapmışlar.

Ama nüfus hızla arttığından daha sonraları yeni planlar yapılmak zorunda kalınmış.

Ankara'nın nüfusu 1920 yılında 20-25 bin olarak tahmin ediliyor.

Bu nüfus, Milli Mücadele sırasında hızla artarak şehrin başkent ilan edildiği 13 Ekim 1923'te 47.000'e yükselmiş.

Bunun üzerine, geleceğin başkenti Ankara için 1924-25 yıllarında Stuttgardlı Profesör Carl Christoph Lörcher'e bir şehir planı hazırlatılmış.

Şehir nüfusu 1928 yılında 107.000 kişiye ulaştığından, şehir planlaması üzerinde daha büyük bir hassasiyetle durulmaya başlanmış.

Görev, şehir planlamacısı Hermann Jansen'e verilmiş ve şehir nüfusunun yakın zamanda 250.00'e ulaşacağı; bu sebeple şehri, bu kadar nüfusun yaşayacağı bir başkent olarak planlaması istenmiş.

Jansen, Lörcher'in hazırladığı taslaklardan da yararlanarak işe başlamış.

Jansen, şehir planını hazırlarken yeni yerleşimleri ovaya yapmayı ve böylece eski Ankara'yı korumayı esas almış.

O günlerde aldığı notlarda düşüncelerini şöyle ifade etmiş:

"Eski Ankara'yı, ovada kurulacak yeni kentten ayırmayı başarabilirsek, koruyabiliriz. Basamak basamak yükselen bir tepenin yamaçlarına kurulmuş olan eski evler, bu eski yerleşimi değişik, güzel ve çekici yapıyor."

Hazırladığı plan Ankara belediyesi tarafından onaylanmış.

Atatürk döneminde, daha sonraki yıllarda da Ankara'nın tarih ve doğadan kopmadan modern bir başkent haline getirilmesine çok önem verilmiş.

Bu gün Ankara'daki meydanlar, anıt binalar ve eski semtler hep Atatürk döneminde yapılmış.

Örneğin Bahçelievler semti.

Bahçelievler, Türkiye'nin ilk bahçe şehir uygulaması olarak hayata geçirilmiş.

Semt, 1934-36 yılları arasında Berlinli mimar ve kent planlamacısı Herman Jansen tarafından tasarlanıp gerçekleşmiştir.

Maalesef Atatürk'ten sonra gelenler Ankara'ya yeterli özeni göstermemişler.

Yakın geçmişte de bu özensizlik devam etti.

Ne tarihi alanlar, ne sanat, ne kültür, ne de doğa pek umursanmadı.

Örneğin, Atatürk'ün ağaçlandırdığı alanlara ve çiftliklere binalar yapıldı.

Eski binalar yıkıldı ve yerlerine çirkin apartmanlar yapıldı.

Bunu kendi gözlerinizle de görmeniz mümkün.

Atakule'ye çıkıp şehre kabaca bir göz atın.

Nerede yeşillikler arasında yaşanası mekanlar görürseniz Atatürk zamanında yapılmıştır.

Nerede birbiri içine girmiş ve yeşillikten eser görülmeyen beton yığını şeklinde binalar görürseniz, Atatürk'ün ölümünden sonra yapılmıştır.

İşin ilginç yanı, Atatürk'ün ölümünden sonra şehir genişledikçe şehrin daha da betonlaştığının açıkça görülmesidir.

Bu gidişe dur demek lazım.

Eski Ankara'nın restorasyonu projesi, eğer gerçekleştirilirse, iyi bir başlangıç olacaktır.

Atatürk'ü Koruma Kanununu Kim Çıkarmıştır.

 Bazı Atatürk ve cumhuriyet düşmanları artık saldıracak konu kalmadığından olsa gerek sosyal medyadaki paylaşımlarında veya youtube videolarında Atatürk'ü Koruma Kanunu üzerinden Atatürk'e saldırmaktadırlar.

Dedikleri özet olarak şöyle: 

"Dünyanın hiçbir ülkesinde birini, hele de ölmüş birini korumak için kanun çıkarılmamıştır. Bu ne saçma kanundur..."

Bu zatların atladığı bir şey var.

Muhtemelen atladıklarından filan da değil, kasten görmezden geliyorlar.

Başka bir ülkede buna benzer bir kanun var mı yok mu bilemem.

Ama yoksa da fark etmez.

Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde devletin kurucusuna hakaret etmeyi maharet sayan bu kadar şerefsiz  bulmak da mümkün değil.

Üstelik bu şahıslar, kanunu sanki Atatürk veya İnönü filan çıkarmış gibi bir intiba da yaratıyorlar.

Halbuki bu yasa 1951 yılında, bazılarının gerçekle ilgisi olmayan vasıflar yükledikleri Adnan Menderes'in başbakanlığı zamanında çıkarıldı.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ile inlerinden çıkan yılanlar ve çıyanlar, Demokrat Parti'nin kurucularından olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın Atatürk'ün sağlığında en yakınlarından olup başbakanlığa  getirdiği biri olduğunu çabuk unutmuş olmalılar.

Menderes'i CHP'ye alanın ve önemli görevlere getirenin de Atatürk olduğunu unutmuş olmalılar.

Bu sebeple, Atatürk anıt ve heykellerine saldırmakta sakınca görmediler.

Sağda solda Atatürk'e hakaret etmeye başladılar.

Bu çevreler, ne yapılırsa yapılsın yola gelmeyince hükümet, bunları cezalandırmak için yasal bir zemin oluşturmaya karar verdi.

Bunun için bir kanun hazırlandı.

Bu kanunun devletin kurucusuna düşmanlık yapan kendini bilmezler için caydırıcı olacağı düşünülüyordu.

Buraya kadar anlattıklarım, çoğu insanın bildiği şeyler.

Ama bu gün Nazilerin Almanya'da iktidara gelmesinden sonra ülkeden ayrılmak zorunda kalan Alman akademisyen ve politikacı Ernst Reuter'in anılarını okurken daha önce bilmediğim bir şey öğrendim.

Malum, Naziler iktidara geldikten sonra Yahudileri ve muhalifleri etkili yerlerden uzaklaştırmak için 1933 yılında bir kanun çıkarmışlardı.

Bu kanundan sonra birçok akademisyen üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırılmış, işsiz kalıp baskılara dayanamayan bu akademisyenler çeşitli ülkelere göç ederek/kaçarak o ülkelerin üniversitelerinde çalışmaya başlamışlardı.

Alman akademisyenleri alıp üniversitelerde iş veren ülkelerden biri de Türkiye idi. 

Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz eğitime büyük bir önem vermiş ve birçok üniversite açmıştı.

Ancak yetişmiş akademisyen sıkıntısı sebebiyle üniversitelerde birçok bölüm açılamamış, açılanlardaki eğitim de istenilen seviyeye ulaşamamıştı.

Hitler Yahudi kökenliler başta olmak üzere Alman olmayan ve Alman olsa bile Nazi rejimine muhalif olan kişileri görevlerinden uzaklaştırmaya başlayınca bu durum Türkiye için bir fırsat oldu.

Çok sayıda akademisyen Türkiye'ye davet edildi.

Bu akademisyenler, üniversitelerimizde yeni bölümler açtılar. 

Bir kısmı da mevcut bölümlerde görev yaparak eğitim kalitesini Avrupa üniversiteleri seviyesine çıkarmak için çalıştılar.

Çok sayıda ders kitabı, bilimsel yayın ve yardımcı yayın niteliğindeki kitaplar yazdılar.

Bu akademisyenlerden biri de Ernst Hirch idi.

Hukuk Profesörü olan Hirsch, Mart 1933'te Almanya'daki işinden atıldı.

