.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

13 Mayıs 2016 Cuma

İnsan Topluluklarının Çoğalması ve Kitlesel Savaşların Ortaya Çıkışı. Multiplying of the human societies and emergence of massive battles.




İnsan Topluluklarının Çoğalması ve Kitlesel Savaşların Ortaya Çıkışı. Multiplying of the human societies and emergence of massive battles.

(Savaşlar, İnsan, Nüfus artışı)

     Tüm bunların sonucunda grubumuzun tehdit değerlendirmesinde değişimler meydana gelmeye başlamıştır. Eskiden değişik yırtıcı hayvanlar esas tehdit olarak kabul edilirken artık kendileriyle aynı cinsten fakat farklı gruplara mensup insanlar tehdit değerlendirmesinde giderek daha üst sıralara yükselmeye başlamıştır. Muhtemeldir ki insanların, diğer insanlarla, gruplar halinde karşılıklı savaştığı ilk planlı askeri hareketler bu evrede ortaya çıkmıştır. İnsanların o zamanlar kendilerine saldıran yırtıcılara karşı savunma maksatlı, hayvan sürülerine karşı saldırı maksatlı birçok yöntem geliştirmeye başlamalarının uzun bir tarihi vardır. Bunlardan belli bazı taktik ve stratejiler geliştirmişler, bölgelerine giren yabancı insanlarla yaptıkları tesadüf muharebelerinden de hayli çok yakın çatışma tecrübeleri edinmişlerdir. Yani insanlarla henüz kitlesel bir harp yapmamış olsalar da hayvanlarla girdikleri mücadelelerde askeri kültürün oluşmasına yetecek kadar bir şiddet uygulama tecrübeleri vardır.
Av partilerinin savaş taktikleri geliştirmek için kullanıldığı, tarihin her döneminde görülmektedir. İnsanoğlu, dünyaya yayılmaya başladığı ilk dönemde olduğu gibi bunu günümüze hayli yakın tarihlere kadar uygulamaya devam etmiştir. Cengiz Han’ın bir sefere çıkmadan önce, bozkırda tüm askerlerinin katılımıyla haftalar hatta aylar süren kitlesel av partileri düzenlediği bilinmektedir. Bu avlar esnasında günümüzde yapılan askeri tatbikatlarda olduğu gibi ordunun eğitimi ve mevcut tekniklerin geliştirilmesi, yeni taktik ve stratejilerin bulunması gibi faaliyetler yapılmıştır. Aynı şekilde av partilerinde ortaya çıkan uygulamaları askeri taktikler ve stratejiler halinde kullanan bazı Afrika kabilelerinin bu sayede kabile hudutlarını genişleterek devlet olarak kabul edilebilecek bazı yapılar oluşturdukları da bilinmektedir. Burada ilginç bir husus, sadece insanların yaptığı avların değil, yırtıcı hayvanların avlanırken kullandıkları yöntemlerin de gözlemlenerek askeri taktik ve strateji olarak geliştirilmesidir. Tüm bu sebeplerle, yakın zamana kadar birçok ülkede köpeklerin de kullanıldığı sürek avları; kralların, askerlerin ve seçkinlerin en yaygın uyguladıkları bir spor dalı olmaya devam etmiştir.
Burada, takip ettiğimiz insan grubuna dönecek olursak; şimdiye kadar nasıl av hayvanı sürülerinin yaşam alanları takip edilip hangi mevsimde tam olarak nerede bulundukları tespit ediliyor, bazen de bu hayvanların durumlarını ve toplu yaşadıkları yerleri tespit etmek için küçük keşif kolları gönderiliyorsa, şimdi de bu yeni düşmanlar (diğer insan toplulukları) hakkında sistemli olarak bilgi toplanmaya başlanır. Karşılaşılan gruplar uzaktan takip edilerek gittikleri yönler, yaşadıkları yerler, bu yerlere gitmek için uygun yaklaşma istikametleri belirlenmeye çalışılır. Artık, insanoğlunun kendi türünden olan canlıların oluşturduğu diğer gruplarla kıyamete kadar sürecek sistemli ve planlı şiddet uygulama faaliyetleri, yani savaşlar başlamak üzeredir.
Uzun süredir komşu bölgelerde yaşayan insan toplulukları hakkında bilgi toplanmakta olduğundan artık hangi yönde ve ne kadar uzakta hangi grupların yaşadığı, bu gruplara mensup insan sayısı, ne tür silahlar kullandıkları, bölgelerindeki su ve yiyecek kaynakları, bu grupların yaşadıkları bölgelerin savunmaya ve saldırıya uygunluk durumları hakkında yeterince bilgi toplanmıştır.
Sonunda, artık hayli kalabalıklaşmış bir klan haline gelen gurubumuzun yaşlıları ve lider konumunda olan kişileri toplanarak bir durum değerlendirmesi yaparlar. Eğer amaçları artan nüfus için yeni yaşam alanları bulmaksa, bu amaca en uygun hedeflerin hangileri olduğuna, yok eğer kendi bölgelerine çok sık girdiklerinden klanlarına saldırabileceğini düşündükleri bir komşu klanı etkisiz hale getirmekse, bunlardan saldırı için hangisinin en uygun olduğuna karar verirler.
Bu karar verildikten sonra saldırı planlarının yapılmasına ve yeni silahların hazırlanmasına hız verilir. Toplumun eli silah tutan erkekleri askeri bir hiyerarşi oluşturacak şekilde teşkilatlandırılır. Keşifler artırılır ve keşfe karşı koyma tedbirleri alınır. Savaşçılar grubu, saldırı için klanın yanından ayrılıp yaşam alanı dışına çıktığında, fırsatı değerlendirmek isteyebilecek diğer gruplara karşı geride bırakılacak insanlardan klanı savunabilecek şekilde bir savunma grubu teşkil edilir. Klanın yaşadığı bölgede doğal engellerden de yararlanılarak arazi düzenlenir ve savunma tedbirleri kuvvetlendirilir. Savaş kararı verilip toplum savaşa göre yeniden teşkilatlanınca savaşamayacak durumda olanlara da bazı görevler düşer. Bunlardan yetenekli olanlar mızrak ve bıçak gibi silahlar yaparak savaşçılara verir. Bunun karşılığı olarak kendilerine av hayvanlarından pay veya avların kürklerinden elbise vb. şeyler verilir. Artık tarihin ilk orduları ile birlikte ilk savaş sanayii ve ticareti de başlamak üzeredir. Hazırlıklar tamamlanınca, son planlama ve koordinasyonun yapılması ve emirlerin verilmesi için bir toplantı daha yapılır. Bu toplantıdan sonra artık savaş başlamak üzeredir.
Öncelikle geride kalanların savunmalarını güçlendirmek için bazı yetenekli kişiler mağara ağızlarına taş ve çamur kullanarak duvarlar örerler, mağaraların önlerine geçişi engelleyecek genişlik ve derinlikte hendekler kazılır ve böylece ilk savaş intikamcılığı başlamış olur. Sağa sola renkli taşlarla resimler çizen birileri mağara duvarlarına daha önce çizdiği av sahnelerinin yanına savaş hazırlıklarını gösteren resimler çizer. Ölüleri gömen, hastaların içine giren kötü ruhları kovan, tanrılar ve ruhlarla konuşan şaman, savaşa gidecek olanları desteklesin ve korusunlar diye tanrılara ve ruhlara çağrı yapmak için bir ağaç kütüğüne vurarak çıkardığı seslerle ritmik bir şarkı söylemeye ve dans etmeye başlar. Tanrıları simgeleyen resimler ve basit heykellerin yapımı da bu dönemde artış gösterir. Hayvanların gözlemlenmesi ve tesadüfler sonucu edinilen deneyimlerden; hastalıkların iyileştirilmesinde, yaralanmalarda kanın durdurulması ve yaranın iyileştirilmesinde işe yarayan bitkiler ve yöntemler keşfedilir. Yemekleri muhafaza etmek için uygun taşlardan ve ağaç parçalarından basit kaplar yapılır. Yine tesadüfen ateşte kalan kilin sertleştiği öğrenildiğinden kilden kap kacak ve testi gibi eşyalar üretilmeye başlanır.
Askeri bir yapı olarak örgütlenen gençler, yaşam alanının giriş ve çıkış bölgelerine, topluluğun yaşadığı mağaralara gelen yaklaşma istikametlerine küçük askeri birimler halinde gözetleme, keşif ve pusu gibi askeri faaliyetler için gece gündüz gönderilmeye başlanır. Yaklaşan düşman küçükse bu kollar tarafından etkisiz hale getirilir. Eğer kalabalıksa merkezdeki orduya, haberci gönderilerek veya değişik hayvan sesleri taklit edilerek haber verilir. Belki de bazı ağaç kütükleri, ses çıkarma özelliklerinden yararlanılarak bir sopayla belli ritimler çıkaracak şekilde vurularak alarm ve haberleşme maksadıyla kullanılır. Haberi alan askeri grup hemen olay yerine doğru yola çıkar. Yabancı grup takip edilir. Pusuya düşürülerek veya doğrudan saldırılar yapılarak etkisiz hale getirilir. Öldürülen bu yabancıların silah ve eşyaları ilk savaş ganimetleri olarak savaşçılar arasında paylaşılır. Kıtlık dönemlerinde bu yabancıların besin olarak görüldüğü ve yenildiği de olur. Bazı bilim adamlarının iddialarına göre bu gün yaşayan insanların hemen hemen hepsinin atalarının geçmişte bazı dönemlerde yamyamlık deneyiminden geçtikleri iddia edilmektedir. Hatta bu alışkanlık bazı Uzakdoğu bölgelerinde yaşayan kabilelerde yakın zamana kadar devam etmiştir.
Zamanla grubumuzun yabancılarla, gerek kendi bölgelerinde gerekse komşu bölgelerde karşılaşmaları ve çatışmaları giderek artar. Hayat daha zor ve daha tehlikeli bir hale gelmiştir. Bu gelişmeler esnasında, sel, kuraklık vb. bazı doğal afet ve kıtlık dönemleri de yaşanmaya devam etmektedir. Bu dönemler yiyecek arayan yabancı grupların hareketlerini daha da artırır. Bu sebeple karşılıklı çatışmalar ve yamyamlık artar.
Klan lideri, ihtiyarlar ve savaş grubu liderleri ile toplanıp yeniden durum muhakemesi yapar. Uzun süredir araştırdıkları komşu gruplardan en büyüğünün kendilerine saldırılar yapabilecek en büyük tehdit olduğu ve erken davranılarak bu gruba bir baskın yapılmasına karar verilir.
