.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

23 Aralık 2016 Cuma

Suriye'de olanlardan kim sorumludur?


Suriye ile ilgili tartışmalarda Esat rejiminin taraftarlığını yapanlar siz konuşmaya başlar başlamaz hemen ABD emperyalizminden, İsrail entrikalarından bahsederek konuyu saptırma eğilimine giriyorlar nedense. 
ABD emperyalizmi, Rus emperyalizmi, bizim hatalı dış politikamız gibi söylemler Suriye'nin durumu ile ilgili olarak yapılan tartışmaların bir başka boyutu ve bu boyuttaki sorunlar da esas olarak Esat rejiminin kötü yönetiminin bir sonucu. 
ABD, Rusya'ya da oyun oynuyordur ama bir şey yapamıyor. 
Niye? 
Çünkü Rusya güçlü... 
Almanya'ya da oynamaya çalışıyordur ama yapamıyor. 
Neden? 
Çünkü Almanya hem güçlü, hem demokratik bir yönetimi var hem de iyi yönetiliyor. 
Suriye ve Irak gibi ülkelerde ise bu amacına kolayca ulaşıyor. 
Neden? 
Çünkü bu ülkeler çok geri kalmışlar. 
Çok kötü yönetiliyorlar. 
Hem de uzun süreden beri. 
Eğitimsiz ve ilkeller. 
Çünkü yönetim sadece kendisinin iktidarda kalmasını düşünmüş hep.
Ben Suriye'ye birçok defa gittim. 
Bunların çoğu Suriyeli heyetlerle beraber yapılmış resmi gezilerdi. 
Suriye bizden en az 40-50 sene gerideydi ben gittiğim dönemlerde. 
Her şey ilkel ve kötüydü. 
Trafik ışığı bile yoktu. 
Yol kenarları arıza yapmış arabalarla doluydu. 
Çünkü en yeni araba 15-20 yaşındaydı. 
Lazkiye'de bazı yeni arabalar gördüm. 
Suriyeli bir Türkmen albaya sordum. 
Yönetimdeki adamların çocuklarınınmış. 
Sadece yönetime yakın kesimler dışarıdan yeni araç,  getirebiliyormuş. 
Diğer vatandaşlar onların kullanmaktan bıktığı arabaları artık iyice eskidikten sonra onlardan alıyormuş. 
Daha neler gördüm anlat anlat bitmez. 
Bizi 1970'li yıllarda Akdeniz olimpiyatları için yapılmış stada götürdüler gezdirmek için.
Çünkü gösterebilecekleri daha iyi bir yerleri yoktu. 
Statta kapılar sökülüp götürülmüş. 
Ne olduğunu sordum. 
Türkmen kökenli albay kapıların çok para ettiği için Baasçıların çocukları tarafından söktürülerek satıldığını söyledi. 
Suriye'den Türkiye'ye ve Türkiye'den Suriye'ye yapılan kaçakçılığın hangi kalemlerde yapıldığından da Suriye'nin durumu anlaşılıyordu. 
Suriye'den bize yapılan kaçakçılıkta genellikle Suriye devlet üretme çiftliklerinden çalınan inekler yakalıyorduk sınırda. 
Bir diğer önemli madde de uyuşturucu maddelerin işlenmesinde kullanılan asit anhidrit. Türkiye'den Suriye'ye ise çanak antenler ve müştemilatı, pompalı tüfek, araba parçaları. Bunlar Suriye'de çok para ediyormuş. 
Çünkü arabaların çoğu eski ve dışarıdan parça ithalatı yapılmadığı için. 
Bir şey daha anlatayım bu kadar Suriye'debn bahsetmişker. 
Böylece Suriye'yi Baas yönetiminin ne hale getirdiği daha iyi anlaşılabilsin.
Sınır ihlali var diye Suriye bize protesto çekmişti bir defasında. 
Ben, bazı yetkililerle birlikte Suriyeli yetkililerle sınır kapısında görüşmeye gittim. 
Görüşme sonucunda iddiayı yerinde tetkik etmek için ihlal olduğu söylenen yerde bir gün sonra buluşmayı kararlaştırdık. 
Ertesi gün kararlaştırılan saatte ben bölgenin değişik ölçekteki haritaları ile bir GPS (Şimdi arabalara bile takılan, bulunduğun yari gösteren Tomtom gibi cihazların askeri ve daha fazla fonksiyonu olan modeli) alıp taburdan görevli personel ve kaymakamlık yetkilileriyle olay yerine gittim. 