Bunun üzerine İstanbul'a geldi ve İstanbul Üniversitesi'nde yeni kurulan Ticaret Hukuku kürsüsünün başına geçti.

Hirsch, hukuk dersleri için kaynak olacak çok sayıda kitap ve makale yazdı. 

Hukuk felsefesi dersinin hukuk fakültelerinde zorunlu ders olmasını sağladı.

2. Dünya Savaşı sona erip Nazi rejiminin ortadan kalkmasından sonra da Türkiye'de kalan ve ancak 1952 yılında ülkesine giden Hisch, Türkiye'ye geldiği ilk yıl Türkçe öğrendiğinden hukuki konularda hükümete de ihtiyaç olduğunda danışmanlık yapıyordu.

İşte bu sebeple, 25 Temmuz 1951'de kabul edilen Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun hazırlanmasında da görev aldı.

Almanya'ya döndükten sonra Türkçeyi unutmamak için Türk dergi ve gazeteleri getirtip okuyan Hirsc, ara ara Türkiye'ye gelip gitmeye devam etti. 

Türkiye'ye ve Türk milletine her zaman minnettarlığını belirten Hirsch, 19 Ağustos 1945 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelen oğluna da bir Türk ismi (Enver Tandoğan) ismi verdi.

1982 yılında, daha sonra Türkçeye de çevrilen anılarını yayınlayan Hirsch, bu kitabında Atatürk'ü Koruma Kanunu'na katkıları konusunda şunları söylemektedir: 

"Olağanüstü bir insanın onurunun korunmasına katkım olduğu için mutluyum."

28 Eylül 2023 Perşembe

Atatürk öldüğünde konulduğu katafalkı hazırlayan kişi kimdir?

Almanya'da Naziler iktidara gelir gelmez, başta Yahudi kökenliler olmak üzere kendilerinden olmayan veya ideolojilerine karşı olan tüm Almanlara baskı uygulamaya başladılar. 

Bu baskılardan nasibini alanların başında ise üniversitede çalışan akademisyenler, devlet memurları ve muhalif politikacılar geliyordu.

1933 yılında Aryan olmayanlara ve muhaliflere karşı uygulanacak baskıyı yasallaştıran bir kanun çıkarıldığında birçok kişi yurt dışına kaçmaya başladı.

Bunlardan bir kısmı da Türkiye'ye geldi ve bu gün üniversitelerimizdeki bölümlerin çoğunu ya kurdular veya kurulmuş olanlarını geliştirdiler.

Bunlar arasında mimarlar da vardı.

Bu mimarlardan biri de Berlinli Bruno Taut idi.

1934 yılında Prusya Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki işine son verilen Taut, önce İsviçre'ye kaçmış, oradan uçakla önce Japonya'ya, oradan da İstanbul'a uçmuştu.

Taut, yakın dostu ve meslektaşı Martin Wagner ile birlikte bugün UNESCO'nun dünya kültür mirası listesine aldığı Berlin'deki işçiler için planlanmış at nalı şeklindeki büyük siteyi (Hufeisensiedlung) 1925-1933 yılları arasında planlayıp inşa edilmesini sağlayan tanınmış bir mimardı.

Profesör Taut, İstanbul'a geldikten sonra, Aralık 1936'da İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'nün başına geçti.

Bu görevinin yanında, Ankara'daki Milli Eğitim Bakanlığı'nın mimarlık bölümünün de başkanlığına getirildi.

Fakat bir süre sonra sağlığı bozuldu.

10 Kasım 1938'de Atatürk vefat ettiğinde Taut çok ağır hastaydı.

Buna rağmen, hasta yatağından kalkarak Atatürk'ün tabutunun konulacağı katafalkı çok kısa süre içinde hazırladı.

Taut, o kadar hastaydı ki Atatürk'ten bir ay kadar sonra Aralık ayında o da öldü.

Bruno Taut'un mezarı İstanbul Edirmekapı Şehitliği'ndedir.

Taut, Türkiye'ye gelip göreve başladıktan sonra sadece iki yıl yaşamasına rağmen bu gün de ayakta olan bazı eserlere mimar olarak imza atmıştır.

Örneğin, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi binasının tasarımını Taut yapmıştır. 

Ayrıca, kendi tasarlayıp inşa ettirdiği ve İstanbul'da kaldığı sürece yaşadığı Ortaköy'deki Bruno Taut Evi de hala ayaktadır.


Kaynakça: Bu bilgiler, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan "İkinci Vatanım Türkiye, Ernst Reuter'in Ankara Yılları" isimli kitaptan alınmıştır.


27 Eylül 2023 Çarşamba

Gizli Abdülhamit Düşmanları

 Nedense bizim politikacılarımız, devleti yönetmekte sanki çok başarılılarmış gibi bir de tarihçiliğe soyunurlar.

Sıkıştıklarında en çok başvurdukları tarihi kişilik ise hep 2. Abdülhamit olur.

Meydanlarda veya kamera karşısında bir sürü iddia ortaya atarlar.

"Yok Abdülhamit zamanında bir karış toprak kaybedilmemiş.

Yok Abdülhamit, çok dindar evliya gibi adammış.

Bu yüzden dış güçler ve din düşmanları rahmetliyi tahttan indirmişmiş filan."

Hadi politikacılar cahil olduklarından gerçekleri bilmiyorlar diyelim.

Veya gerçekleri bilseler bile cahil halkı kandırmak için iyi bir vasıta olduğunu bildiklerinden böyle konuşuyorlardır.

Ama bazı tarihçi geçinen tipler de aynı şeyleri söylüyorlar.

Feslisi, delisi, divanesi tarihçi filan değil, akademik bir unvanları da yok, çıkarları öyle gerektirdiği için tarihçilik taslayıp yalan yanlış hikayeler anlatıyorlar. 

Bunları anlıyorum.

Peki profesör ünvanlı bazı kişilerin bu saçmalıkları tekrarlamasına ne demeli?

Kel başa Şimşir tarak misali, siyasetçiye uygun profesör mü yetiştiriliyor acaba?

Halbuki, internet taramasında bile 2. Abdülhamit devrinde kaybedilen toprakların ne kadar çok olduğunu görmek mümkün.

Öte yandan, Abdülhamit'in torunları ile yapılan röportajların videoları da internette dolaşıyor.

Üstelik devlet televizyonu TRT yapmış bu röportajları.

Torunlar diyorlar ki:

"Dedem Rom (alkollü bir içki) içerdi genellikle. Alkol bağımlısı veya akşamcı değildi ama akşam yemeklerinden sonra rom içerdi. Ben buna bizzat şahidim. Çünkü içerken bazen yanında olurdum. Hatta babam, içkinin haram olduğunu söyleyip buna rağmen neden içtiğini sorduğunda dedem 'Kuran'da şarap yasak. Romdan bahsedilmiyor. Şarap üzümden yapılır. Rom şekerden.' diyerek rom içmenin sakıncası olmadığını söylerdi." 

Ama bizim siyasetçisinden tarikatçı-cemaatçisine kadar hepsi "Hayııır!... İftira. Abdülhamit asla ağzına içki sürmez, dininde diyanetinde bir sultandı." diye bağırıp çağırıyorlar.

Yahu kardeşim, adamın torunu içiyordu diyor, gördüm diyor, siz içmediğini nereden çıkarıyorsunuz?

Gerçekten öyle bir niyetiniz var mı bilmiyorum ama bu yaptıklarınızla Abdülhamit'i yüceltmiyor onun imajına zarar veriyorsunuz.

Siz kripto Abdülhamit düşmanı mısınız yoksa?

Övüyor görüntüsü altında herkesin gerçeğini kolayca öğrenebileceği yalanlar söyleyerek adamı şaibe altında bırakmaya mı çalışıyorsunuz?