Uzun süredir karşılaşılan bu grup üzerinde keşif ve gözetleme faaliyetleri artırılır. Yaşadıkları yer kesin olarak tespit edilir. Savunma tedbirleri, yaşadıkları yerin coğrafi özellikleri, savunmaya uygunluk derecesi ve saldırı için uygun yaklaşma istikametleri, emniyet tedbirlerinin en zayıf olduğu zamanlar tespit edilerek saldırı zamanı belirlenir.
Artık nüfus oldukça artmıştır. Komşu bölgelerden yapılan ihlaller de arttığından gıda temin etmek daha sıkıntılı bir hale gelmiştir. Komşu bölgelerde de nüfus hızla artmakta olduğundan artık bir an önce eyleme geçerek henüz belirli bir üstünlükleri varken komşu bölgelerdeki tehdidin büyümeden ortadan kaldırılması gerekmektedir. Şu andaki nüfuslarıyla ancak tek bir gruba saldırmaya yetecek kadar güçleri vardır. Çevrelerindeki grupların birleşmesi, ittifak yapması veya bir grubun diğer gruba saldırarak o grubun nüfusuna da el koyması durumunda yalnız başına bu tehditleri ortadan kaldıramayacak duruma düşme ihtimali vardır. Yani harekete geçmek için zaman gittikçe daralmaktadır. Bu sebeple hemen, en yakındaki, en büyük tehdit oluşturan gruba saldırmaya karar verilir.
Sabah, her zaman ava çıkarken yaptıkları gibi, mağaralar bölgesinde toplanan grup, herkesin hazır olduğu tespit edildikten sonra yola çıkar. Bu şimdiye kadar yapılan yolculuklardan biraz farklı bir yolculuktur. Her savaşçı tüm silahlarını yanına almıştır. Vücutlarını korumak için ağaç kabuklarından ve kalın hayvan derilerinden basit zırhlar yapılarak bunlarla vücutlarının hayati bölgeleri kapatılmıştır.
Grup bütün gün yürüdükten sonra yaşam alanı sınırı yakınındaki bir ağaçlıklı tepeye çıkarak hava tamamen kararana kadar gizlenir. Saldırı yapılacak grubun yaşadığı bölgenin son keşifleri yapılır ve gece saldırıyı yapacak büyük grubun hedefe doğru yönlendirilmesi için belirli yerlere kılavuzlar yerleştirilir. Keşifler tamamlanınca, eğer gerekiyorsa, planda son değişiklikler yapılır. Saldırı yapılacak grubun uyumaya başladığı saatlerde gizlenilen yerden yola çıkılır. Hedefe belli bir mesafeye kadar yaklaşılınca, görevli unsurlar plana uygun olarak saldırı bölgesini çepeçevre kuşatacak şekilde arazide uygun yerlere yerleşmek üzere gönderilir. Sonra saldırıyı fiilen gerçekleştirecek ve hedefe girecek grubun hedefe yaklaşırken ve hedefi etkisiz hale getirdikten sonra geriye çekilirken bir karşı saldırıya uğraması durumuna karşı gerekli tedbirleri alabilecek yerlere emniyet unsurları yerleştirilir. Bu unsurlar da yerini aldıktan sonra hava aydınlanmaya yakın bir zamanda saldırı grubu hedefe yaklaşır.
Daha henüz hava aydınlanmadan ve hedef bölgesindeki nöbetçiler üzerine uyku çökmüş ve hedefte kimse uykudan uyanmamışken, birden bire tüm hücum grubu hedefe saldırır. Kısa ve şiddetli bir saldırıyla hedef bölgesinde tüm yetişkin erkekler öldürülür. Gerçi bazı kadın ve erkekler kargaşadan faydalanıp kaçmış veya yakın bölgelere saklanmıştır ancak bunlar da dış çevrede gözetleme yapan emniyet unsuru tarafından tespit edilip imha edilir. Kaçıp saklanabilen pek az kimse olur. Her savaşçı ele geçirdiği kadın ve çocukları merkezi bir bölgeye getirerek buradaki savaşçıların gözetimine bırakır. Tekrar tekrar geri dönülerek bölgedeki silah, araç ve yiyecekler toplanır ve aynı şekilde merkezi bölgede toplanır. Eğer grubumuz tamamen veya klanlarının bir kısmı ile ele geçirilen yere yerleşmeyi düşünmüyorsa burası yakılarak ve varsa basit duvar yapıları yıkılarak artık barınılamaz hale getirilir.
İşler tamamlanınca hedef bölgesinde fazla oyalanmadan, saldırı grubu ganimetlerle birlikte saldırı bölgesini terk ederek toplanma bölgesine hareket eder. Onlardan sonra kuşatma yapan unsur ve nihayet emniyet unsuru da toplanma bölgesine gelince geceden bırakılan kılavuzların bulunduğu bölgelerden geri dönülür. Karanlık basmadan kendi yaşadıkları yere veya en azında yakınında emniyetli bir bölgeye kadar gidebilmek için hızlı hareket edilir. Saldırı esnasında ölenler ve ağır yaralı olanlar saldırı bölgesine gömüldüğü için hızlarını yavaşlatacak pek fazla bir şey yoktur. Ganimetlerden bir kısmı da alınan esirlere taşıtılmaktadır.
Akşama doğru, klanın barındığı mağaralar bölgesine varıldığında savaşçılar; yaşlılar, kadınlar ve çocuklar tarafından karşılanır. Klanın totemi mağaraların önündeki düz bir alana çıkarılmış, büyük bir ateş yakılmıştır. Şaman gelen savaşçı grubunu kutsamak ve saldırı başarıyla sonuçlandığı için kutsal ruhlara ve tanrılara teşekkür etmek maksadıyla basit vurmalı çalgılar eşliğinde dans ederek bir tören yapar. Trans haline girerek bu savaşta ölen ve daha önce ölmüş olan kişilerin ruhlarıyla konuşur. Şaman töreni tamamlayınca aynı zamanda klanın doktoru olduğundan yaralıların tedavisi için gerekli işleri yapar. Bundan sonra esir alınan kadın ve çocuklar, gösterilen kahramanlıkla da orantılı olarak, reis ve şaman tarafından klan içinde bölüştürülür. Klan reisi ve savaş grubunun liderleri en fazla kadın ve çocuğu alarak klan içinde daha güçlü aileler haline gelirler.
Tarım veya sanayi üretimi henüz ortaya çıkmadığından klasik anlamda işgücünden yararlanmak maksadıyla yapılan kölelik henüz yoktur. Klanda komün bir yaşam olduğundan eş ve çocuklar ile kişisel silahlar hariç sahiplik duygusu da yoktur. Bu sebeple yeni kadın ve çocuklar köleden ziyade aileye katılan yeni üyeler olarak kabul edilirler. Böylece, klan içinde sadece doğurganlık oranları ile değil aynı zamanda aileye katılan esirler sebebiyle de bazı aileler daha kalabalık ve dolayısıyla daha güçlü, bazıları da daha güçsüz hale gelir. Bu durum klanın iç hiyerarşisinde değişikliğe ve yeni bir yapılanmaya sebep olur. Özellikle lider konumunda olanlarla savaşta büyük başarılar gösterenler toplum içinde daha saygın bir konuma yükselmeye başlarlar. Ganimet olayı diğer aileleri de motive ettiğinden artık askerlik cazip bir meslek haline gelmeye başlamıştır.
Şimdi toplumda; yönetici aileler, asker aileler, din adamları ve yukarıda yaptıkları bazı işlerden bahsettiğimiz diğerleri olarak belirgin bir sınıflaşmaya doğru gidilmeye başlanmıştır. Böylece geleceğin aristokratlarının ve krallarının içinden çıkacağı güçlü aile yapılarının temelleri de atılmıştır.
Klanımız, kölelerin de katılımıyla, oldukça büyümüş, kadın sayısının artışıyla birlikte doğum oranlarında da bir artış olmuştur. Böylece; gıda, giyecek, silah ve alet yapımında kullanılacak malzeme ihtiyacı da artmıştır. Gerçi saldırı sonucunda imha edilen grubun bölgesi de klanımızın yaşam alanına eklendiğinden yaşam alanı da büyümüştür. Ancak buna rağmen yine de kıtlık dönemlerinde kaynaklar yetersiz kalabilmektedir. Ayrıca yeni ele geçirilen bölgedeki topluluğun ortadan kalktığını fark eden başka topluluklar boş olduğunu düşündükleri bu grubun bölgesine girmeye, belki de kendi yaşam bölgelerinden daha verimli olduğu için buraya yerleşmeye başladıklarından bu durum yeni çatışma ve mücadeleleri de beraberinde getirir.
Bu çatışmalar ve daha önce bahsedilen tesadüf muharebeleri ile birlikte artık yanı başlarında işgalci bir saldırgan grup olduğunu öğrenen bazı komşu gruplar klanımızı kendi varlıkları için önemli bir tehdit olarak görmeye başlarlar. Bu sebeple gerek tek başlarına, gerekse diğer komşu gruplarla birleşerek klanımıza saldırılar düzenlerler.
Artık toplumun birinci seviyedeki sorunu, dolayısıyla birinci derecedeki önceliği her geçen gün artan saldırganlara karşı klanın ve onun topraklarının korunmasıdır. Gerçi topraklar yapay engellerle kesin olarak çizilmemiştir. Genellikle bir nehir, bir dağ, bir yar gibi doğal engellerin başladığı yerlerde bitmektedir. Ama genel de olsa klanın sahiplendiği belirli bir alan vardır.
Çatışmaların ve tehditlerin arttığı bu dönemde toplum buna uyum gösterecek şekilde değişim geçirir. Klan, eli silah tutan tüm erkeklerin savaşçı olduğu, diğerlerinin de kalan işleri yüklendiği askeri bir topluma doğru dönüşmeye başlar. Klanımız artık, bu günkü ifadesiyle asker millet diye tanımlanacak asker klana dönüşmektedir.
Savaşların artmasıyla, askerlerin ve onların söz geçiremediği, tanrılarla irtibatta olan tek unsur olan din adamlarının toplumdaki etkinlikleri giderek artmaktadır. Bunun sonucu olarak klan lideri öldüğünde liderliği bir askeri lider ele geçirir. Din adamları da tek güç olan askeri grupla mücadele edemeyeceği için askerlerle işbirliği yaparlar ve onların liderliğini güçlendirecek şekilde dini argümanlar geliştirirler. Tabii bu iş karşılıksız değildir. Bu destek karşılığında din adamları da bir özerklik ve dokunulmazlık kazanırlar. Ganimetlerden, bunların kazanılmasında hiçbir katkıları olmadığı halde, klan liderine yakın bir pay alırlar.