Suriyeliler ise bomboş gelmişler. 
Yalnız yanlarında yaşlı bir adam vardı. 
Türkmen albaya bu kim diye sordum, bilirkişi olduğunu söyledi. 
Bilirkişi neyi biliyor anlamadığımdan meraklandım ama fazla bir şey sormadım çünkü ne zaman Türkmen albayla konuşsam Muhaberatçı yarbay hemen yanımıza yaklaşıyordu. 
O zaman da Türkmen albay paniğe kapılmaya başlıyordu. 
Ha bu arada bahsettiğim albay asker değil. 
Suriye'de sivil yöneticilerin bazılarına da rütbe veriyorlar. 
Aynı Osmanlıda sivil yöneticilere paşa dedikleri gibi bu adama da albay diyorlardı. 
Adamın başı belaya girer diye bir şey demedim. 
Sonra ben haritaları masaya koyup sınırın geçtiği yeri harita ve araziden göstererek sınırda bir yanlışlık olmadığını açıkladım.
Adamlar haritaları görüp beni dinledikten sonra kendi bilirkişilerini masaya çağırıp konuşturmaya başlamışlar. 
Meğer bilirkişi yakındaki köyde oturan bir çobanmış. 
Adam eskiden sınır bölgesine gelip hayvan otlatırmış. 
Uzun süre sınıra yaklaşmaya korktuğu için bölgeye gelmemiş. 
Ancak nasıl olduysa birkaç gün önce tekrar koyunları sınıra yaklaştırmış ve sınır taşının yerinin değiştiğini görmüş. 
Bunu duyunca gülmemek için kendimi zor tuttum. 
Adamların rejimi ilkel olunca her şeyleri, zihniyetleri de ilkel oluyor demek ki diye düşündüm. Hemen GPS'yi çıkarıp bulunduğumuz noktanın koordinatını aldım. 
Harita üzerinden de koordinatı okudum. 
İki rakam aynıydı. 
Bunu gösterdim ve köylünün çoktan beri buraya gelmediği için sınır taşının yerini yanlış hatırlıyor olabileceğini çünkü cihaz koordinatı ile harita koordinatı aynı olması sebebiyle sınırın değişmediğinin açık olduğunu anlattım. 
Adamlar önce elimdeki cihaza bakıp söylediğime inanmadılar. 
Bir plastik parçası nasıl yer söyleyebilir diye düşünmüşlerdir herhalde. 
Bir süre suskun kalıp hepsi muhaberatçı yarbaya bakmaya başladılar. 
Bu yarbayla görüşmelerde sürekli karşılaştığımızda biraz muhabbetim vardı. 
Ne de olsa ikimiz de istihbaratçıydık.
Ben de ona bakınca yarbay bana o alet nedir diye sordu. 
Ben istersen anlatayım bu cihazın ne olduğunu ve nasıl çalıştığını dedim. 
Tamam deyince cihazı masaya koyup ne olduğunu anlatmaya başladım. 
Hepsi gözlerini açmış ne olduğunu anlamaya çalışıyor, bu arada İstanbul'da üniversite okumuş bir Suriyeli tercüman da söylediklerimi tercüme ediyordu. 
Muhaberatçı hemen cebinden bir not defteri ve kalem çıkarıp cihazın şeklini çizdi ve tercümanın konuşmalarını not etmeye başladı. 
Herhalde çok önemli bir askeri sırrı anlattığımı düşünüyordu. 
Fakat bu cihazın sivil tipleri o zamanlar madencilik ve şehir planlamacılığı gibi alanlarda dünyanın çoğu yerinde kullanılıyordu. 
Şimdi telefonlar bile aynı işi yapıyor.
Konuşma bitince Muhaberatçı köylüyü biraz uzağa götürüp sıkı bir şekilde azarladı ve gönderdi. 
O geri geldikten sonra Suriye heyeti kusura bakmayın gibisinden bir şeyler söyleyip Suriye tarafına geçti. 
Biz de adamların durumuna acıyıp kendi halimize şükrederek sınırdan ayrıldık. 
Adamlar ülkeyi dünyadan soyutlamışlar, bırakın sıradan halkı yönetici kesiminden çoğu da dünyadan habersizdi. 
Ülkeyi çok kötü ve hoyratça yönetiyorlardı. 
Bu sebeple Esat yönetiminin ve Baas rejiminin savunulacak hiçbir tarafı yok. 
Ülkenin bu hale gelmesinden Baas ve Esatlar sorumludur. 