Öte yandan, Abdülhamit içki içse bize ne, içmese bize ne. Adam ölmüş gitmiş. Osmanlı devletini en uzun süre idare etmiş padişahlardan biri. Hatasıyla sevabıyla yaşamış.

Bu saatten sonra ne size ne de bir başkasına herhangi bir faydası veya zararı olmaz.

Bırakın adam mezarında rahat uyusun.

25 Eylül 2023 Pazartesi

Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında uydurulan şehir efsaneleri.

Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında ortada dolaşan birçok iddia var.

En yaygın olanı, muharebe başlayınca Bizans (Doğu Roma) ordusundaki Hristiyan Türklerin taraf değiştirdiği iddiasıdır.

Son zamanlarda, Alparslan'ın ordusunda çok sayıda Kürt olduğu ve savaşı bu sayede kazandığı yönündeki daha çok PKK çevrelerince dillendirilen iddiadır.

Öte yandan, Ermenilerin Alpaslan'ın tarafını tuttuğu ve ona yardım ettiğini dile getirenler de var.

Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında İslam kaynaklarında ve Bizans kaynaklarında yeterince bilgi ve belge var.

Ancak İslam kaynaklarının bir kısmında sıkıntılı.

Çünkü çoğu, savaştan yıllar sonra yazılmış.

Yazanlar da olay bölgesinin çok uzağında yaşayan kişiler.

Yani yazdıklarının çoğu kulaktan dolma.

Bu yüzden bazı kaynaklar, Alpaslan'ın ordusunu olduğundan daha az, Bizans ordusunun mevcudunu ise olduğundan defalarca fazla gösteriyorlar.

Bizans rakamları ile karşılaştırıldığında tutarsızlık açıkça görülüyor.

Gerçi Bizans kaynaklarında da benzer bir durum var.

Çünkü günümüze kalan Doğu Roma (Bizans) kitaplarının bazıları da savaştan sonraki dönemlerde yazılmış.

Ancak, savaş döneminde yaşayan ve devlet kademelerinde önemli görevlerde bulunan kişilerin yazdığı tarih kitapları da var.

Bu kitaplarda, gerçeğe yakın bilgiler verilmiş olması daha olası.

Zaten, tüm kaynaklar  mukayeseli şekilde incelendiğinde, bazı İslam (Arap) kaynaklarında öne sürülen iddiaların gerçek olmadığı görülmektedir.

Örneğin, Ermeniler Selçuklu Ordusu'nun yanında savaşmamış.

Aksine Ermeniler, iki arada durmuşlar.

Kim kazanırsa onun yanına geçecek şekilde beklemişler.

Selçuklu ordusunda Kürt ve Araplar dahil diğer etnik kökenlerden Müslüman askerler varmış.

Bunlar ayrı birlikler halinde teşkilatlanmış.

Ama bu birliklerin ve askerlerin sayısı abartıldığı kadar çok değil.

Yani savaşın kaderini belirledikleri iddiası uydurma.

Çünkü Alpaslan'ın ordusunun tamamına yakını süvari imiş.

Türkmen süvarisi.

Muharebeyi de bunlar kazanmış.

Bizans kaynakları böyle diyor.

Bizans'taki Türklerin tamamının muharebe başlayınca karşılarındaki askerlerin Türkçe konuştuğunu duyup Alparslan'ın tarafına geçtiği hikayesi de uydurma. 

Evet bir miktar Hristiyan Türk taraf değiştirmiş ama  muharebe sırasında değil.

Muharebe öncesinde sadece 1000 kadar Hristiyan Türk'ün (Uz-Oğuz) taraf değiştirdiği anlaşılıyor.

Bizans kaynaklarına bakınca, Hristiyan Türklerin çoğunun Diyojen'e sadık kaldığı, Bizans Ordusu'nun kanatlarının savunulması ve keşif görevlerinde kullanıldığı görülüyor.

Bu Hristiyan Türk birlikleri de Müslüman Türk birlikleri gibi süvari.

Kıyafetleri, silahları, hareket tarzları ve dilleri arasında da pek fark yok.

Bu sebeple, zaman zaman hangi Türk bizim Türk diye karışıklıklar yaşanmış Bizans tarafında.

Örneğin bir keşif sırasında pusuya düşen bir Hristiyan Türk birliği gece karanlığında kaçarak Bizans kampına sığınmaya çalışmış.

Bizanslılar bunları Selçuklu askeri zannedip baskına uğradıklarını düşünmüşler.

Hemen savunma durumuna geçip gelenlere silahla karşı koymuşlar.

Bu durumu gören Romen Diyojen de panik yapmış.

"Bunlar bizim Türkler mi Alparslan'ın Türkleri mi, öğrenin." diyerek adamlarını göndermiş.

Hristiyan Türkler oldukları anlaşılınca çatışma durdurulmuş.

Yani Hristiyan Türklerin toplu olarak taraf değiştirdiği doğru değil.

Zaten Bizans kaynaklarında da kitlesel taraf değiştirmeden bahseden hiç kimse yok. 

Görüldüğü gibi gerçek sanılan iddiaların tamamı şehir efsanesinden ibaret.

Türkiye adını kullanan ilk devlet Türkiye Cumhuriyeti mi?

Bizim Asya'daki tarihimizi ilk olarak Ruslar ve Avrupalılar araştırmış. 

Türkçe 'ye çok vakıf olmadıklarından herhalde, bazı hatalar yapmışlar. 

Örneğin Orhun Yazıtları ilk defa okunurken böyle bir hata yapılmış.

Bunlardan Bilge Kağan ve Kül Tigin anıtlarındaki yazılar hemen hemen ayni. 

Kül Tigin anıtını yazdıran Bilge Kağan. 

Bilge Kağan anıtı yazılırken de buradaki bilgilerden faydalanılmış olmalı.

İki anıtta da yazi "Ben tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan." diye başlar. 

Bu anıtlardaki yazıları çözerek metni ilk defa bir Danimarkalı bilim adamı okumuş. 

Muhtemelen yazıdaki tahrip olmuş bölümleri okuyamadığından  tercümede hata yapmış. 

İlk cümleyi muhtemelen "Ben, Tanrı gibi Gök Türk Bilge Kağan." diye okumuş.

Böylece devlete, Göktürk Devleti demişler. 

Bu isim bilim dünyasında yerleşmiş.

Daha sonra bu hata düzeltilmiş ve devletin gerçek adının Türk Kağanlığı olduğu ortaya çıkmış.

Ama Göktürk ismi yerleştiği için değiştirilmemiş. 

Benzer bir hatayı Karahanlılarda da Rus bilim adamları yapmış. 

Kaynaklardaki bir kağanın adi veya unvanından devletin adını Karahanlılar diye kayda geçirmişler. 

Bu isim de bilim dünyasında yerleşmiş.

Ama bu gün mevcut belgelerden biliyoruz ki devletin gerçek adı Türkiye. 

Mısırdaki Memluklerin adı da muhtemelen Arapların uydurması. 

Çünkü bu devletin başka devletlere gönderdiği mektuplardan anlıyoruz ki devletin adı Memlük değil.

Devletin resmi adı Türkiye Devleti.

Görüldüğü gibi Türk veya Türkiye ismini kullanan ilk devlet Türkiye Cumhuriyeti değil.

TC'den önce en az üç devlet Türk adını kullanmış.

Bunların en az üçü de ismi Türkiye olarak kullanmış.

Britanya'daki Türk geni.

İngtere'de 2008, 2009 veya 2010 yılında bir gazetede ilginç bir yazı okumuştum. 

"İddiaya göre İskoçlar (veya İrlandalılar olabilir, simdi tam olarak hatırlamıyorum) baba tarafından ağırlıklı olarak Türk geni taşıyormuş. 