Öte yandan liderin gün geçtikçe artan eşleri ve çocukları, zorla ele geçirdiği liderlik konumunda ona nesiller boyu sürebilecek kalıcı bir güç kazandırır. Bu çocuklarından kendi çevresinde merkezi bir askeri ve siyasi güç oluşur. Bu güç liderin yakın arkadaşları olan ve yine nüfus olarak oldukça güçlenmiş olan kişilerle birlikte daha da etkili hale gelir. Klan liderinin etrafında toplananlar; askeri ve idari yönetici kadrosunu oluştururlar. Bunlar, genel halk kitlesinin üstünde bir statüleri olmakla birlikte her zaman klan liderinin en az bir kademe altındadırlar. Bunlar, çok uzun yıllar varlığını ve etkinliğini sürdürecek ilk aristokratları teşkil ederler.
Bu değişimler komşu guruplarda da benzer dinamikler içinde devam eder. Çevrede bulunan ve savaşlarda yenilen gruplar ya tamamen ortadan kalkarlar, ya daha güçlü bir gruba katılarak o grup içinde erirler veya bölgeden uzaklaşarak henüz insanların yaşamadığı uzak bölgelere göç ederler. Böylece insan ırkı dünyanın her köşesine doğru yayılmaya başlar. Bu sayede insanların yaşayabileceği tüm alanlar yavaş yavaş iskân edilmeye başlanır. Bu göçler genellikle savaşlar sebebiyle yaşanmakla birlikte; depremler, kuraklık, sel vb. doğal afetlerle birlikte daha da kitleselleşir.
Bu savaşlar ve göçler sonucunda belli bölgelere yerleşerek hızla çoğalan insan toplulukları birbiriyle gün geçtikçe daha çok karşılaşırlar. Her karşılaşmada birbirleri ile çatıştıklarından yoğun ölümler olur ancak yine de yenen grup yenilenlerin kadın ve çocuklarına el koyduğu için daha savaşçı ve daha yetenekli klanlar diğerleriyle ırksal ve kültürel olarak karışarak daha büyük topluluklar haline gelirler. Saldırı ve yok olma riskini göze alamayan küçük gruplar da bu gruba katılınca, grubun büyümesi daha da hızlanır. Hem sayısal olarak büyümek, hem de başka ırk ve kültürlerin aynı potada erimesi sebebiyle toplum belirli bir dönüşüme uğrar, yani değişir ve gelişir.
Yeni katılanların geliştirdikleri aletler, teknikler ve sistemler işe yarıyorsa yeni grup tarafından aynen benimsenir. Dolayısıyla bu temas ve birleşmelerle daha gelişkin bir toplum ortaya çıkmaya başlar. Artık yavaş yavaş gelişkin sayılabilecek bir dil, genellikle doğa güçlerinin kutsallığına dayanan bir din ve toplumun kendisine has ortak bir kültür oluşmaktadır.

Şimdiye kadar yaşam alanındaki mağaralar vb. yerlerde yaşayan ama sürekli bir yere bağlı kalmayarak yaşam bölgesi içinde sürekli yer değiştiren klanımız artık hep birlikte yer değiştirmek ve tüm mensupları ile aynı anda, aynı yerde konaklamak için çok fazla büyümüştür. Bu durumda, klan içinde oluşan bazı küçük gruplar büyük kısımdan ayrılırlar ve bir tehlike anında kalana kısa sürede sığınabilecek kadar yakın fakat klan liderinin sürekli ve yakından kontrolünden kurtulabilecek kadar uzak bir mesafede yarı bağımsız gruplar halinde yaşamaya başlarlar. Bunlar da aynı yaşam bölgesinde dolaşmakta veya bazen de işgal edilen yeni bölgelere yerleşmektedirler. Bu gruplar genel olarak; klan içi çekişme ve kavgalar yüzünden veya klan liderinin klan üzerindeki kontrolünün gün geçtikçe artmasından rahatsız olan ve bundan uzaklaşarak daha özerk yaşamak isteyen ikinci derece güçlü aileler tarafından oluşturulur. Dolayısıyla orta çağ Avrupa’sında veya Orta Asya steplerindeki göçebeler arasında olduğu gibi birçok bölgesel gücün merkezi bir güce zayıf bağlarla bağlı olduğu federal veya konfedere bir yapı oluşturulur. Bu yapıdaki küçük gruplar da, klanın büyük grubundaki sistemleri taklit ederek kendi askeri yapılarını oluştururlar. Bu yapılar ortak bir dış düşmanla mücadele etmek gerektiğinde askeri güçlerini merkezi yapının lideri komutasında birleştirerek ortak hareket ederlerken bir yandan da yaşam bölgesindeki kaynakların daha fazlasına sahip olmak ve merkezi gücü devirerek yerine geçmek için kendi içlerinde sürekli olarak mücadele ederler.

30.12.2015. M.Ç.

İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm developing process.




 İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm developing process.
İnsanoğlunun yaradılışı ile ilgili olarak her dinin kendine has bir öyküsü vardır. Bizim asıl konumuz bu olmadığından dinlerin anlattığı yaradılış hikâyelerine ayrı ayrı girmeyeceğiz. Ancak, incelememizde konuyu irdelemeye çalışırken büyük dinlerin kutsal kitaplarında geçen ortak söyleminden yola çıkacağız.
Dünyada en yaygın olan tek tanrılı üç büyük dinin (İslam, Hristiyanlık ve Musevilik) anlattığı ortak öyküye göre ilk insan olan (Hz.) Âdem tanrı tarafından balçıktan (su ve toprak karışımından) yaratılmış ve kendisine bir ruh üflenmiştir. Daha sonra (Hz.) Âdem’in kaburga kemiğinden, bir nevi mitoz bölünme ile, kendisine eş olsun diye Havva yaratılmıştır. Tanrı’nın özel olarak yarattığı bu çift yine Tanrı’nın özel olarak onlar için yarattığı, yeme-içme sorunu, yani beslenme sorunu olmayan, güvenlik problemleri yaşanmayan, onları yiyebilecek doğal düşmanlarının bulunmadığı, ısınma, barınma, sağlık problemleri gibi sorunların bulunmadığı cennete konulmuşlardır.
Burada yaşamaya başlayan (Hz.) Âdem ve Havva’dan tanrının istediği tek bir şey vardır. O da, kendilerine yasaklanan bir cennet ağacının (genellikle elma olarak tasvir edilen) meyvesini yememeleridir. Fakat kendilerine sunulan sınırsız imkânlara ve tanrının yarattığı tüm canlılara göre üstün olan tekâmül etmiş bir canlı olmalarına rağmen (Hz.) Âdem ve Havva’nın bazı zayıflıkları da vardır. Ve maalesef bu zayıflıkları şeytan tarafından bilinmektedir. Tanrının baş meleği olan ve kendisinden daha mükemmel bir canlı yarattığı için tanrıya isyan eden Şeytan, Tanrı’nın bu yaratım işlemiyle hata ettiğini savunmaktadır. Bu iddiasını ispat etmek için Tanrı ile bir anlaşmaya varır. Buna göre; Tanrı Şeytan’ı kıyamete kadar eylemlerinde serbest bırakacaktır. Şeytan bu süre içinde, Tanrı’nın ‘’Şimdiye kadar yarattığım ve bundan sonra da yaratacağım canlılar arasında en mükemmel varlık.’’ dediği (Hz.) Âdem ve Havva’nın o kadar da mükemmel olmadıklarını, hatta tam tersine hatalı ve eksik yaratıklar olduklarını ispat etmeye çalışacaktır. Şeytan’ın iddiasına göre insanoğlu; fırsat bulunca en büyük günahlar da dâhil birçok günah işleyecek, Tanrı’nın emirlerine uymayı bırakacak, yasaklarını çiğnemeye başlayacak, hatta Tanrı’ya isyan edecek ve ona şirk koşacaktır. Tanrı bu meydan okumayı kabul etmiş ve Şeytan’ı bu iddiasını ispat etmekte serbest bırakmıştır. Şeytan, evrende isyan eden ilk canlı olmuş ve bundan sonra insanlar arasında da isyancılar daima, aynı şeytanın tanrı tarafından lanetlendiği gibi, insanlar tarafından lanetlenmiş ve en ağır cezaya layık kişiler olarak görülmüştür.
Şeytan, iddiasını ispatlamak için hemen işe koyulmuştur. Ama yüklendiği iş oldukça zor bir iştir ve sonunda, eğer dediğini ispatlayabilirse, haklı olduğunu göstermiş olmaktan kaynaklanan bir tatmin olma duygusundan başka, bir ödül de yoktur. Çünkü Tanrı’ya isyan ettiği için kıyamet günü geldiğinde her hâlükârda cehenneme atılarak cezalandırılacaktır. Ama Şeytan’ın benlik duygusu ve kendini beğenmişliği her türlü beklentisinden üstündür. Onun için, haklı olduğunu Tanrı’ya ispatlamak için hemen işe koyulur.
Şeytan’ın işinin çok sor olduğunu söylemiştik. Gerçekten de çok zor bir iş yüklenmiştir, çünkü insan düşünebilen, konuşarak iletişim kurabilen ve diğer canlılarda olmayan birçok vasfa sahip olan gerçekten de üstün bir yaratıktır. Bir de bulunduğu ortamın mükemmelliği göz önüne alındığında Şeytan’ın insanı kötü yola sürüklenmesi oldukça zor görünmektedir. Çünkü insanların içinde yaşadığı cennet kusursuz bir yerdir. Korunmak gereken hiçbir tehlike ve karşılanamayacak hiçbir ihtiyaç yoktur. Her şey anında ve eksiksiz bir şekilde yapılabilmektedir. Bu iki insan, Tanrı’nın varlığının şüphe götürmez kanıtları ile de her gün karşılaştıklarından onların kafasında bir şüphe ve kötülük yaratmak neredeyse imkânsız gibidir.
O zaman yapılması gereken tek bir şey vardır. İnsanoğlu, hata yapmalarına karşı korunaklı bir ortam sağlayan cennetten uzaklaştırılmalıdır. Bunun için Şeytan’ın onlara Cennet’ten kovulmalarına sebep olacak büyük bir günah işletmesi gerekmektedir. Peki, ama nasıl?