Hiç boşuna ABD'yi veya İsrail'i suçlamasınlar. 
Onlar bir şey yapmıyor demiyorum. 
Köpek havlar, kuş öter, yılan da sokar. 
Bu onların doğasında var. 
Emperyalist te sömürü için her şeyi yapar. 
Bu da emperyalizmin doğasında var. 
Ama nasıl yılan güçlü ve tedbirli birini sokamıyorsa emperyalistler de iyi yönetilen ülkelere istedikleri gibi oyun oynayamıyorlar. 
Irak ve Suriye'ye rahatça oyun oynadılar, çünkü bu ülkeler sapık diktatörler ve çarpık bir Arap sosyalizmi ideolojisine dayanan totaliter Baas rejimleri tarafından yönetildi yıllarca. 
Ve tabii ki çok kötü yönetildiler.
Bu sebeple her şeyin sorumlusu onlar.

Konuyla ilgili diğer hususlar hakkında tazılan bir yazıyı okumak için lütfen tıklayınız.

Halep'i ele geçiren Suriye rejiminin günahları.


Baba Esad zamanında da oğul Esad zamanında da Suriye sınırında bulundum ve birçok defa Suriye'ye gittim. 
Baba Esad süzme bir psikopattı. 
Kendisi Nusayri idi ama her cuma Şam'da, Sünniler için önemli bir şahsiyetin imamlık yaptığı bir camide cuma namazı kılardı. 
Fakat ne yaparsa yapsın, hangi mezhep veya ırka mensup olursa olsun benim için fark etmez. 
Çünkü cani ve katil ruhlu bir adamdı. 
Yerine de kendisi gibi bir oğul yetiştirdi ama kader midir nedir oğlan öldü. 
Bu sebeple Esad'ın etrafındaki (çoğu Sünni olan) Baasçılar ve ailenin önünde iki seçenek kaldı. 
Biri Beşar diğeri de şu anda Cumhuriyet Muhafızları komutanı olan kardeşi. 
Bu kardeş tam bir psikopat ve azıcık canı sıkıldığında birini işkenceye gönderen veya öldürten bir katil olduğu için, anne Esad, aile ileri gelenleri ve Baas yönetimi, daha efemine bir kişiliği olan ve kontrolü daha kolay olan Beşar'ı başkan yapmaya karar verdiler. 
Yaşı henüz 35-36 olduğu için kanun çıkarıp cumhurbaşkanı olmak için gerekli yaş sınırını düşürdüler ve babasının yerine komedi şeklindeki bir seçimle başkan yaptılar. 
Beşar İngiltere'de okumuş bir diş hekimi. 
Karısı da Suriye'deki en büyük Sünni Arap  aşiretlerinden birinin reisinin kızı. 
Başlangıçta Beşar'ın Suriye'ye internet getirme ve insanların bankamatik kartı kullanabilmesine izin vermek gibi Mozambik'te bile uzun süredir kullanılabilen yenilikleri yapmasına izin verdiler. 
Bir miktar da demokrasi söylemine ses çıkarmadılar. 
Ancak sivil toplum örgütleri kurulmaya başlayıp ta bu dernekler Esad'ın demokratikleşme söylemine güvenerek bazı basit taleplerde bulununca baba Esad'ın katil eski arkadaşları hemen devreye girdiler ve bu derneklerin başkanları tutuklandı. 
Daha ortada ne Arap baharı ne IŞİD, ne ABD ve ne de İsrail bahaneleri vardı. 
Belki Beşar iyi niyetli biriydi. 
İngiltere'de okuduğundan insan hakları ve demokrasi ile ilgili kitaplar okumuş ve bunlardan biraz da olsa etkilenmişti. 
Ama istediğini yapabilecek güç ve dirayeti yoktu. 
Bir müddet eski yöneticilerin huyuna gidip palazlanmaya çalıştı. 
Yerini koruyabileceğini düşünmeye başlayınca bu eski liderlerden bir kısmını da değiştirmeyi başarabildi. 
Ama annesi ve kardeşinin başı çektiği aile içindeki psikopat grubun gücünü kıramadığından pek bir şey yapamadı. Sonra Arap baharı geldi. 
Bundan tedirgin olduğundan sistemi babası gibi germeye ve böylece Muhaberat cinayetleri tekrar yaşanmaya başladı. Bu hava içinde eski alışkanlıklarını bırakamayan Muhabbet, Dera'da bir elektrik direğine yazı yazan birkaç reşit olmayan çocuğu içeri alıp işkencede öldürdü. 