Bir zamanlar (muhtemelen antik dönemde), küçük bir Türk grubu adaya gitmiş. 

Bunlar tarım ve hayvancılık yapıyormuş. 

Bu yüzden daha çok gıdaya sahip olduklarından açlık tehlikesi yaşamıyorlarmış. 

Yerel halk ise avcılıkla geçindiklerinden açlık sınırında yaşıyormuş. 

Gıda bol diye yerli kadınların çoğu, göçmenlerle birlikte olmayı tercih etmiş.

Bu yüzden Türk erkeklerin çocukları yerli erkeklere göre daha fazla olmuş.

Böylece, erkek tarafından Türk geni adada yaygınlaşmış."

Ne kadar bilimsel bir tez bilmiyorum ama okuduğumda çok gülmüştüm. 

Hatta bir arkadaşa yazıyı göstermiştim.

"Kadın milleti hep ayni, malı mülkü çok olana yanaşıyor hemen." diye şakalaşmıştık.

"Bizimkiler de hala yaptıkları gibi uçkur davasına mali mülkü yerli kadınlara yedirmiş herhalde." demişti arkadaşım.

Bizde dünyada yaşayan neredeyse herkesin Türk olduğunu iddia eden bir grup var.

Aman bunu duymasınlar.

Çünkü bilimsel bir dergide değil, bir günlük gazetede okumuştum.

Bu gazete az okunan yerel bir gazete bile olabilir.

Çünkü işim gereği her gün ulusal ve yerel İngiltere'de yayınlanan tüm gazeteleri tarıyor ve Türkiye ile ilgili haberlerin özetini çıkarıyordum.

Yani olay bir gazetecinin uydurduğu bir efsane de olabilir.

Bilimsel bir araştırmaya dayanan ciddi bir haber de olabilir.

Şu anda, hangisi olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.

24 Eylül 2023 Pazar

Geçmişi unutmak ve kurumsallaşamamak.

Kime sorsanız, bizim geçmişi çok çabuk unuttuğumuzu söyler.

Haklılar da.

Avrupa'nın ve özellikle de İngiltere'nin durumu bunun tam tersi.

Bazen bizim tarihimizle ilgili konulardan bahseden bir İngiliz görüp de konuya ne kadar vakıf olduğunu görürseniz şaşırırsınız.

Elbette sıradan bir İngiliz'in sıradan bir Türk'e göre çok daha fazla kitap okumasının, yani İngiltere'de kitap okuma alışkanlığının yaygın olmasının bunda büyük bir etkisi vardır.

Ama asıl sebep, bizim tarihi olaylarla ilgili kurumlar teşkil edemememiz, etsek bile bunları sürdüremememizdir.

Örneğin, bizde Kırım Harbi nedir diye sorsak çok az insan ne olduğunu bilir.

Kırım harbi araştırmaları, Kırım anıtı derneği, Kırım harbine katılanların torunlarının kurduğu birlik gibi hiçbir şey yok bizde.

Ama, bize yardıma gelen İngilizlerin var.

Yıl 2009 veya 2010.

Bir gün Londra'da yürüyorum.

Büyük bir kalabalık bir anıtın önünde toplanmış coşkulu bir şekilde tören yapıyor.

Yapılan konuşmalardan "Türk, Osmanlı, Kırım, kelimelerini duyunca merak ettim.

Hemen topluluğa yanaştım.

Birine, neyi andıklarını sordum.

1853-56 yılları arasında yaşanan Kırım Harbi'nin anma etkinliği olduğunu söyledi.

İleri doğru baktım.

Önünde toplandıkları anıtın üzerinde Kırım Harbi anıtı olduğu yazıyor.

Türk olduğumu söylemeye utandım. Çünkü Kırım Harbi, bizimle Rusya arasındaki bir savaştı.

İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar (Pyomente) bize yardıma gelmişlerdi.

Biz unutmuş olmamıza rağmen İngilizler unutmamıştı.

İşte bu yüzden İngiltere neredeyse tüm dünyaya yayılmış bir imparatorluk kurmayı başardı.

Bu imparatorluk uzun bir süre yaşadı ve aslında dağılmış gibi görünse de hala yaşıyor.

Bu gün Kanada ve Avusturalya gibi devletlerin başına İngiltere kralı hala vali atıyor.

Peki biz ne yapıyoruz.

Ülke sanki ikiye bölünmüş durumda.

Kimisi Osmanlı'ya kimisi de Cumhuriyete ve onu kuranlara kara çalma derdinde.

Bu ülkenin kurucusuna ağza alınmayacak lafları alan şerefsizler var ve itibar görüyorlar.

Bir millet kendisi için hayatını ortaya koymuş, feda etmiş atalarına hakaret edenleri baş tacı yaparsa o milletin yok olması kaçınılmazdır.

Atalarını hatırlamazsa, çocukları da babalarına saygı duymaz. 

Bu gün bizde Kırım Harbi için tören düzenlendiğini duyan veya gören var mı?

Bırakın Kırım harbi gibi üzerinden çok zaman geçmiş bir harbi, Ege'de Yunan'a ilk kurşunu atanları, hatta yakın tarihteki Kıbrıs Savaşı gazi ve şehitlerini anan, ilgilenen var mı?

İç güvenlik harekatlarında bu ülkenin birliği ve bütünlüğü için hayatını ortaya koyan şehit yakınları ve gazilerimiz ne kadar hatırlanıp ilgi görüyor?

17 Eylül 2023 Pazar

Kimsenin söylemediği bir gerçek. Bir zamanlar, Eskişehir'de 1.5 yıl ezan okutmadılar.

 TRT tarafından Büyük Taarruz hakkında çekilen bir belgesel var.

Youtube'ta da yayınlanmış.

Biraz önce seyrettim, gözlerim yaşardı.

Sadece savaşın ve zaferin getirdiği bir duygu değildi gözlerimi yaşartan.

En çok, o günleri küçük bir çocukken yaşamış ve olaylara şahit olmuş Eskişehirli bir hanım efendinin söyledikleri duygulandırdı beni.

Hanımefendinin söylediğine göre, Yunan işgali süresince 1.5 yıl Eskişehir'de hiç ezan okunmamış.

Yunanlılar izin vermemiş.

Bir gün tüm camilerden ezan okunmaya başlandığında Türk ordusunun şehre girmek üzere olduğunu anlamışlar.

Herkes sokaklara çıkıp orduyu karşılamak için hazırlığa başlamış.

Yerlere evlerindeki halıları sermişler.

Günümüzde bazı hainler "Keşke Yunan galip gelseydi." diye hönkürüyorlar.

Bazı cahiller de bunları var güçleriyle alkışlıyorlar.

Neymiş?

Yunan galip gelseydi halife yerinde duracakmış.

Şıhlar, dervişler işlerine devam edecekmiş.

Tekke ve zaviyeler kapatılmayacakmış.

Adam, milletin ezan sesi duyamamasını umursamıyor. 

Camiye gidememesini umursamıyor.

Ezan okunmasın, millet camiye gidemesin ama halife yerinde dursun, şıhı, dervişi, meczubu saltanatına devam etsin.

Tek dertleri bu.

Din umurlarında değil.

Makam ve mevkilerini, bedavadan kral gibi yaşama imkanlarını kaybettiler, asıl üzüldükleri bu.

Bunu söyleyemediklerinden din, iman vb. sözlerle milleti kandırıyorlar.

Gerçek apaçık ortada.

Kurtuluş Savaşı'nı ve bu savaşı yapan maraşalden ere kadar tüm insanları küçümseyen, kötüleyen, onlara çamur atmaya çalışan herkes haindir.

Vatana ihanet etmektedir.

Millete ihanet etmektedir.