Şeytan hemen insanın zayıflıklarını araştırmaya başlar. Evet, insan pek çok zayıflığa sahiptir ama Cennet ortamında yaşadığı için bu zayıflıkların ortaya çıkarılması çok zordur. Ancak Şeytan yine de kullanabileceği bir insani zayıflık bulur; ‘’merak duygusu’’… Cennet kapısında dolaşan söylentileri dinleyerek bu duygunun kısa süre içinde bu ilk insanlarda, özellikle de Havva’da, had safhaya çıktığını öğrenir. Âdem daha dayanıklıdır ancak Havva, yanından geçerken meyvesini yemeleri yasaklanmış ağaca büyük bir merakla bakmaktadır. ‘’Bu ağacın meyvesinden yiyen var mı?’’ diye sormakta ve ‘’Acaba nasıl bir tadı var? Yiyenlerde nasıl bir değişime sebep oluyor?’’ diye merak etmektedir. Şeytan artık zayıf halkayı ve bu halkanın zayıf noktasını tespit etmiştir. Yani Aşil’in tendomu Havva’dır.
Şeytan bir gün, yılanın vücudunu kullanarak kaçak olarak Cennet’e girer. Yılanın ağzından konuşarak Havva’yı provoke etmeye ve onun yasak meyve ile ilgili merakını körüklemeye başlar. Bunun sonucunda Havva dayanamaz ve insanoğlunun ilk günahını işler. Tanrı’nın kesin emriyle yasaklanmış olmasına rağmen yasak ağacın yanına gider ve gözüne kestirdiği en parlak ve gösterişli yasak meyveyi kopararak yer. O sırada (Hz.) Âdem de oraya gelmiştir. Havva’yı yasak meyveyi yerken görünce ilk insani duygulardan birini yaşamaya başlar: Endişe…
Sonra bu duyguların arkası gelmeye devam eder. ‘’Şimdi Havva’ya ne olacak? Nasıl bir cezaya maruz kalacak?’’ diye düşünmeye başlar ve ‘’korkar’’… O sırada Havva’yı kandıran Şeytan’a çok ‘’kızar’’ ve ondan ‘’nefret’’ eder. Onu vücuduna girdiği yılanla birlikte oradan kovar… Fakat Havva kopardığı meyveyi yiyip bitirdiği halde hiçbir şey olmamıştır. (Hz.) Âdem sakinleşir gibi olur. Hatta Havva meyvenin tadının güzelliğinden bahsettikçe onun da merakı artar ve dayanamayarak o da güzel görünümlü bir meyve koparır ve yemeye başlar. Tam meyveyi bitirmiştir ki Tanrı hiddetle seslenir. ‘’Kendilerine koyduğu yasağı neden çiğnediklerini?’’ sorar ve bunun için cezalandırılacaklarını söyler. Şimdi ikisi de çok korkmaya başlamıştır. Cezalarının cennetten kovulmak olduğu kendilerine bildirilince bu korkuları daha da artar. Çok pişmandırlar ama pişmanlıkları artık bir anlam ifade etmez. Cennet’ten kovularak daha önce hiç bilmedikleri ve kendilerini nelerin beklediğini tahmin bile edemedikleri Dünya gezegenine sürgün edilirler.
O anda tüm duyguları en üst seviyeye ulaşmış durumdadır. Bu duygusal travma sonucunda gözlerindeki perde kalkar. Daha önce kendilerini bir enerji varlığı gibi algılamaktadırlar. O anda madde olduklarını ve savunmasız olduklarını fark ederler. Birbirlerinin vücutlarının farkına varırlar. Hem birbirlerinin, hem de tüm cennet sakinlerinin meraklı bakışları altında çıplak olduklarını fark ederler. Cinsiyetlerinin ve farklılıklarının farkına varmışlardır. Üzerlerine dikilen bakışlardan utanırlar. Durum çok kritiktir ve o anlıkta olsa bazı şeylerden korunmak için çözüm bulmaları gerektiğini düşünürler. Böylece bir insan tarafından yapılmış ilk eşyaları hemen orada icat ederler. İncir yapraklarından cinsel organları bölgelerini örtecek şekilde iptidai bir kıyafet yaparlar. Kısa süre içinde, insanoğlunun kıyamete kadar sürekli yaşayacakları temel duyguları yaşamışlar (merak, zevk/tad alma, endişe, korku, kızgınlık,  nefret vb.) ve artık giderek daha maddi bir varlık olmaya yani daha çok insan olmaya başlamışlardır.
Ondan sonra, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde ayrı ayrı bölgelere gidecek şekilde dünyaya doğru bir yolculuğa çıkarlar. Soğuk, sıcak gibi hava olayları, vahşi hayvanların oluşturduğu tehdit, açlık, susuzluk, yalnızlık gibi daha önce hiç karşılaşmadıkları şeylerle mücadele ederek birbirlerini ararlar ve yine ne kadar olduğu tam olarak bilinmeyen bir zamanın geçmesinin ardından birbirlerini bulurlar. Bundan sonra, her dünya canlısı gibi ürerler ve çoğalmaya başlarlar. Şu anda dünya üzerinde yaşayan her renk ve dilden milyarlarca insan onların soyundan gelmişlerdir.
Bilim dünyasında geniş bir kabul gören ve evrim teorisi denen hikâyede ise dinlerin iddialarından ilk bakışta bazı önemli farklılıklar olduğu görülür. Bu teoriye göre insan diğer canlılardan ayrı olarak yaratılmış özel bir canlı değildir. İlk yaşam sularda, daha doğrusu suların karalarla birleştiği sığ yerlerdeki bataklıklarda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta tek hücreli basit formdaki bir yaşam ortaya çıkmış (Bu ortaya çıkışın; bazı bilim adamlarınca dünyanın yapısında bulunan yağlar, amino asitler vb. sayesinde olduğu iddia edilirken bazılarınca da ilk tek hücreli canlı türlerinin göktaşları ile uzaydan geldiği iddia edilmektedir.), daha sonra, neden olduğu tam olarak açıklanamayan sebeplerle gerçekleşen mutasyonlar sonucunda bu tek hücreli canlı türlerinden giderek tekâmül etmiş ve daha karmaşık yapıdaki birçok canlı türü gelişmiştir. Bu türler de adına ‘’doğal seleksiyon’’ denilen bir sistem sayesinde gelişme ve tekâmüllerine devam etmişlerdir.
Yaşam, ilk var olduğu andan itibaren değişime uğrayarak çeşitlenirken bir yandan da kıyıya yakın kara parçalarına kök salmıştır. Bu yaşam türleri çoğalıp yeni değişimlere uğradıkça denizde ve kıyıda giderek artan sayıda ve çeşitlilikte yaşam türleri meydana gelmiştir. Bu yaşam türlerinden karaya çıkanlar yavaş yavaş kıyıdan uzaklaşarak karaların iç kesimlerine doğru yayılmış, karaya çıkan bazı türlerse (yunuslar gibi) bilinmeyen sebeplerle tekrar sulara dönerek suda gelişen diğer canlılarla beraber sulardaki yaşam çeşitliliğini oluşturmuştur. Kurbağalar gibi bazı türler de hem suda hem de karada yaşayabilecek şekilde evrimleşmişlerdir.
Başlangıçta sularda ortaya çıkan yaşam, karalarda da yaşanmaya uygun doğa ve iklim çeşitleri oluştukça karaların iç kesimlerine doğru ilerlemiş, bu ilerleyiş esnasında karşılaşılan doğa koşullarına göre yeni mutasyonlar ve yeni evrimler sonucunda milyonlarca değişik canlı türü ortaya çıkmıştır.
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız ve bilim dünyasında halen birçok açıdan eleştirilen, evrim teorisine göre insanoğlu da deniz kenarında başlayıp karalara doğru yayıldıkça çeşitlenen bu yaşam süreci içinde belirli bir tarihten sonra ortaya çıkmıştır. Bu iddiada olanlara göre insanoğlu, insansı özellikler göstermeye başlamadan önce bir maymun türü veya maymuna benzer müstakil bir tür olarak Afrika ormanlarında, diğer maymunlar gibi, ağaçların tepesinde yaşıyormuş. Darwin’in evrim teorisi ile başlayıp daha sonra geliştirilen bu anlayışa göre, bu maymun türünün ağaçlardan inip ormandan çıkarak bu gün uzaya uydular gönderen bir türe dönüşmesi ile ilgili olarak birçok değişik iddia bulunmaktadır. Bunlardan birine göre bu maymun türü bir gün (İklim değişikliği vb. sebeplerle)  ormandan çıkarak geniş düzlüklerde yaşamaya karar vermiştir. Yeni yaşamaya başladığı yüksek otlarla dolu düzlüklerde ileriyi, belki de yakınlardaki yiyecek kaynaklarını veya kendilerine yaklaşan saldırganları görebilmek için, sık sık iki ayağı üzerinde dinelen bu canlı sonunda sürekli olarak iki ayağı üzerinde yürümeye başlamıştır. Böylece ön ayakları boşta ve işlevsiz kalan maymunumsu atalarımız, bu sayede bu ön ayaklarını sopa, taş, vb. den yapılan basit aletlerden faydalanmak için kullanmaya başlamışlardır.
Zamanla, iki ayak üzerinde yürümesi fiziksel olarak, alet kullanmaya ve sürekli karşılaştığı yeni sorunlara yeni çözümler bulmaya çalışması da zihinsel olarak giderek daha zeki bir tür olarak evrimleşmesine ve gelişmesine sebep olmuş ve insan diye tanımlayabileceğimiz ilk canlı türü oluşmaya başlamış. Bu insanlar gittikleri bölgelerde giderek çoğalmışlar ve çoğaldıkça da bulundukları ilk merkezden her yöne doğru yayılmaya başlamışlar. Yeni ortamlara gittikçe yeni şartlara uyum sağlamak ve yeni sorunlara yeni çözümler bulmak zorunda kaldıklarından fiziksel ve zihinsel olarak gelişmeye devam etmişler.
Bizim incelediğimiz konu açısından bu iki iddianın hangisinin doğru olduğunun bir önemi olmadığından bu konuya girmeyeceğiz. Çünkü ister cennetten kovulan (Hz.) Âdem ve Havva olsun, isterse de ormanı terk eden, belki de başka maymunlar veya kendi türlerinden güçlü bir grup tarafından kovularak düzlüklere açılan ilk insan çifti olsun ellerinde işe yarar hiçbir alet veya edevat ve hatta üzerlerinde bir kıyafet bile olmayan bu iki çıplak ve savunmasız insan aynı zor şartları göğüslemek zorunda kalmışlardır.