Çocuklardan kurtulmak için bir dere kenarına attılar.
Fakat büyük bir hata yapmışlardı. 
Çocuklardan biri büyük bir Arap aşiretinin, bölgesinde sevilen ve sayılan reisinin oğluydu. 
Bu çocuklar bulununca Dera'da protesto yürüyüşleri başladı. 
Esat burada suçluları bulup cezalandırarak olayı yatıştırabilirdi ama yapmadı. 
Onun yerine halkın üzerine ateş açtırdı.
Fakat zaman babasının 80'li yıllarda bazı şehirleri haritadan silecek kadar bombaladığı zaman değildi. 
Kendi getirdiği internet, yabancı ve yerli basın sayesinde olaylar duyulunca ülke karıştı. 
Her şehirde barışçı ve tek bir silahlı örgütün bulunmadığı protestolar başladı. 
Bu protestolar da, eğer yönetim isteseydi, yatıştırılabilirdi ama zamanın değiştiğini fark edemediklerinden eski kan içici yöntemleri uygulamaya başladılar. 
Ordu sokaklara çıkıp halkın üstüne ateş açtı ve katliamlar yapmaya başladı. 
Hala ülkede herhangi bir silahlı örgüt yoktu. İlk olarak Suriye ordusundan bazı subaylar kaçarak ÖSO adıyla bir direniş örgütü kurdular. 
Fakat Esad bunları temizlerim diye yanlış bir hesapla ağır silahlarla şehirlere saldırıp PYD nin öncülleriyle işbirliği yapınca ülkede bir çok yerde kontrolü kaybetti. 
Böylece her yerde bazı yerel direniş grupları ortaya çıkmaya başladı. 
Yeni kurulan ÖSO, henüz çok zayıf olduğundan Esadlar gibi çoğu yerde kontrolü sağlayamadı ve değişik radikal dinci örgütler ülkeye akın ederek bazı bölgelerden kontrolü ele geçirmeye başladılar. 
Bu durumun ve bu arada bu gün Esat rejiminin insanları öldürmesine bahane olarak gösterdiği IŞİD gibi terör örgütlerinin ülkede yerleşmesinin esas sorumlusu Baas yönetimidir. 
Salak ve romantik oğlan, babası kadar zalim olamadığı gibi babası kadar da liderliği olmadığından ülkede şu anda kukla durumunda. 
Suriyeyi şimdi Şebiya denilen çeteler, Lübnanlı Hizbullahçılar, İran Devrim Muhafızları, Ruslar ve biraz da Esat ailesi (Beşar değil ama annesi ve kardeşi) ile babasının eski arkadaşları yönetiyor. 
Benim öğrendiğime göre Beşar işler karışınca karısını ve çocuklarını Moskova'ya gönderip kendi de çok sıkışırsa gitmeyi düşünüyormuş. 
Fakat Rusya açık açık askeri destek vermeye başlayınca tutunabileceklerini anlayan eski, yöneticilerin baskısıyla bu planından vazgeçmiş. 
Her ne ise....
Sadede geliyorum. 
Şimdi biz ne diyoruz?
Bizde başkanlık olmasın. 
Türkiye bir Ortadoğu ülkesi gibi tek adam yönetimine geçmesin. 
Erdoğan, Esat veya Saddam gibi olmasın. 
Eeee? Esat olma yolunda giden birine bu kadar karşı çıkarken Esat ve zalim rejimini allayıp pullarsak kendi kendimizle çelişmiş olmaz mıyız? 
Bu sebeple Esad'ı allayıp pullayanları anlamakta zorluk çekiyorum. 
Benim bakış açımla Suriye böyle görünüyor.
Saygılar sunarım.

Konu ile ilgili diğer bir yazıyı okumak için lütfen tıklayınız.

IŞİD nasıl yok edilebilir?


    IŞİD askerlerimizi yakarak şehit etmiş diye paylaşımlar görüyorum. Tekrar benzer şeyler olmaması için artık hükumetin işi askere yıkıp seyretmeyi bırakması gerekir. Asker savaşacak ama savaş sadece cephede yapılan bir şey değil. Bunun diplomatik, psikolojik, ekonomik vb. birçok boyutu var. Gayrinizami Harp veya klasik harp fark etmez. Artık harplerin ekonomik ve psikolojik boyutları eskiye göre çok daha önemli. IŞİD de psikolojik savaş boyutundan saldırıyor. 1000 tane IŞİD militanı ölmüştür belki bir günde, ama dünyaya sadece katlettikleri insanları gösteriyorlar. Korku yayarak insanların beyinlerine, korkuyu silah olarak kullanmaya çalışıyorlar. 