Dine ihanet etmektedir.

Gerisi hikaye.


3 Eylül 2023 Pazar

Başkomutan Meydan Muharebesi Nasıl Gerçekleşti?

  29-30 Ağustos 1922 akşamı harekat başkanı Cephe Komutanı İsmet (İnönü) Paşa'nın yanına gelir.

Elinde bir harita vardır.

Haritanın üzerinde Türk ve Yunan birliklerinin yeri işaretlenmiştir.

Haritaya bakan İsmet Paşa, hemen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya giderek haritayı göstermesini söyler.

Harekat başkanı Başkomutana haritayı gösterince derhal Cephe Komutanı İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa ve 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa'yı çağırmasını söyler.

Bahse konu kişiler gelince Mustafa Kemal Paşa, Yunan 1. ve 2. Kolordularının büyük kısmının kuşatılmak üzere olduğunu söyler. 

Sonra sabahleyin ne yapacaklarını açıklar.

İsmet Paşa karargahta kalacaktır.

Fevzi Paşa, 2. Ordu ve Süvari Kolordusuna giderek kuşatmayı sıkılaştırmalarını söyleyecek ve hareketlerine nezaret edecektir.

1. Ordu Komutanı ve kendisi ise güneyden kuşatılan Yunan birliklerine yaklaşacak ve muharebeleri yakından sevk ve idare edecektir.

Ertesi gün, yani 30 Ağustos 1922'de herkes yerini almıştır.

Aslıhanlar bölgesindeki Yunan birliklerine Türk birlikleri yoğun ve şiddetli bir şekilde taarruz eder.

Göğüs göğse yapılan muharebeler sonucunda Yunan ordusunun önemli bir kısmı etkisiz hale getirilir.

Aslıhanlar bölgesinde yapılan bu muharebeye, Başkomutan muharebeyi bizzat sevk ve idare ettiği için Cephe Komutanı'nın teklifi ile Başkomutan Meydan Muharebesi denir.

29 Ağustos 2023 Salı

Cemil Çeto isyanı

 Türkiye'de Milli Mücadele sırasında başlayan ve 1938'e kadar devam eden süreçte irili ufaklı birçok isyan çıkmıştır.

Bu isyanlardan biri de Cemil Çeto isyanıdır.

Peki kimdir bu Cemil Çeto?

Bu soruya benim karşılaştığım çoğu insan doğulu bir aşiret reisi şeklinde cevap vermektedir.

Bu adamın Cumhuriyet döneminde isyan ettiği bilinmekle beraber daha önce ne yaptığı pek bilinmemektedir.

Aslında Cemil Çeto, Cumhuriyete isyan etmiş bir aşiret reisi filan değildir.

Osmanlı döneminde ve özellikle de 1. Dünya Savaşı sırasında kurduğu silahlı çete ile eşkıyalık yapan biridir.

Faaliyet bölgesi Bitlis ve Siirt kırsalıdır.

Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, doğu cephesinde görev yaparken Kasım 1916'da Bitlis ve Siirt'e birlikleri teftiş için gittiğinde üç-dört defa Cemil Çeto ve beraber eşkıyalık yaptığı Derviş'e haber göndermiş. 

Eşkıyalığı bırakmalarını, bunu yaparlarsa kendilerini affederek istedikleri yerde yaşamalarına izin vereceğini bildirmiş.

Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekilerin Siirt'ten dönüşlerinde, Kezer Suyu'nu geçip Garzan istikametine giderken ücra bir yerde Cemil Çeto ve adamları tam silahlı olarak karşılarına çıkmış.

Eşkıyaların sayısı Mustafa Kemal Paşa'nın yanındakilerden çok daha fazlaymış.

Paşanın yaverleri, eşkıyaların pusu kurduğunu zannetmişler.

Fakat Cemil Çeto, koşarak Mustafa Kemal Paşa'nın yanına gelmiş ve elini öpmüş.

Kendisinin ve adamlarının affedilmesini istemiş.

Mustafa Kemal Paşa da Cemil Çeto ve adamlarına nasihatlerde bulunmuş ve affedildiklerini, dağdan inebileceklerini, tutuklanmayacaklarını söylemiş.

Bunun üzerine Çeto ve yanındakiler tekrar Mustafa Kemal paşanın elini öpmüşler ve ayrılmışlar.

Fakat Çeto ve adamları eşkıyalığa devam etmiş.

Cumhuriyet döneminde de bu eşkıyalığa devam etmeye kalkışınca isyan ettikleri gerekçesiyle yapılan operasyon sonucunda etkisiz hale getirilmişler.

Alaturka (Ezani) ve Alafranga (Zevali) saat sistemine göre zaman nasıl ifade edilir?

 Doktora çalışmam sırasında Osmanlı döneminde kalan belgeleri de inceliyordum.

Bu belgelerde saatten önce evvel ve sonra tabirleri kullanılıyordu.

Bunun ne demek olduğunu bilmediğimden olan olayların günün hangi saatinde olduğunu kestiremiyordum.

Tez konum tarihle ilgili olduğundan zaman önemliydi.

Bu yüzden bunların anlamlarını araştırdım.

Osmanlı döneminde halk arasında Alaturka veya Ezani denilen ve Alafranga veya Zevali denilen iki çeşit saat kullanılıyormuş.

Ezani saate göre güneşin battığı anda saatin 12 olduğu kabul edilirken Zevali saate göre öğlen üzeri güneşin tam tepede olduğu an saatin 12 kabul ediliyormuş.

Resmi yazışmalarda genellikle Zevali saat kullanılıyormuş.

Buna göre; gece yarısından Zevala, yani güneşin en tepede olduğu öğlen vakti saat 12'ye kadar olan zamanı belirtmek için "evvel", öğleden gece yarısına kadar olan zamanı belirtmek için de "sonra ifadesi kullanılıyormuş.

Örneğin 5 evvel denildiğinde sabah 5, 5 sonra denildiği zaman akşam üzeri 5, yani 17.00 anlamına geliyormuş.

Cumhuriyet döneminde yapılan düzenlemeyle bu gün kullanılan ve gece yarısını 24.00-00.00 kabul eden tek saat sistemine geçilmiş.

Alparslan ve Atatürk ne dedi?

 1922 yılında bu gün (28 Ağustos) Başkomutan Ataturk, Cephe Komutanı İsmet Pasa, Ordu Komutanı Nurettin Pasa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Pasa Afyon'a geldi ve karargah bu şehirde yerleşti.

Yunan'ın galip gelemeyeceği artık ortaya çıkmış ve günümüzde "Keşke.." diyenlerin dedeleri kara kara düşünmeye başlamıştı.

1071 yılında ise 26 Ağustos'ta Bizans (Doğu Roma) ordusunu mağlup eden Türk ordusu 27 Agustos'ta sağa sola kaçan düşman birliklerini temizlemeye başlamış, bu gün de kaçanları takip ediyordu.

Alpaslan tüm dünyaya; "Biz Anadolu'ya geldik! Yerleşiyoruz." derken Ataturk ise "Boşuna hayal kurmayın. Hiçbir yere gitmiyoruz!" diyordu.

26 Ağustos 2023 Cumartesi

"Keşke Yunan galip gelseydi." diyenlerin acı günü.

Bu gün 26 Ağustos Cumartesi.

Keşke Yunan galip gelseydi diyenlerin yarasını deşmek gibi olacak ama hatırlatayım.

1922 yılında bu gün, sabahın erken saatlerinde topçu hazırlık atışının ardından Türk ordusunun taarruzu başladı.

Fesligiller ve avenesini bu gün bile üzüntüye gark eden bu taarruzun ardından kısa sure içinde güneyde yunan savunma hatlarının ilk mevzileri askerlerimiz tarafından ele geçirildi.