Burada bizim dikkatimizi çeken husus bu iki teori arasında aslında bizim inceleyeceğimiz konu açısından çok büyük benzerlikler olmasıdır. Yaradılışla ilgili olarak her iki teorinin başlangıç noktaları çok farklı olsa da dünyaya yayılıp insan ırkını oluşturmadan önceki son safhalar iki teoride de büyük benzerlikler göstermektedir. Dinlerin teorisinde dünya dışında olan cennette yaşarken insanın değişmesini gerektirmeyen oldukça güvenli bir ortam vardır. Bu durum bilimsel teoride bahsedilen orman için de aynıdır. Binyıllar, belki de milyonlarca yıllar boyunca oldukça güvenli ve gıda sıkıntısı da olmayan ormanda yaşayan insanın ataları buraya adapte olmakla yetinmiş, değişim ve gelişme için herhangi bir çaba göstermeye gerek duymamıştır. İster cennetten, ister ormandan ayrılmış veya atılmış olsun, ne zaman ki yaşadığı çevreyi değiştirmiş ve bunun sonucunda yeni zorluklar ve tehlikelerle karşılaşmış işte o zaman bu yeni ortama adapte olarak yaşamını sürdürmek için bazı yeni yetenekler geliştirmek ihtiyacını duymuş, bu yetenekler de onu geliştirmiş ve değiştirmiştir. Demek ki değişimin ve diğer her şeyin itici gücünü, bulunduğumuz bölgeyi terk ederek başka bölgelere göç etmek sebebiyle yeni ihtiyaçların ortaya çıkması oluşturmuştur.
Bu ihtiyaçların neler olacağını belirleyen temel faktör ise yaşanılan yeni coğrafyadır. Çünkü coğrafya değiştikçe iklim, hava ve arazi şartları değişmiştir. Böylece yiyecek türlerinde ve tehditlerde de belli bir değişim ortaya çıkmıştır. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; bu insanlardan bir kısmının yer değiştirerek bir deniz kenarına varıp orada yaşamaya başladığını düşünelim. Bir yerden sonra bu insanlar denizin yenilebilecek canlılarla dolu olduğunu fark etmiş ve bunları avlamak için yöntemler geliştirmiş olmalılar. Benzer şekilde, daha önce yaşadıkları yerlerde belki de hiç görmedikleri ve balıkları yiyerek beslenen bazı ayı vb. yırtıcılarla karşılaşmışlar, bunlara karşı mücadele edebilmek için yeni yöntemler ve silahlar geliştirmişlerdir. Buradan da şöyle bir sonuca varabiliriz; insanın her türlü gelişiminde, dolayısıyla askeri açıdan gelişmesinde de coğrafya belirleyici bir unsur olmuştur.
Şimdi tekrar konumuza dönerek dünyaya atılan veya ormandan kovulan çiftimizin nasıl bir hayat sürdüğüne bakacak olursak, muhtemelen yaşadıkları bölgede bulunan meyveleri, bitki köklerini, hayvan yuvalarında buldukları yumurtaları, yakalayabildikleri küçük hayvanları, özellikle de küçük sürüngenleri, yırtıcı hayvanların avlarından arta kalan leşleri vb. şeyleri yiyerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Tabii cennetten/ormandan ayrıldıktan sonra yeni bazı tehditlerle de karşılaşmışlardır. Onları potansiyel yiyecek olarak gören etoburlardan korunmak için ağaçlara, yüksek kayalara tırmanmışlar, mağaralara ve dar oyuklara girerek gizlenmişlerdir. Ancak bazen kaçacak yer bulamadıklarında veya kaçmaya fırsat kalmadığı zamanlarda etraflarında buldukları kuru dalları ve elleriyle atabilecekleri büyüklükte taşları kullanarak bu hayvanlarla mücadele etmişlerdir. Bunlar belki de ilk silah kullanma becerilerini ve askeri yöntemlerin temellerini attıkları anlardır. Böylece ilk insanlar değişik hayvanlara karşı bu yöntemleri kullanarak deneyim kazanmış ve başarılı oldukları savunma araç ve yöntemlerini geliştirmeye başlamış olmalılar.
Bu insanlar zamanla, buldukları düz ve sağlam dal parçalarının uçlarını kayalara sürterek ilk delici silahlarını yaptılar. Bu silahların ucunun her hayvanın derisini delemediğini veya delse de kırılarak kısa sürede elden çıktığını görünce çevrelerinde buldukları sivri taşları veya opsidyenleri[1] sert taşlara sürterek daha da sivriltip keskinleştirdiler ve buldukları sarmaşıklarla veya deri parçalarıyla düz ve uzun dalların ucuna monte ederek ilk gerçek mızraklarını yaptılar.
Zamanla taş ve opsidyenlerden bıçak yapmayı da öğrendiler. Bunu da hem bir yakın dövüş silahı hem de yiyeceklerini veya kaldıkları mağaraların ağızlarını kapattıkları dal ve sazları kesmek için kullanmaya başladılar. Bu basit silahları geliştirmekle avcılık yetenekleri ve dolayısıyla tükettikleri protein oranı arttı. Bu beyin kapasitelerinin artışına yardım ederken bol yiyecek üreme oranlarında ve nüfuslarında da hızlı bir artışa sebep oldu.
Yıllar geçtikçe küçük fakat giderek büyüyen bir topluluk haline geldiler. Bu topluluk genel olarak belli bir bölgede dolaşarak avcı toplayıcı bir yaşamın temellerini atmaya başladı. Başlangıçta toplumun lideri babayken, babanın ölmesiyle birlikte en güçlü erkek çocuk toplum liderliğini ele geçirdi. Toplum büyüyüp geliştikçe yavaş yavaş belli bir iş bölümü ve sınıflaşma ortaya çıkmaya başladı. Kadınlar çocukların bakımı ve toplanan meyvelerin muhafazası gibi işlerle uğraşırken genç erkekler avcı grupları olarak başlayan ilk askeri gruplar şeklinde teşkilatlandılar. Yaşlılar grubun yönetimi ve yakın savunması ile kavgaları ayırma ve adil bir sonuca ulaştırma gibi görevleri üslendiler. Ölen kişilerin vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaması için ölü gömme adetleri ve buna bağlı olarak bu işleri yapan bazı insanlar ortaya çıktı. Ölülerle haşır neşir olan bu insanlar ölüler dünyası ve ruhlarla ilişki kurmaya başladılar ve belki de ilk olarak güneş, ay, şimşek gibi doğal oluşumlara tapınma veya totemler yapma ve bunlara tapınma işlemini yürüten bir sınıf haline geldiler. Çünkü cennetten/ormandan ayrıldıkları zamandan sonra gittikleri yeni yerlerde, eğer varsa, eski inançlarını unuttular ve yeni bölgeye uygun yeni tanrılar, inançlar ve dinler oluşturdular.
Ateşin kullanılması insan için yeni bir devrimsel sürece sebep oldu. Yaban hayvanları ateşten korktuklarından mağaraların girişine savunma maksatlı ateş yakmaya başladılar. Tesadüfen, ateşte pişen etin daha lezzetli ve sindiriminin daha kolay olduğunu öğrendiler. Belki de bu sebeple yeterince güvenli hale getirebildikleri mağaralar bölgesine daha fazla bağımlı kalarak, göçebelikten yarı göçebe bir hayata geçmeye başladılar. Bu mağaralardan bir gündüz süresi mesafeye kadar olan bölge topluluğun av ve yaşam bölgesi olarak kabul edilerek faaliyetlerine devam ettiler. Çünkü gece olunca herkesin geri dönmesi ve mağaralara girerek güvenlik tedbirlerini almaları gerekiyordu. Gece demek tehlike demekti. Gece avlanan yırtıcılar oldukça fazlaydı ve gerek kendileri gerekse mağaralar bölgesinde kalan kadın, çocuk, yaşlı, hasta ve sakat akrabaları geceleyin tehlikeye daha fazla açık bir durumda kalabilirlerdi.
Yıllar geçtikçe zaman zaman yaşam alanlarının sınırlarının ötesine geçmek zorunda kaldıkları durumlar da yaşadılar. Bu durumlarda komşu bölgelerde yaşayan bazı başka insan gruplarının olduğunu öğrendiler. Bu gruplardan bazı avcılar veya kaçaklar onların bölgelerine girmeye başladılar. Bu karşılaşmalar genellikle kısa süreler için oluyor ve her iki gruba mensup insanlar ellerinde mızraklar ve obsidyenden yapılmış bıçaklar olduğu halde her an bir saldırıya karşılık verecek şekilde birbirlerini uzaktan süzerek kendi bölgelerinde emniyetli yerlere çekiliyorlardı.
 Komşu topluluklar benzer bir coğrafyada yaşadıklarından ve benzer bir yaşam tarzı sürdürdüklerinden iletişim için birbirine yakın sesler çıkararak anlaşsalar da birbirlerinden tamamen yalıtılmış toplumlar halinde yaşadıklarından çok az kelimelerden oluşan ama birbirinden farklı diller oluşturmaya başladılar. Bu sebeple tesadüfi karşılaşmalar sırasında belirli bazı işaretler ve vücut dili hariç birbirleriyle tam olarak sözlü iletişim kuramamaktadırlar.
Zamanla nüfus daha da artıp, bizim takip ettiğimiz grubun yaşam alanına, farklı gruplardan daha çok insan girip çıktıkça karşılaşılan yabancı insan sayısı ve karşılaşma oranlarında artış yaşanmaya başlamıştır. Bu karşılaşmalarda; avlanmak için aynı hayvan sürüsünü takip etme, avlanan bir hayvanın birden fazla grup tarafından sahiplenilmesi veya buna benzer başka sebeplerle ara sıra küçük çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır. Grubumuzun yaşam alanına giren insan sayısının artması ve her geçen gün daha farklı gruplara ait kişilerle temasa geçilmesi sebebiyle değişik insan gruplarının yaşam alanlarının kesişim noktalarında tesadüfi çatışmaların oranı gün geçtikçe artmaya devam etmiştir.




30. 12. 2015  M.Ç.


Savaş bir tercih değil bir zorunluluktur. (The war is not a preference, İt is an inevitability.)