     Bu durumda onlara korkulmadığını göstermek yetmez. Onların da korkması sağlanmalı. Öldürülen IŞİD militanlarının resimleri çekilip havadan atılsın IŞİD kontorlündeki bölgelere. Özellikle de tank veya top mermisiyle parçalanarak ölenlerin resimleri. Amerikan iç savaşında Kuzey'in taktikleri de kullanılmalı bunun için. Ya da Tahmasb'ın Kanuni'ye uyguladığı strateji. Yani düşmanın savaşma azim ve iradesini kıracak ve onu yıpratacak yöntemler uygulanmalı. 
     Öyle şeyler yapılmalı ki, nasıl savaşın belki de en yetenekli generali olan güneyli general Lee'nin askerleri kaçmaya başlayınca ordusu yok olup gitti, aynısını IŞİD te yaşamalı. Bence salt askeri strateji yetmez, topyekun strateji uygulanmalı. IŞİD'in Türkiye'deki uzantılarını hemen yarın tutuklamakla işe başlanmalı mesela. Hatta teslim olmayanlar ve zorluk çıkaranlar temizlenmeli kameralar önünde. Boy boy resimleri çıkmalı gazetelerde. 
     Ekonomik kaynakları da kurutulmalı bu arada. IŞİD'e en küçük destek verenin malına mülküne el konulmalı, aynı FETÖ'ye yapıldığı gibi. Hatta IŞİD'e katılmış olanlar tespit edilip mallarına el konulamakla da kalınmamalı, onlara düşecek mirasa bile el konulmalı şimdiden. Kimse çocuğunu IŞİD'e göndermeye cesaret edememeli. IŞİD'e mali kaynak sağlayanlar tamamen yok edilmeli. 
     Başka ülkelerdeki IŞİD destekçilerine suikastlar yapmalı MİT. Bu dünya üzerinde nerede olurlarsa olsunlar rahat verilmemeli. IŞİD'in zayıf taraflarının tamamı istismar edilmeli. Hava saldırılarına ağırlık verilmeli daha çok. Hemen yarın IŞİD mevzilerine napalm atılıp mevzidekiler yakılmalı. Bakalım insan yakmak nasıl oluyormuş öğrensinler. 
     Mesela bu gün videosu yayımlanan tankların bulunduğu köy haritadan kaldırılmalı. Orada siviller kalmamıştır zaten. Göz yaşartıcı bombalar atılmalı yerleşim yerlerine sürekli olarak. Öldürmez ama öldürmekten daha çok korkutur insanı. Öte yandan bu herifler bir şeyler yiyordur herhalde. IŞİD kontrolündeki tarlalar ve çiftlik hayvanları dahil tüm yiyecek kaynakları yok edilmeli. Fırınlar, gıda depoları, marketler ve lokantalar vurulmalı. IŞİD bölgesinde hareket eden tüm araçlar anında vurulmalı ayrıca. Rahat hareket edemesinler. Arabaya binmenin ölüm olduğunu anlasınlar. IŞİD bölgesi çöle ve harabeye çevrilmeli. Adamlar bizimle mücadele edeceğine hayatta kalmak için açlıkla mücadele etmeli. IŞİD ile mücadele diğer mücadele edenlerle de koordine edilmeli. 
     Sadece ABD, Rusya vb de değil. Gerekirse Esat dahil herkesle ortak harekat yapılmalı. Kuşatma ve tecrit MÖ 7000'lerden beri başarıyla uygulanan bir strateji. Kaleler kuşatılıp tecrit edilerek içeridekiler aç kalınca ele geçirildi 7-8 bin yıl boyunca. 1. ve 2. Dünya Savaşında İngiliz ablukası çökertti Almanyayı. Tüm IŞİD bölgesi, IŞİD'le savaşan tüm tarafların ortak hareketiyle tecrit edilmeli. Bu bölgeye giren veya çıkan her şey ve herkes vurulmalı. Ne kadar dayanabilirler ki böyle yapılırsa? Bende merak ediyorum. Yapılsın da öğrenelim diyorum. 
     Söylediklerimi çok şiddetli bulanlar olacaktır. 
     Ama unutmamak lazım ki IŞİD mutlak savaş yapıyor Clausewitz'in bahsettiği gibi. 