Sonrası malum.

30 Ağustos, Başkomutan Meydan Muharebesi'nde Yunan'ın beli kırıldı.

9 Eylül'de ise kaçabilen Yunan askerleri ve işbirlikçi hainler, Yunanistan'a kaçtılar.

Hepsi değil tabii.

Kalanlar hala o dayağı hatırlayıp ağlamaklı.

Şöyle diyorlar: "Keşke Yunan galip gelseydi! Keşke Fransız galip gelseydi!"

20 Ağustos 2023 Pazar

Birinci Dünya Savaşı sırasında isyan eden Arapların Türk nefreti

 Lawrence'in anılarında da açıkça görüldüğü gibi Araplar, Türklerden aşırı derecede nefret ediyorlardı.

Bunu, Faysal'ın yanına gelip ona tabi olduğunu söyleyen aşiretlerinin biat törenlerinde söylediklerinden anlamak mümkündür. 

Bu törenlerde Faysal, kendisine yeni katılanlara, ellerinin arasındaki Kur'an üzerine "O beklerken bekleyeceklerine, yürürken yürüyeceklerine ve hiçbir Türk'e itaat etmeyeceklerine ama nereli olursa olsun Arapça konuşan herkese iyi davranacaklarına ve Arapların bağımsızlığını can, aile ve maldan üstün tutacaklarına" yenin ettiriyordu.

Ona biat edenler de ondan geri kalmıyorlardı.

Türklerden nefret ettiklerini bazen kendilerine zarar verecek kadar saçma bir şekilde ve aşırıya kaçarak ifade ediyorlardı.

Örneğin, bir Arap aşireti reisi olan Avde, biat töreninden sonra Faysal'ın çadırında oturup Lawrence'nin de bulunduğu çok sayıda Arap ileri gelenlerinin konuşmalarını dinlerken birden "Allah muhafaza!" diyerek ayağa kalkmış ve hızla çadırdan dışarı çıkmış.

Kısa süre sonra da dışarıdan çekiç sesi gelince çadırdakiler merak edip dışarı çıkmışlar.

Avde'nin ağzındaki takma dişleri sökerek bir kayanın üzerine koyduğunu ve bir taşla vurarak parçaladığını görmüşler.

Ne yaptığını sorunca Avde şöyle cevap vermiş:

"Unutmuştu ama şimdi hatırladım. B dişleri bana Şam'da Cemal Paşa yaptırtmıştı. Rabbimin verdiği ekmeği, Türk'ün dişiyle yiyemem."

Faysal, iki yıl boyunca her bölgeden farklı kabileleri birleştirerek Türklere karşı savaşmak için tek bir gaye etrafında toplamak için elinden gelen her şeyi yaptı.

Faysal gibi onunla beraber hareket eden Araplar, sadece Osmanlı İmparatorluğu'na karşı isyan etmiyorlardı.

Türklerden de ölesiye nefret ediyorlardı.

Türklere karşı nefretleri, sadece din kardeşleri değil halifenin ordusunu da mensup olan Türk askerlerini arkadan vurmalarına değil çok caniyane katliamlar yapmalarına da sebep oluyordu.

Faysal ve Araplar bunu yaparken, yanındaki danışmanları Lawrence gibi Hristiyan İngiliz subaylarıydı.

Nereye, ne zaman ve nasıl saldıracaklarını bu Hristiyan subaylar belirliyordu.

Silah, teçhizat, malzeme ve hatta para da İngilizlerce sağlanıyordu.

Onlar zor durumda kaldıklarında biz yüzyıllarca onları koruyup kolladık.

Haçlılara ve Moğollara karşı savaşarak yok olup gitmelerini önledik.

Günümüzde de halen "din kardeşlerimiz" diye Filistin dahil her yerdeki dertlerine üzülüyoruz.

Her türlü yardımı yapmaya çalışıyoruz.

Ülkelerinde savaş çıkınca kaçıp gelenleri muhacir diye sorgusuz sualsiz ülkemize alıyor ve yıllarca bakıyoruz.

Ama Araplar, biz 1. Dünya Savaşı'nda zor durumdayken aynı dinden olduğumuzu hiç umursamadan Hristiyan İngilizleri kedilerine kardeş bellediler.

Sadece o zaman da değil.

Daha birkaç yıl önce, yıllardır Filistin'de Müslüman Arapları katlediyor diye nefret ettiğimiz Yahudilerle, biz Hz. İbrahim ortak dedemiz sebebiyle akrabayız diyerek bize karşı ittifak kurmaktan çekinmediler.

Araplar için biz ümmet değiliz.

Daha doğrusu ümmet Arapların umurunda değil.

Onların umurunda olan millet, Arap milleti.

Peki ama Araplar milliyetçilik yaparken biz niye ümmet deyip duruyoruz?

Arap isyanı, İngiliz ordusuna ne fayda sağladı?

 Birinci Dünya Savaşı sırasında 1916 Haziranında Şerif Hüseyin ve oğulları İngilizlerle yaptıkları anlaşma sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Arap isyanını başlattıklarını ilan ettiler.

Bu isyan başlangıçta İngilizlere pratikte hiçbir fayda sağlamadı. 

İngilizler, bu durumdan hayal kırıklığına uğradılar.

Çünkü Araplar, Türk askeri ile yaptıkları hiçbir çatışmada başarılı olamadılar.

Araplar toplar ateş etmeye başlar başlamaz korkudan çil yavrusu gibi dağılıyor ve dağınık bir şekilde kaçmaya başlıyorlardı.

Ancak yine de Türk ordusuna giderek artan oranda rahatsızlık vermeye başladılar.

Buna paralel olarak, her geçen gün daha çok Türk birliği Arap isyancılarla mücadeleye ayrılmaya başlandı.

Bunun sonucunda, 1917 yılı ortalarında İngilizler, Türklerin Arap isyanı ile uğraşmaya neredeyse kendileri ile savaşmaya ayırdıkları kadar asker ayırmak zorunda kaldıklarını fark ettiler.

Bunun üzerine Araplara silah, teçhizat ve danışman yardımını artırdılar.

Türklerin Arap isyanına daha fazla asker ayırmalarının sebebi, Arapların doğrudan yaptıkları saldırılardan çok artan pusular, ikmal konvoylarına ve demiryolu istasyonlarına yapılan baskınlar, demiryolu ve telgraf hatlarının tahrip edilmesinden kaynaklanıyordu.

Bunu fark eden Lawrence, Arap isyancılar için belirlenen strateji ve taktiklerin değiştirilmesi gerektiğine, doğrudan Türk askerleri ile savaşmak yerine yıpratma muharebesine dayanan bir strateji uygulanmasına karar verdi.

Bu strateji gerçekten de etkili oldu.

Savaşın sonuna kadar Türk ordusu, geniş bir cephede isyancıların baskın, pusu ve tahriplerini önlemek için yayılmak zorunda kaldı.

Buna rağmen Arap isyancıların eylemleri önlenemedi.

Haberleşme ve ikmal faaliyetleri aksadı.

Bu da ordunun gücünün erimesine katkı sağladı.

18 Ağustos 2023 Cuma

Lawrence'in Araplar hakkında aşağılayıcı ifadeleri

 Thomas Edward Lawrence'in 1. Dünya Savaşı'nda 1916 yılından itibaren "din kardeşimiz"  olan Arapları bizim aleyhimize kışkırttığı ve isyana sürüklediği söylemlerini duymuşsunuz. Aslında bu ifade tam olarak doğru değildir. Lawrence'in isyana kışkırttığı iddia edilen Haşimiler, daha savaştan uzun yıllar önceden beri Osmanlı aleyhtarı hareketlere öncülük etmiş, isyanlar çıkarmış ve bu sebeple ağır cezalara çarptırılmıştır. 1914 yılında 1. Dünya Savaşı çıkınca bunu kendileri için yeni bir fırsat olarak görmüş ancak daha önceki isyan girişimlerinde Osmanlı ordusu önünde daima hezimete uğradıklarından savaşın gidişatı netleşene kadar fiilen harekete geçmemişlerdir.