Savaş ile ilgili düşüncelerimi, akademik bir formatta değil de daha çok deneme tarzında burada anlatmaya çalışacağım. Metinde geçen hususlar tamamen benim şahsi düşüncelerim olup herhangi bir kurum veya kişiyi bağlamamaktadır. Yazımı okuyanların mutlaka konu hakkında farklı düşünceleri olacaktır. Bunları yorum olarak yazarlarsa memnun olurum.

Savaş bir tercih değil bir zorunluluktur. (The war is not a preference, İt is an inevitability.)
Dünyaya gelen her canlı; yaşamak, büyümek, üremek ve gelişmek ister. Bu durum, canlıların doğasında vardır. Bunları yapabilmek için canlılar enerjiye, yani, yiyeceğe ihtiyaç duyarlar. Canlılar esas olarak doğada var olan mineralleri, diğer canlıları ve onların artıklarını yiyerek bu ihtiyaçlarını karşılarlar. Canlılar diğer bazı canlı türlerini yiyerek hayatını devam ettirirken aynı zamanda kendileri de bazı başka canlıların yemeği konumundadırlar. Yani her canlı bir avcı ve aynı zamanda bir avdır. Mesela, sabah erkenden kalkıp kahvaltı için bir fare arayan bir yılan aynı zamanda bir kartalın kahvaltı mönüsündedir. Bu sebeple canlılar hem avlanmak ve hem de avcısından korunmak zorundadır. Canlılar için hayat demek mücadele demektir ve bu mücadele sürecinde her canlı yaşamak için hem kendini savunan hem de diğer canlılara saldıran acımasız bir savaşçı olmak zorundadır.
Konu hayatta kalmak olduğu zaman ilk olarak birini mideye indirmek yerine öncelikle birilerinin midesine inmemeye çalışmak esastır. Bunun için de canlılar evrim süreci içinde avcılarına karşı kendilerini korumak için bazı yetenekler ve yöntemler geliştirmişlerdir. Bunlar genelde pasif ama bazen de bir takım aktif tedbirleri gerektirir. Av olmamak için geliştirilen bu yetenekler ve alınan tedbirler temelde savunma niteliklidir. Bu tedbirlere kısaca savunmacı yaklaşım diyebiliriz.
Bu yeteneklere örnek verecek olursak; bazı bitkiler ot oburlar tarafından yenilmemek için sert odunsu gövdelere sahipken bazılarının kendilerini yiyecek olanların ağzına ve diline batarak onlara zarar verecek dikenleri vardır. Bazı bitkilerin yapraklarının ve meyvelerinin tadı acı veya zehirli iken bazıları da her şeye rağmen genetik mirasını gelecek kuşaklara aktarabilmek için hem kök ve dallarından, hem de meyvelerinin çekirdeklerinden çoğalabilmektedir.
Bu durum bitkilerde olduğu gibi hayvanlarda da benzer şekilde yürümektedir. Mesela bazı balıklar kumların içine gömülerek kendilerini gizleyebilirken, bazıları da bulunduğu ortamda fark edilmemek için o ortamın renk ve şekillerine bürünebilmektedir. Bazılarının ise; içine saklanabilecekleri sert kabukları veya keskin dikenleri varken diğer bazılarının kuyruklarında ve vücutlarının değişik yerlerinde bulunan, saldırganları sersemletecek veya öldürebilecek zehirleri veya elektrik şoku verebilecek dikenleri gibi daha aktif savunma sağlayan bazı sistemleri vardır.
Aynı şeyler karada yaşayan hayvanlar için de geçerlidir. Kaplumbağanın onu koruyan sert bir dış kabuğu varken kirpinin dikenleri, ineğin boynuzları vardır. Bazı kara canlılarında bunların hiçbiri olmamasına rağmen onlar diğer hayvanlara göre oldukça hızlı koşabilmekte ve avcılarından kaçarak kurtulabilmektedirler.
Canlılar aynı şekilde yiyecek temini için bazı saldırı yetenekleri de geliştirmişlerdir. Kartal ve şahin gibi bazı hayvanlar çok yükseklerde uçarken küçük hayvanların hareketlerini görebilecek keskin bir görüş yeteneğine, çakallar leş kokusunu kilometrelerce uzaktan alabilecek koku alma yeteneğine, diğer et oburlar avlarını yakalayabilecek kadar hızlı koşma kabiliyetine, ayrıca onları öldürüp parçalayabilecek keskin dişlere sahip olmuşlardır. Bunlara da taarruzi yaklaşım diyelim.
Besin zincirinde av veya avcı olma ikileminde zamanla bazı çeşitlenmeler ortaya çıkmış ve beslenme alışkanlığına göre türler birbirinden ayrılmışlardır. Bazı canlılar sadece bitkilerle beslenmeye (otobur), bazıları hayvanlarla beslenmeye (etobur), ayı ve insan gibi bazıları da hem bitkiler ve hem de hayvanlarla beslenmeye (hepobur) başlamışlardır. Hepobur canlılar genellikle hayvanlar olmasına rağmen hepobur olan az sayıda bitki türü de vardır. Bitkilerin çoğu, genellikle toprakta bulunan mineraller ile bitki ve hayvan ölüleri veya artıklarının toprağa karışmasıyla oluşan besinlerle beslenmektedir.
Canlıların yaşaması ve türlerinin devamlılığını sürdürmesinde temel unsur besin kaynakları olduğundan tüm canlılar savunma ve saldırı sitemlerini beslendikleri veya kendileriyle beslenen canlı türlerine göre geliştirmişlerdir. Canlılar kendileri ile beslenen diğer canlılara karşı savunma sistemlerini ve kendilerinin beslendikleri canlılara karşı saldırı sistemlerini evrim süreci içinde sürekli olarak geliştirmeye devam etmiş ve başarılı olan türler günümüze kadar gelebilmiş, tekamül sürecinde yetersiz kalan türler ise yok olup gitmişlerdir. Bugün yaşayan tüm canlılar bu tekamül sürecine halen aralıksız olarak devam etmektedir.
Bu av ve avcı olma süreci, basit ve müstakil yaşayan canlılarda bireysel bazda devam ederken gelişmiş canlı türlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte bazı canlılar topluluklar halinde yaşamaya başlamışlar ve bu topluluklar mücadele yöntemlerini karşılıklı iş bölümü veya işbirliği içinde kolektif bir şekilde yürütmüşlerdir.
Türdeş canlılar, topluluklar halinde yaşamaya başladıkça avlanma ve avcıya karşı savunma da daha sistemli ve kolektif bir şekilde icra edilir hale gelmiştir. Bazı canlı türleri sınırlı sayıda bireylerden oluşan aile toplulukları halinde yaşamaya devam ederken bazı türler ise zamanla sayıları milyonlara varan topluluklar oluşturmuşlardır. Topluluk halinde yaşama sürecinde en büyük başarıyı insanoğlu göstermiş olsa da başka bazı canlı türleri de oldukça düzenli işleyen ve belirli bir sistem kurmayı başarabilen topluluklar oluşturabilmişlerdir. Bu toplulukların gelişimi, beslenmeyi ve savunmayı belli bir iş bölümü içinde kolektif bir şekilde icra edilir hale getirmiştir. Böylece toplu yaşama alışkanlığı kazanan, başta insanoğlu olmak üzere, karıncalar ve arılar gibi bazı topluluklar oldukça gelişmiş ve aksaksız işleyen bir sosyal düzen kurabilmişlerdir.
Kurulan sosyal düzen ve geliştirilen yaşam tarzına göre bu topluluklarda ihtisaslaşma ve sınıflaşma, yani ayrı işlevleri yerine getiren meslek grupları oluşmuştur. Mesela bal arısı kolonileri; kovanı yöneten, sistemin merkezi gücünü oluşturan (aynı zamanda klanın devamlılığını sağlayacak yeni nesillerin yetiştirilmesi için yumurtlayan) bir kraliçe arı, kovanın gıda ihtiyacını karşılayan bir üretici/işçi arı sınıfı ve kovanı, ona sahip olmak isteyebilecek ya da kovan mensupları veya gıda stoklarını yemek için saldırabilecek başka türlere karşı savunma yapan bir asker arı sınıfı oluşturmuşlardır.
Bu sınıflaşma ve ihtisaslaşma bir yuva veya kovanda kalmayan fakat uygun yaşam imkânı sağlayan bir bölgede yaşayan maymun türleri gibi canlılarda da, en güçlünün lider olduğu ve bölgelerine girebilecek hem yabancı, hem de aynı türden canlıları uzaklaştırmaya çalışan sürünün tüm yetişkinlerinden oluşan bir asker sınıfı oluşmuştur.
Burada dikkat çekici olan, topluluklar halinde yaşayan canlıların birbirlerinden oldukça farklı sosyal sistemler kurmuş olmalarıdır. Buna, esas olarak bu canlı türlerinin evrim sürecinde edindikleri fiziksel özellikler ile üretim ve üreme ilişkilerinde ortaya çıkan farklılıklar sebep olmuş olmalıdır. Sınırlanmış bir alan olan kovanda yaşayan ve üreme, savunma, üretme gibi yeteneklere sahip olanların daha doğuştan belli olduğu arı kolonilerinde daha kesin ve katı bir sınıflaşma varken, daha geniş ve sınırları kesin olarak belli olmayan bir alanda yaşayan ve erkek veya dişi olmaktan başka doğuştan gelen hiçbir ayırt edici özelliğin olmadığı maymun topluluklarında katı bir hiyerarşi ve sınıfsal yapı oluşmamıştır. Bu tür topluluklarda lider en güçlü olan ve bunu uygulamalı olarak diğerlerine ispatlayan birey olurken belli bir ürün üretilmediğinden ve yaşadıkları alanda bulunan gıdalarla beslendiklerinden işbölümü de daha az gelişmiştir.  Bu sınıfsız ve üretim-tüketim açısından bağımsız hareket eden grupta ortak olan tek konu savunma ve saldırı olduğundan bunlar arıların aksine adeta asker toplumlar olarak yaşamaktadırlar.
Topluluklar halinde yaşayan bu canlı grupları önceleri, sayıları çok az olduğundan, sadece doğal düşmanlarına karşı mücadele ederlerken benzer toplulukların sayısı ve bu toplulukların nüfusları arttıkça yaşam alanları da daralmış ve artık birbirlerine daha yakın ve sınırları daha belirsiz olarak çoğu zaman birbirlerine karışmış halde yaşamaya başlamışlardır. Bu durum önceki savunma ve saldırı alışkanlıklarını değiştirmiş, tehdit kaynaklarını artırmış ve mevcut tehdidi büyütmüştür. Bu ise belli bir noktadan sonra bu grupların hemcinsleri ile de yaşam alanları ve kaynaklar için mücadele etmesini zorunlu hale getirmiştir. Bunun bir sonucu olarak, artık aynı türlerden farklı topluluklar arasında da amansız bir mücadele yaşanmaya başlanmıştır.