     Eğer taraflardan biri mutlak savaş yapıyorsa doğru savaş yapmak mümkün değildir. 
     Eğer yenilmek istemiyorsanız tabii ki. Yöntemler acımasız gelebilir. 
     Ama savaşın kendisi acımasız bir şeydir zaten. 
     Nasılsa birileri ölecek sonuçta. 
     Neden biz ölelim ki?

IŞİD ile ilgili diğer bir yazıyı okumak için tıklayınız.

6 Kasım 2016 Pazar

Bir günlük bir gezinin notları: Kızılcahaman'ın yemekleri ve Soğuk Su Doğal Parkı

       Bu gün sabahleyin Oran'daki Panora Alışveriş Merkezi'nin önünde arabama binerek yola çıktım.
Konya Yolu'ndan Ankara'ya doğru inmeye başladım ve Taurus Alışveriş Merkezi yakınlarında sola dönerek Malazgirt Bulvarı'na girdim. Bulvar boyunca dümdüz devam ederek Eskişehir Yolu köprüsü altından GİMAT'a kadar gittim. Burada sağa dönerek köprünün üzerine çıktım ve İstanbul Yolu üzerinde Bolu istikametine doğru arabayı sürmeye devam ettim.
       Kara Havacılık Okulu (solda)'nu geçtikten bir süre sonra, eskiden Şaşmaz isminde bir şampuan veya deterjan fabrikasının (solda) bulunduğu yere vardım. Burada, o eski fabrikası binasının yerinde olmadığını gördüm. Biraz üzüldüm çünkü 2-3 yıl bu binanın 200-300 metre ilerisinde sağda bulunan kışlada çalışmıştım ve işe gider gelirken hep bu binanın önünden geçerdim. Sol tarafta askeri hava alanı hala yerinde duruyordu. Bu hava alanından yıllarca doğuya göreve gitmek için uçağa bindiğimden ve görev dönüşü de buraya indiğimden hala yerinde olmasına sevindim. Şimdi ne maksatla kullanıldığı hakkında hiçbir bilgim yok, çünkü 15 Temmuz irticai darbe girişiminden sonra birçok askeri kışlanın kapatılacağı söyleniyordu. Burasını ne yaptılar bilmiyorum.
      Sağ tarafa bakınca, çalıştığım birliğin nizamiyesinde cezaevi tabelası olduğunu gördüm. Bir süre Özel Kuvvet alaylarına kışlalık yapan ve daha önce de içinde bir muhabere birliği bulunan bu kışla şimdi cezaevi yapılmış. Buna pek şaşırmadım çünkü bunda şaşılacak bir durum yoktu. Memleket büyük bir ceza evine döndüğü için burasının da cezaevi olmasını normal karşıladım.
      2000'lerin ilk yıllarından beri, açılım maskaralığıyla, Allah verdikçe veriyor soytarılığıyla suç örgütleri devlet eliyle beslenip büyütüldükten sonra kendilerini yeterince güçlü görüp hükumetin yetkilerinin bir kısmını ele geçirmek istediler. Devlete karşı suç işlemelerine ses çıkarılmayan ve hatta desteklenen bu suç örgütleri hükumete karşı gelince birden bire terörist oluverdiler. Bu sebeple bir süredir memlekette tutuklananların çokluğundan hapishaneler yetersiz gelmeye başladı.
      Neyse...
      Yola devam ettim.
      Kazan'a yaklaşınca çok trajikomik bir durumla karşılaştım. Kazan levhasında ilçenin ismi Kahramankazan olarak yazılmıştı. Malum şimdiye kadar Türkiye'de kahraman unvanı bir tek Maraş'a verildi. O da, kurtuluş savaşı sırasında, o zamanlar dünyanın en önemli süper güçlerinden biri olan Fransızlara karşı tüm bir ilin (şehir merkezi, köyler ve ilçelerin tamamı) ellerindeki iptidai silahlarla direnerek aylarca savaşması ve Fransızları şehirden çekilmek zorunda bırakması sebebiyle ve TBMM kararıyla verilmişti.
       Kazan'a böyle bir ünvan verilmesine ağlayayım mı güleyim mi bilemedim. Esas şoku akşam Kazan belediyesinin internet sitesine girince yaşadım. Kahraman unvanını aldıktan sonra Kazanlılar ilçelerinin yeni ismi yazılı olan kimlik kartlarını alabilmek için nüfus müdürlüğüne üşüşmüşler. İnşallah herkesin kimliğini değiştirebilmişlerdir. İnsanlar bu kadar istediğine göre vatandaşa hizmette kusur etmemek lazım.