Bununla birlikte, Mısır'daki İngiliz makamları ile daima temas ve işbirliği içinde olmuşlar, 1916'da  Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu'da artık tutunamayacağına inanmaya başlayınca da İngilizlerle işbirliği içine girerek fiilen isyan hareketini başlatmışlardır. Arap isyanını sanki Lawrence başlatmış gibi bazı basılı eserlerde yaratılan algı doğru değildir. Lawrence isyan fiilen başladıktan sonra Şerif Hüseyin'in oğullarından biri olan Faysal'ın yanına giderek onunla işbirliği içine girmiştir.

Lawrence'nin ve Arap isyanının savaşa etkisi de bu gün çoğu insanın zannettiği kadar büyük olmamıştır. Arapların Osmanlı'ya isyan ettiği 1916 yılında Türk ordusu İngilizler karşısında başarılı muharebeler vermiştir. Arap isyanını çok da önemsememiştir. Haşimilerin ele geçirebildiği yerleşim yerleri çok sınırlı kalmıştır. Suudların Medine'ye yaptığı taarruz ise hezimetle sonuçlanmıştır. Hatta şehirden çıkan Türk birlikleri başarılı tedip harekatları icra edince bazı Arap aşiretleri Türk ordusuna destek vermiştir.

Zaten Lawrence'in hatıralarından da Arapların Türk ordusu karşısında muharebelerde hiçbir varlık gösteremediği, bu sebeple kendisinin yönlendirmesiyle ikmal birliklerine pusu, demiryolu ve telgraf hatlarını tahrip gibi faaliyetlere yöneldiği anlaşılmaktadır. Başlangıçta, bu tür saldırılar da büyük bir etki yaratmamış ve İngilizlere bir avantaj sağlamamıştır. Bu durum, Arap isyanının ilan edildiği Haziran 1916 tarihinden bir ay sonra (temmuz ayında) Türk ordusu ikinci Kanal Harekatını icra etmesinden de anlaşılabilir.

Lawrence, savaş sonrasında popülerleştirilerek kahramanlaştırılmış bir figürdür. Yazdığı kitap ve sonra basın organlarında çıkan haberler sayesinde kahramanlaştırılmıştır. Bunda, onun hakkında yapılan belgeseller ve filmlerin de etkisi büyüktür. Aslında Lawrence, tuhaf ve tartışmalı bir kişiliktir. Örneğin, savaş sonrasında yaptıklarından savaş sırasında birlikte olduğu Faysal'a ve onun nezdinde Araplara karşı duygusal bir bağ oluşturduğu anlaşılmaktadır fakat yazdığı eserde Arapları küçümseyen ve hatta aşağılayan ifadeler kullanmaktan da geri kalmamıştır. 

Lawrence'in ifadelerinden bu aşağılama açıkça görülmektedir. Örneğin Araplar hakkında şunları yazmıştır: "Arap, bir fikir üzerinde, bir ipin üzerindeymiş gibi sallanabilirdi; zira aklının söz verilmemiş bağlılığı onu itaatkar bir hizmetkar yapardı. Başarı ve onunla birlikte sorumluluk, görev ve taahhütler gelene kadar hiçbir şekilde bu bağdan kurtulamazdı. Sonra fikir gitti ve iş bitti mi, harabe halinde. Bir itikata sahip olmadan, dünyanın zenginlikleri ve zevkleri gösterilerek dünyanın dört bir yanına götürülebilir (ama cennete değil); ancak bu şekilde yönlendirilen yolda, başını yaslayacak hiçbir yeri olmayan ve rızkı için sadaka veya kuşlara muhtaç bir fikir peygamberine rastlasa, o zaman servetini onun ilhamı için terk eder. O, bu fikrin iflah olmaz çocuğudur; beceriksiz ve renk körüdür; bedeniyle ruhu sonsuza dek ve kaçınılmaz olarak uyuşmaz. Aklı tuhaf ve karanlıktır; depresyon ve coşkuyla dolu, kuraldan yoksundur; fakat dünyadaki diğer herkesten daha şevkli ve inancı daha mümbittir. Hayalin en güçlü güdü, sonsuz bir cesaret ve çeşitlilik süreci ve sonunun da hiçlik olduğu başlangıçların insanıdır. Su kadar kararsızdır ve belki su gibi sonunda üstün gelebilir. Hayatın şafağından beri birbirini izleyen dalgalar halinde, insan etine hücum etmektedir. Her dalgası kırılmış fakat tıpkı deniz gibi vurduğu kayadan ancak tozları alabilmiştir." (T.E.Lawrence, Çölde İsyan, Osmanlı Ortadoğu'yu Nasıl Kaybetti?, Kronik Yayınları, 2023, İstanbul, s. 7)

Lawrence bunları söyledikten sonra, tüm bu olumsuzluklara rağmen Arapları yola soktuğundan ve onları Şam'a kadar başarıyla sürüklediğinden bahseder. Burada açıkça, "elimdeki malzeme çok kalitesizdi ama ben çok yetenekli olduğumdan bu malzemeye rağmen başarılı oldum" demeye çalışan bir megalomanın izleri görülmektedir. Ama çoğu Arap, onu minnetle anmaktadır. Üstelik kandırılıp İngiliz çıkarları için kullanıldıktan sonra Paris Barış Konferansı'nda kendilerine verilen hiçbir söz tutulmadığı halde. 

16 Ağustos 2023 Çarşamba

Osmanlı İmparatorluğu'nda faiz yasal olarak var mıydı?

İnternette bir video seyrettim. 

Adamın biri Osmanlıda faiz yok diyor.

Bir suru de hikaye anlatıyor.

Halbuki Fatih döneminde bile yasal bir şekilde faizle para alınıp verilebiliyordu.

Hem de faiz oranları çok yüksekti.

Bu durum Osmanlı'nın son dönemlerinde daha da yaygınlaştı.

Evliya gibi görülen 2. Abdülhamit döneminde de durum böyleydi.

Bunu anlamak için Eytam sandıkları (yetim sandıkları) mevzuatına ve uygulamalarına bakmak bile yeterli.

Sandığın ana geliri faiz.

Ayrıca devletin aldığı iç ve dış borçlar var.

Gavur sevabınaborç veriyordu?

Elbette faizle veriyorlardı borcu.

Yani Osmanlı'da hem devlet hem de bireyler faizle borç alıyordu.

İçinde bulunduğumuz zaman, yalancıların, sahtekârların en bol olduğu zaman.

Sözde Osmanlı'da bankaya gidip borç para alınca size bir kitap veriyorlarmış.

Mesela yüz lira borç aldınız, size bir kitap verip 2-3 lira kitap parası alıyorlarmış.

Bu faiz olmuyormuş.

Hile-i şeriye oluyormuş.

Hile ise bu gün kullanıldığı şekilde kötü anlamda bir kelime değilmiş.

Dine uygun hale getirme demekmiş.

Böyle bir uygulama olduğunu hiç duymadım.

Hadi bu uygulama var diyelim.

Atalarımız kendilerini mi kandırıyormuş yoksa haşa Allah'ı mı kandırmaya çalışıyorlarmış?

Kelime oyunlarıyla bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek mümkün mü?

Öte yandan, bu iddiada başka sakatlıklar da var.

İşi kitabına uyduracağım diye 10 paralık kitabi 2-3 liraya satıp müşteriyi kazıklamak günah değil mi?