Buna örnek verecek olursak; bazı kovanı olmayan arı topluluklarının, kraliçesi çeşitli sebeplerle ölmüş olduğundan başsız kalmış veya yine değişik sebeplerle nüfusları azalmış kovanlara saldırarak buraları ele geçirdikleri görülmektedir. Afrika’da yapılan bazı gözlemlerde, nüfusları artmış olan ve artık yaşam alanları ve besin kaynakları kendilerine yetersiz gelmeye başlayan maymun sürülerinin, sürü lideri yönetiminde, belli bir saldırı planı ve stratejisi uygulayarak, göz koydukları komşu alanlarda yaşayan maymun sürülerine baskın şeklinde saldırarak onları öldürdükleri veya kaçmak zorunda bıraktıkları, ondan sonra da yendikleri sürünün yaşam alanını işgal ederek kendi yaşam alanlarının sınırlarını genişlettikleri görülmüştür.
Bunlardan da anlaşıldığı gibi her canlı türü, yaşamak, çoğalmak ve kendi genlerini gelecek kuşaklara aktarabilmek için gerek bireysel, gerekse topluluk halinde; kendi düşmanları olan türlere karşı savunma veya saldırılar yapmakta, nüfus artışı ve kaynakların yetersiz olması gibi durumlarda saldırılarını kendi cinslerinden olan topluluklara da yöneltebilmektedir. Bunda başarılı olanlar savaşı kazanmakta ve türlerini devam ettirmekte başarısız olanlar ise ya diğer bölgelere göç etmekte veya yok olmaktadırlar.
Aynı şey gıda bulmak ve bu maksatla mücadele etmek için de geçerlidir. Bu konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Farz edelim ki bir belgesel kanalında Afrika’daki doğal yaşamı anlatan bir belgesel seyrediyoruz. Bu kanalda gösterilen belgesellerin çoğunda olduğu gibi bu programda da, yaz ortasında, artık neredeyse tamamen kurumuş olan sarı otlar arasında başlayan görüntüde, yavaş yavaş, nispeten küçük bir su birikintisinin kenarında henüz yeşilliklerini koruyan otlarla dolu bir düzlükte bir ceylan sürüsünün otladığı görülmektedir. Canlı ve sulu bitkileri, onların yapraklarının arkalarına sığınmış birçok parazit, böcek, sinek gibi küçük hayvanlarla beraber koparıp ağızlarında parçalayan ceylanlar karınlarını doyurmaktadırlar.
Bu görüntüyü hiç birimiz yadırgamayız. Ceylanlar ot oburdurlar ve doğalarında olduğu gibi otlarla beslenmektedirler. Bir parçalarını veya tamamını yedikleri bitkileri yemeleri kadar doğal bir şey olamaz. O bitkilerin üzerindeki küçük hayvanları fark edemediklerinden onları da midelerine götürmeleri çok yadırganacak bir durum değildir. Otları katleden ceylanların yaptığında iğrenç veya kötü bir şey yoktur. Yaşamak için beslenmek zorundadırlar. Ve onlar da doğalarına uygun olanı yapmaktadırlar.
Fakat kamera ceylan sürüsünün değişik açılardan görüntülerini verdikçe bu sürünün bir yandan da otlamakla hiç ilgisi olmayan bazı davranışlar içinde olduğu fark edilir. Ceylan sürüsü dairevi bir şekil almış ve bir yandan otlarken diğer yandan da başka ot oburların kendi otladıkları verimli meraya girmesini engellemeye çalışmaktadır. Sürünün lider takımı, genellikle de erkekler boynuzlarını göstererek, bazı vücut hareketleri ve mimiklerle diğer ot oburlara bu otlağın kendilerine ait olduğunu ve otlak için mücadele edeceklerini göstermekte, onları güç gösterileriyle tehdit ederek kaçırmaya çalışmaktadır. Hatta kendi sürülerinden olmayan bazı ceylanlar veya başka türlerden ot oburlar otlağa girmeye çalışınca boynuzlarını kullanarak onlara saldırmaktadır. Öte yandan karnını doyuran bazı erkek ceylanlar sürünün içindeki diğer ceylanlarla sürü liderliği ve dişileri döllemek için mücadeleye başlarlar. Her erkek sürünün geleceğini oluşturacak nesillerin kendi genlerini taşıması için bazen ölümcül olabilecek bir mücadeleye girişir.
Bu durumu da pek yadırgamayız. Çünkü ot miktarı sınırlıdır ve eğer bu otlağı diğer ot oburlarla paylaşırlarsa yetersiz beslenme yüzünden kendi sürülerindeki zayıf bazı ceylanlar ve yavrular ölecektir. Kendi yakınlarının yaşamı için diğerlerine meydan okumaları çok doğal bir davranış biçimidir. Sürü içindeki erkeklerin birbirleriyle olan mücadelesi de, bundan güdülen amaç göz önüne alındığında çok normal görünür.
Derken kamera civarda dolaşarak sürünün yakın çevresinden görüntüler vermeye başlar. Birdenbire çalılar arasında gizlenmiş bir erkek ve bir dişi aslan ile yanlarında kısa süre önce doğmuş yavruları görünür. Aslanlar uzun süredir et yiyemediklerinden zayıflamışlardır. Uzun süredir aç olduğu için yeterince süt veremeyen dişi aslan yavrularını emziremediğinden, yavrular da bitkin durumdadır. Eğer yeterli besin alamazlarsa yakında ölmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Bu ölüm kalım anında yetişkin aslanların önlerinde büyük bir fırsat vardır. Ceylan sürüsünden en az bir ceylanı öldürüp beslenebilirlerse hem kendileri hem de yavruları yaşamak için yeni bir şansa sahip olacaktır.
Anne ve baba aslanlar tüm avcılık deneyimlerini kullanarak en uygun istikametten, otlar arasına gizlenerek, sessizce ceylan sürüsüne doğru yaklaşmaya başlarlar. Gözlerine sürüde yakalayabilecekleri birer ceylanı kestirirler. Uygun mesafeye geldiklerinde bir ok gibi yerlerinden fırlayarak son güçleriyle hedeflerine doğru koşmaya başlarlar. Artık bir ölüm kalım savaşı başlamıştır. Sadece kaçan ceylanlar için değil, kovalayan aslanlar için de bir ölüm kalım savaşıdır bu. Aslanlar daha hızlı koşar da en az bir ceylanı yakalarlarsa bu günkü yiyeceklerini bulan aslan ailesi yaşayacak, ceylanlar daha hızlı koşarlarsa da ceylanlar yaşamaya devam edeceklerdir.
Bu belgesellerde aslanlardan en az biri çoğunlukla avını yakalar. Şimdi bu durumda ne olduğunu hayal edelim. Diğer aslan ve aslan yavruları ölü ceylanın yanına gelirler. Dişleriyle ceylanı parçalayarak yemeye başlarlar. Bir yandan da etrafı gözetler ve ara sıra biraz uzağa giderek etrafta başka et obur olup olmadığını kontrol ederler. Tehlike sadece başka et oburların gelip avlarını çalmaları veya ortak olmak istemeleri değildir. Diğer et oburlar, yavruları için de tehlikelidir. Çünkü onlar da en az ceylanlar kadar savunmasız ve diğer et oburlar için en az ceylanlar kadar lezzetli birer yiyecektir.
Bu aşamada çoğumuzun içinde biraz da olsa bir acıma duygusu oluşur. Biraz önce otları ve onlarla beraber küçük böcekleri ceylanların yemesi bizi hiç rahatsız etmezken şimdi kendi boyutlarımıza daha yakın ve bizim gibi fiziksel saldırılarda kullanılacak hiçbir organı bulunmaya bir ceylanın öldürülmesine istem dışı olarak üzülürüz. Bu üzüntü; belki kültürümüzde ceylanın bir masumiyet simgesi gibi görünmesinden, belki kendimizi bilinçsiz bir şekilde ceylanlarla özdeşleştirdiğimizden, belki çok eski çağlarda bizim atalarımızın da böyle yırtıcılar tarafından öldürülerek yendiğini genetik aktarım vasıtasıyla bilinçsiz bir şekilde hatırladığımızdan veya belki de sadece kan gördüğümüzden ve kanın bize ölümü hatırlatmasından ama kesin olan bir şey varsa mantığımızdan değil duygularımızdan kaynaklanan bir durumdur. Hâlbuki biraz mantıklı düşününce şartların eşit olduğu görülür. Kim hızlı koşarsa o yaşayacak diğeri ölecektir. Bu sefer aslan daha hızlı koşmuş ve ceylan ölmüştür. Belki de bir dahaki sefere bir başka ceylan sürüsü daha hızlı koşacak ve aslanlardan biri veya daha fazlası açlıktan ölecektir. Yani aslan kovalarken ne kadar vahşi ve saldırgansa, ceylan da kaçarken en az o kadar saldırgan ve ölümcüldür. İkisinin de yaptığında bir anormallik yoktur. İkisi de diğerinin hayatı pahasına kendi hayatı için mücadele etmektedir.
Fakat belgeselde henüz her şey bitmiş değildir. Aynı ceylan sürüsünü gözetleyen başka aslanlar ve farklı türlerden başka et oburlar da vardır. Bu iki aslan onlardan erken saldırınca ceylan sürüsü kaçmış ve onlar herhangi bir ceylan avlayamamışlardır. Onlar da en az yakaladıkları ceylanı yemekle meşgul olan aslan ailesi kadar açtırlar. Önce diğer aslanlar ardından da çakallar, sırtlanlar ve hatta akbabalar ve kuzgunlar ölü ceylana doğru yaklaşırlar.
Aslan ailesi onlar yaklaşana kadar birkaç lokma daha yerler ve yavrularını tehlikeye atmamak için fazla mücadele etmeden ceylandan kalanları terk ederek oradan uzaklaşırlar. Artık sırtlanlarla, ceylandan kalanları yemeye gelen diğer aslanlar arasında bir mücadele başlamıştır. Konuyu daha fazla uzatmaya gerek yok. Bu döngü bu şekilde devam edip gider. 