       Şu sıralar önüne gelen herkes, yüzlerce veya onlarca yıldır kullanılan yer isimlerini bir gecede değiştiriyor. Kimse de bir tepki göstermiyor maalesef. Buna alıştık artık ama Kazan'ın kahramanlığını yine de pek anlayamadım. Benden habersiz ülkeyi yabancı bir devlet işgal etti de Kazan kendi kendine mi kurtuldu? Eğer 15 Temmuz gerici ve irticai darbe teşebbüsü karşısında direnç gösterdiği için ilçeye bu ünvan verildiyse Ankara ve İstanbul da direndi. O zaman Ankara ve İstanbul neden kahraman değil de sadece Kazan kahraman? Ama ne diyeyim. Artık olan olmuş ve ilçe isim levhaları da yol kenarlarına konmuş bir kere. Bu uygulama hem Kazanlılara hem de ülkemize hayırlı uğurlu olur inşallah.
       Kazan'da ve daha doğrusu o civardaki tüm yol boyunca dikkatimi çeken bir şey daha oldu. Bir sürü yerde, yol kenarındaki büyük reklam panolarına cumhurbaşkanının resimleri yapıştırılmış. ABD dahil 21-22 ülkeye gittim. Bunların içinde böyle sağda solda her yere cumhurbaşkanının resminin yapıştırıldığı sadece iki ülke gördüm. Biri Irak, diğeri ise Suriye. Onların da o zamanlar cumhur(devlet)başkanları diktatör Saddam Hüseyin ve diktatör Esatlar (Hem Hafız hem de Beşar döneminde Suriye'ye gittim. Hafız'ın zamanında sadece onun, oğlunun zamanında ise Beşar ve Hafız'ın resimleri her yerde vardı.) idi.
      Bu resimleri görünce resmen ürperdim. Türkiye, sizi AB'ye sokacağım diye iktidara gelenlerin eliyle resmen Ortadoğu devleti ve Ortadoğu tarzı bir diktatörlük rejimine mi götürülüyor? İki resimle nasıl böyle bir düşünceye varıyorsun diyenler olabilir. Ama bana küçükken ebeveynlerim derdi ki ''Peyganberimiz Müslümanlara; Hristiyanlar ve Yahudiler gibi davranmayın, çünkü sizin kim olduğunuzu anlamak isteyen ne düşündüğünüzü sormadan önce nasıl davrandığınıza bakar.'' Ayrıca okuduğum bazı sosyoloji ve psikoloji ile ilgili kitaplarda da davranış tarzının insanların düşüncelerini de yönlendirdiğinden bahsediliyordu.
      Buna da neyse deyip devam edeyim.
      Ana yoldan devam edip Kazan'ı geçer geçmez çevrenin, yani arazi yapısı, bitki örtüsü ve hava durumunun değiştiğini fark ettim. Kurt Boğazı'na çıkarken şimdiye kadar oldukça düz olan arazi sona erdi ve engebeli bir arazi başladı. Ayrıca daha önce yerleşim yerleri çevresi hariç oldukça çorak olan arazi yavaş yavaş meşe ağaçlarıyla kaplı bir hale gelmeye başladı. Burada su kaynakları da arttı.               Gerçi Kazan'ın içinden bir akarsu geçiyor ama Kurt Boğazı'nı geçer geçmez sağ tarafta büyük bir baraj gölü vardı. 1992 yılında bu göle piknik yapmaya gitmiştim. Yine girmeyi düşündüm ama asıl maksadım Kızılcahamam'ı gezmek olduğundan vazgeçtim.
      İlerledikçe bitki örtüsü daha da yoğunlaştı ve çeşitlendi. Şimdi etrafta meşe gibi yaprakları sararmış ağaçların yanında çam gibi yemyeşil iğne yapraklı ağaçlar da görünüyordu. Bir virajı alır almaz karşıma çıkan ağaçlarla kaplı bir tepede Kızılcahamam yazısını görünce gideceğim yere varmak üzere olduğumu anladım.
      Biraz sonra yoldan aşağıya doğru inerken aşağıdaki derin bir vadide binalar göründü. Kızılcahamam'a gelmiştim. İlçeye varınca önce sağa oradan da köprü ile ana yolun üzerinden şehir merkezine girdim.Kızılcahamam oldukça küçük bir ilçeydi. Her yerde belediye başkanının İ.Melih Gökçek ile beraber çekilmiş resimleri vardı. Resimlerde genellikle ''Teşekkürler Melih Başkan.'' ve ''Kızılcahamam'ın 102 yıllık çöp sorununu çözdük. Artık çöp diye bir sorun yok.'' gibi yazılar yazıyordu.