Müşteri kitabı almak istemediğinde ne yapıyorlarmış?

Üstelik Osmanlı'da hiçbir zaman faiz yüzde 2-3 gibi düşük bir oranda da olmamıştır.

Yani böyle bir uygulama vardıysa, 10 paralık kitap için en az 15 lira almaları gerekiyordu.

Çünkü, yanlış hatırlamıyorsam Eytam Sandıkları faiz oranları en düşük yuzde 15 civarındaydı.

Ama faizi pesin olarak ana paradan kesiyorlardı.

Örneğin 100 lira kredi aldınız.

Yüzde 15 faiz peşin alınınca size 85 lira veriyorlardı.

Sonra siz 100 lira parayı belirtilen vadelerde geri ödüyordunuz.

Yani aslında 85 lira kredi için 15 lira faiz ödüyordunuz.

Böylece, resmi faiz yüzde 15 olmasına rağmen gerçekte daha yüksek faiz ödüyordunuz.

Osmanlı'da faiz vardı ve görüldüğü gibi oldukça yüksekti.

Bazen gerçek faiz yüzde 50'den fazla oluyordu.

Gerçekleri saklamanın veya çarpıtmanın kimseye faydası yok.

Lütfen bu işleri bırakalım.

Günahtır.

Yazıktır.

Vebali büyüktür.





Atatürk'ün Cuma gününü tatil yapmasına karşı çıkan yobazlar.

Cumhuriyetin ilanından sonra, Cuma günü resmi tatil olarak kabul edildi. 

Bu uygulamaya, dindar geçinen çevrelerden büyük bir destek geldiğini düşünebilirsiniz.

Ama öyle olmadı.

Bazı siyasal İslamcı milletvekilleri ve din adamları, camilerde "Tatil yapmak dine aykırıdır." veya "Cuma gününün tatil ilan edilmesi gavur adetidir." diye vaazlar verdiler. 

Atatürk, yurt gezileri kapsamında gittiği şehirlerde cuma gününün tatil ilan edilmesini savunmak ve halka benimsetmek için konuşmalar yapmak zorunda kaldı.

Bu konuşmalarında şunları söylüyordu.

"Tatil yapmak dine aykırıdır demek kadar dinsizlik, imansızlık, küstahlık olamaz. 

Onlar çağdaş olmayı, kafir olmak sanıyorlar. 

Asıl küfür, onların bu düşünceleridir.

Ey halk! 

Dinlemeyiniz. 

Böyle akıl ve anlayış karşıtı sözleri söyleyenlerin başlarında sarık, üzerlerinde milletvekilliği de olsa, hatta öyle sözleri size ben bile söylesem dinlemeyiniz."

Fes, Osmanlı İmparatorluğu'nda ne zaman ve neden kullanılmaya başlanmıştır?

 Sultan II. Mahmut, 1826'da Vakayı Hayriye diye bahsedilen olaylar sonucunda Yeniçeri Ocağı'nı kaldırınca hızla modernleşme adımları atmaya başlamış. Bu kapsamda modern usullere göre teşkilatlanan, eğitilen ve giyinen yeni bir ordu kurmuş. Toplumda birlik ve beraberlik duygusu yaratmak için kıyafette birlik sağlamak için kıyafette modernleşmeyi ülkeye yaymaya çalışmış. Buna da yeni ordunun kıyafetiyle başlamış. Bu konuda o kadar büyük bir tepkiyle karşılaşmamış.

Ancak en büyük sorun insanların taktığı başlıklarmış. Sultan başlıkta da değişikliğe gitmek istiyormuş çünkü toplumda her kesim farklı bir başlık takıyormuş. Bunun için Avrupa'dan çeşitli serpuşlar getirtmiş. Fakat ulemadan çok yoğun itirazlar ortaya çıkmaya başlamış. "Bu serpuşlarla namaz kılmak güç olur.." diyorlarmış. Sarık takmakta ısrar ediyorlarmış Bunun üzerine Yeniçerileri yenen Sultan, sarığa yenilmiş. Böylece serpuş kullanma fikri askıya alınmış.

Bu sırada Serasker Hüsrev Paşa, Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa'nın ordusunu örnek alarak yeni askeri birlikler kuruyor ve donanmayı modernize ediyormuş. Orduyu eğitmek için Fransız uzmanlar getirtmiş ve Fransa ordusununki gibi kıyafetler diktirmiş. Şapka konusu ulemadan kabul görmediği için askerlerin başına ne giydireceğini düşünüyormuş. 

Kısa bir araştırmadan sonra Tunus'ta giyilen fesin uygun olacağını düşünmüş. Bir tabur askere yetecek kadar fes getirtmiş ve selamlık resminde bir tabur yeni askerlere bu yeni başlığı giydirmiş. Avrupa başlıklarına pek benzemediği için bu başlığın tepki görmeyeceğini düşünüyormuş. Padişah bu yeni başlığı görünce çok beğenmiş.

Padişah hemen Tunus'tan 50 bin fes getirilmesini emretmiş. Ayrıca Fes Nazırı atamış ve bu başlık ülke içinde üretilmeye başlanmış. Askerler ve memurlar zorunlu olduğu için bu başlığı giymiş. Fes, halk arasında da hızla yayılmaya başlamış. Fakat ulema fese de karşı çıkmış. Padişah'a direnç göstermiş. Fes için gavur başlığı demişler. Padişah'a da modern kıyafetler fe başa da fes giydirdiği için gavur padişah demişler. Ama Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdıktan sonra tüm gücü eline alan padişah, sert tedbirlerle tüm itirazları ortadan kaldırmış.

Fes giymeyi reddeden memurlar hapse atılmış. Fes'e karşı çıkan ulema da cezalardan nasibini almış. İlginç bir şekilde II. Abdülhamit döneminde fes giymeyi bırakıp sarık takmaya kalkan memurlar da cezalandırılmış. Üstelik bu dönemde Osmanlı'da şapka giyilmeye başlanmış. Memurlardan şapka giyenler de cezalandırılmış. 

Bu baskı ve zorlamalar sonuç vermiş. Fes ümmetin başlığı olarak kabul edilirken Tanzimat'tan sonra Osmanlıcılık devletin resmi ideolojisi olduğundan fes de Osmanlıların başlığı olmuş. Gavur başlığı diye ulemanın önceleri karşı çıkmasına rağmen fes hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler tarafından giyilen neredeyse Osmanlının milli başlığı ve Osmanlıcılık ideolojisinin sembolü haline gelmiş. 

Öyle ki, Mondros Mütarekesi sonrasında Osmanlıdan ayrılmak isteyen Hristiyan azınlıkların çoğu fes yerine şapka giymeye başlamışlar. Şapka, ayrılıkçılığın işareti olarak kabul edilir olmuş. Ancak bazı Hristiyanlar fes giymeye devam etmişler ve Müslümanlar tarafından hala Osmanlıya bağlı kalmak isteyen gayrimüslimler var şeklinde algılanmış. Fes giyen gayrimüslimler, Osmanlı bayrağı altında yaşamak isteyen sadık uyruklar olarak kabul edilmiş. Yani fes; yalnız din veya milliyetin değil, bayrak gibi uyrukluk alameti olarak görülüyormuş.

İlginç bir şekilde Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da fes ortadan kalkmaya başlamış. Onun yerini kalpak almış. Kalpak da sadece bir başlık değil, Kurtuluş Savaşı'nı destekleyenlerin, Kuvayı Milliyecilerin, milliyetçilerin sembolü haline gelmiş. Fakat savaş zaferle sonuçlandıktan sonra kalpak giyenler azalmaya ve fes giyenler yeniden artmaya başlamış. Fes tekrar Müslümanlığın, uyrukluğun ve milliyetin göstergesi haline gelmiş.