Burada anlatmaya çalıştığımız doğada tüm canlıların hayatta kalmak için her gün durmadan mücadele ettiği ve savaştığıdır. Canlılar her gün yaşam mücadelesi için savaşırlar, öldürürler veya ölürler. İnsan da doğanın bir parçasıdır. Bu sebeple diğer canlılarla aynı şartlara bağımlıdır. Yani her canlı gibi insanlar da hayatta kaldıkları her gün için bazı başka canlıların ve hatta bazen de hemcinslerinin ölümünden sorumludur.
Bu şekilde düşününce şunun açık olduğu görülür ki hiçbir canlı (bazı seri katiller, psikopatlar, cinnet geçirenler vb. hariç) sadece öldürmek için öldürmez veya öldürmekten zevk almaz. Konu sadece hayatta kalma meselesidir. Dolayısıyla, yaşamak için savaşmak ve ölmemek için öldürmek zorunlu olduğu durumlarda savaşmak hiç yanlış bir şey değildir. Yanlış olmadığı için kötü bir şey de değildir. Bu durum ahlaki veya dini bir konu da değildir. Çünkü savaşmak insanın isteyerek yaptığı bir tercih değildir. Doğaldır ve saf bir zorunluluktan, yaşamaya devam etme içgüdüsünden kaynaklanmaktadır.
Bu gün insanoğlu büyük oranda doğadan kopmuştur. Köylerde, kasabalarda ve şehirlerde, doğadan kısmen yalıtılmış yapay ortamlarda yaşamaktadır. Bu sebeple diğer canlılarla doğrudan karşı karşıya gelme ve mücadele etme olasılığı azalmıştır. Genelde, insanoğlu diğer canlılarla olan mücadelede oldukça ileri gitmiş ve artık diğer canlılar büyük oranda insanoğluna doğrudan tehdit oluşturabilme yeteneklerini kaybetmişlerdir. Ancak başta Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya olmak üzere, az da olsa çok eski dönemlerdeki gibi doğayla iç içe yaşayan ilkel kabileler ile yine dünyanın değişik bölgelerinde, bu kabileler kadar olmasa da, hala doğadan tamamen kopmamış göçebe ve yarı göçebe kabileler vardır. Fakat bu kabileler de, artık doğadaki diğer canlıların köklü bir mücadeleye giremeyeceği kadar gelişmiş silah, araç, gereç ve yeteneklere sahiptirler. Denilebilir ki insanoğlu diğer tüm canlı türlerine karşı büyük bir üstünlük sağlamıştır.
Bu üstünlük sadece karşılıklı gelişmişlik oranları ile de sınırlı değildir. İnsanoğlu diğer canlılara istediği gibi davranabilmekte ve onları büyük oranda kontrol edebilmektedir. Dünyanın çoğu bölgesinde diğer canlıların yaşam alanları insanoğlu tarafından kontrol altına alınmış, birçok bitki ve hayvan türü evcilleştirilerek insanoğlunun yaşamının devamı için kullanılan unsurlar haline getirilmiş, hatta birçok canlı türü insanlar tarafından ihtiyaçlara göre kontrollü bir şekilde üretilmekte ve tüketilmektedir.
Ancak insan nüfusu çok fazla artmış, buna paralel olarak insanoğlu geliştikçe ihtiyaçlar da artmış ve çeşitlenmiştir. Buna karşılık kaynaklar aynı şekilde bir artış göstermemiştir. Özellikle enerji ve hammadde kaynakları dünyanın bazı bölgelerinde toplanmış ve sınırlı miktarda olduğundan şimdi mücadele bu kaynakları elde etme yolunda yapılmaktadır. Artık insanların diğer canlılarla olan mücadelesi önemini kaybetmiş ama birbirleriyle olan mücadelesinin önemi artmış, boyutları ve çeşitliliği zenginleşmiştir. Bu sebeple insanlar ve onların oluşturduğu kurumlar arasında çatışmalar ve savaşlar uzun süredir birinci öncelikli mesele haline gelmiştir. Bu savaşlar eski klasik silahlı mücadele boyutundan insanlarla insanlar, insanlarla şirketler, şirketlerle diğer şirketler, cemaatler, tarikatlar, siyasi partiler ve oluşumlar arasında da oldukça kızışmış ve klasik anlamdaki devletlerle devletler arasındaki savaş artık şekil değiştirerek topyekûn bir hal almıştır.
Bu gelişmelerin sonucu olarak savaşların doğası da değişmiştir. Önceden iki kişi, grup, ordu veya devlet arasında yapılan klasik savaşların yanında siber savaş, ekonomik savaş, kültürel savaş, demografik savaş ve psikolojik savaş gibi bir çok yeni savaş türleri ortaya çıkarak savaş çeşitleri çoğalmış ve savaş araçlarının boyutu ve cinsleri de oldukça karmaşıklaşmıştır.
Ancak bu durum bizi bir yanılgıya sürüklememelidir. Çünkü savaşın boyutu, çeşitleri ve yöntemleri ne kadar değişirse değişsin savaşa sebep olan motivasyonlar hala en ilkel dönemlerdeki ile aynıdır: Yaşamak, güçlenmek, büyümek, çoğalmak vb. Yöntemler değişip çeşitlense de motivasyonlar değişmediğinden savaş halen kaçınılmaz bir yöntem ve zorunluluk olmaya devam etmektedir. Bunun için her ülke güçlü bir orduya sahip olmaya çalışmakta, barış söylemlerindeki artışa rağmen ordular küçülmemekte, aksine büyümekte ve askeri harcamalar gün geçtikçe daha da artmaktadır.
Fakat günümüzde yaşayan modern insan toplumlularında, geçmişte de ara sıra örnekleri görülen, barış sevdalısı idealistlerin savaş karşıtı değişik söylemler geliştirdikleri ve bu söylemlerin üzerinde pek te fazla düşünülmeden geniş kitleler tarafından sempatiyle karşılandığı görülmektedir. Hatta savaşın kötülüklerinden, savaşlara son verilerek barış içinde bir arada yaşamaktan bahsedilerek değişik örgütler sivil örgütler kurulmakta, devlet adamları dillerinden barış ve kardeşliği düşürmemekte ve savaştan bahsedenleri şeytan görmüş gibi kınamaktadırlar. Hatta dünya barışı için önce Milletler Cemiyeti ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da Birleşmiş Milletler gibi örgütler kurulmuştur.
Ama bunların hiçbirinin herhangi bir başarı sağlamadığı ortadadır. Milletler Cemiyeti’nin hiçbir işe yaramadığı 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasından, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın hiçbir işe yaramadığı ise gerek soğuk savaş döneminde gerekse bu dönemden sonra dünyanın her yerinde yaşanan küçük ve orta ölçekte ama oldukça yaygın ve kesintisiz savaş ve çatışmalardan da kolayca anlaşılmaktadır. Bu savaş ve bölgesel çatışmalar, çeşitli yerlerde ve çeşitli görünümler altında günümüzde de tüm şiddetiyle devam etmektedir. Aklı başında çoğu insan bu savaş ve çatışmaların öngörülür bir gelecekte sona erebileceğini de düşünmemektedirler.
Bu düşünceye ben de katılıyorum. Savaşların hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacağına inanıyorum. Çünkü şimdiye kadar anlattığımız konulardan da anlaşılabileceği gibi bana göre ‘’savaş bir zorunluluktur.’’ Savaş ne bir çılgınlık, ne bir vahşilik, ne bir psikolojik bozukluk ve ne de bir cinnet durumudur. Gerçi savaşlarda çılgın insanlar, psikolojisi bozuk insanlar ve genel bir cinnet hali yaşayan bazı insanlar görülebilir. Savaşanların bir kısmı veya bazen tamamına yakını çılgın, deli veya bir cinnet halinde olabilirler. Ama bu bizi asla yanıltmamalıdır. Bunların savaşla doğrudan bir ilgisi yoktur. Bu insanların çoğu barış halinde de aynı duyguları yaşamaktadırlar. Toplumlarda barış zamanında da birçok cinayet ve şiddet olayları yaşanmaktadır. Doğal olarak şiddetin yasaklanmadığı, aksine teşvik edildiği savaş ortamında bu insanların şiddet eğilimleri daha da artarak çevrelerini de etkilemeleriyle bu davranışlar zaman zaman yaygın bir hal alabilmektedir.
Tarihte savaşmayan toplumlar ya katledilerek yok olmuşlar, ya savaşan toplumların içinde asimile olmuşlar veya o toplumlara köle olmuşlardır. Zaten kölelik kurumu da canının bağışlanması karşılığında özgürlüğünden vazgeçme eğiliminde olan insanlar sayesinde ortaya çıkmış ve kurumsallaşmıştır. Bunun gelecekte farklı olacağına dair hiç kimsenin verebileceği bir garanti de yoktur. Biraz acı verici, biraz tehlikeli ve biraz da pis bir iş olsa da; yaşamak, güçlenmek ve varlığını geleceğe taşımak isteyen toplumlar her zaman savaşı bir seçenek olarak göz önünde bulundurmalıdır. Var olmak isteyen hiçbir toplum savaşmaktan vazgeçemez. Savaşmaktan vazgeçenler yaşamaktan da vazgeçmiş demektir. Bu da sadece insanlar için değil, en ilkel tek hücreli canlılar için bile mümkün değildir. Çünkü her canlı yaşamak, bu yaşamı gelecek kuşaklara aktarmak ve buna kıyamete kadar devam etmek üzere yaratılmıştır. Biz savaşmaktan vazgeçsek bile diğerleri vazgeçmeyecektir. Bu durum da eninde sonunda bizim sonumuzu getirecektir. Peki, neden biz yok olalım?
Tüm bu anlatmaya çalıştığımız şeylerden sonra, sonuç olarak diyebiliriz ki; savaş başlangıçtan beri var olan, gelecekte de var olacak olan doğal bir eylem biçimidir. Bu sebeple ciddi bir şekilde üzerinde düşünülmeli ve gerekli olduğunda savaştan kaçınılmamalıdır. Görünen o ki, bu gün olduğu gibi gelecekte de savaşlar devam edeceği için her ülkenin bir ordusu olmaya devam edecektir. Bu durumda üzerinde düşünülmesi gereken şey, ülkelerin nasıl bir orduya sahip olması gerektiğidir. Nasıl derken kastettiğimiz; ordunun büyüklüğü ne kadar olmalıdır, silahlanma, teçhizatlanma ve güvenlik stratejileri nasıl olmalıdır gibi konulardır.


Saygılar sunarım. M.Ç.