      Tek büyük ve geniş (o da o kadar geniş değil çünkü tek yönlü) ana cadde olan mecburiyet caddesinden yukarıya doğru çıktım. İlçenin en yukarısında, kahvehane-kafe karışımı ahşap ve güzel bir binanın önünde durdum. İçeriye girip bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra tekrar yola koyuldum.
      200-300 metre sonra artık dağ yamacına gelmiştim. Burada Soğuk Su Doğal Parkı başlıyordu. Parkın içinde yol kenarlarına dizilmiş bir şekilde bir kaç hotel ve birkaç lokanta vardı. Ayrıca her yere şömineler yapılmış ve insanlar et pişirip piknik yapıyorlardı.
     Ben hiçbir yerde durmadan yolu takip ettim. Oldukça dolambaçlı ve virajlı yoldan yukarıya, dağın en yüksek yerine çıktım. Yol ileride tekrar alçalmaya başlayınca bir yerden döndüm. Dönerken yolun üzerinde ''Ankara Belediyesi'' yazısını gördüm.
      Arabayı sağa çekip dışarıya çıktım. Manzara mükemmeldi. Bazı gençler dağ bisikletleriyle yolda bisiklet sürüyorlardı. Yolu iyice inceledim. Acayip güzel ve sağlam bir yoldu. Sanırım asfalt yakın bir zamanda atılmış ve anlaşılan bu işi Ankara Belediyesi, yani İ.Melih yapmış. Yolun kenarından elimle ölçtüm. Sert tabanın üzerine en az bir karış (23 santim) yüksekliğinde asfalt atılmış, asfaltın yol çizgileri gayet muntazam boyanmıştı. Gayri ihtiyari olarak şu tekerleme dudaklarımdan döküldü: ''Adamlar çalıyorlar ama yol yapıyorlar hakikaten.''
      Sonra bir an durdum ve düşündüm. Bu işte bir terslik vardı. Kızılcahamam Belediyesi'nin yollarını Ankara belediyesi yapmıştı. Ben yol vergisi, su parası vb. verirken Ankara Belediyesi bizim mahalleye hiç doğru dürüst asfalt atmıyordu ama benim ödediğim paralarla buraya gayet güzel asfalt atmıştı.
      Bizim mahalleden İ.Melih ve AKP'ye pek fazla oy çıkmadığından olsa gerek (mahallede insanlar arasındaki dedikodu böyle, ben söylemiyorum) yollar köy yollarından kötü. Bazen o kadar büyük çukurlar açılıyor ki içine düşen bir adan geçen yıl hastaneye kaldırılmış (Ben görmedim. Yine mahalle dedikodularından öğrendim.). Bu bozuk yollar yüzünden mahallede arabası olanların şoförlüğü gelişti. Rallici gibi çok dar alanda çok ani manevraları yapabiliyorlar.
      Şimdi anladım ki bazı yerlerde İ. Melih ile beraber ilçe belediye başkanının boy boy resimlerinin bulunmasının sebebi buymuş. İş resimle oluyorsa İ. Melih Gökçek'e buradan sesleniyorum. Bizim mahalleye de Kızılcahamam'a yaptığın yolun aynısını yap, söz seninle resim çektirip mahallenin her yerine asacağım. Ayrıca yol vergisi, atık su bedeli gibi ücretleri öderken de artık küfretmeyeceğim.
      Lafı fazla uzatmadan yeniden devam edeyim.
      Biraz etrafı seyredip resim çektikten sonra geri dönmeye başladım. Aşağıya inince ilk lokantada durdum. Ağaçlar arasında oldukça güzel bir lokantaydı. Izgara et, yuvarlama çorbası dedikleri bir çorba, içli köfte ve saç kavurma söyledim.
      Garson yemekleri getirince görüntüden yemeğin iyi olduğu anlaşılıyordu. Yemeye başlayınca yanılmadığımı anladım. İçli köfte daha önce değişik yerlerde yediğim içli köftelerden biraz farklıydı. Ama acayip lezzetliydi. Çorba pek sevmem, zaten kızıma söylemiştim ama o da çok lezzetliydi.
Asıl sürpriz et yemeklerinde idi. Izgara et (iki büyük parça sucuk, kaburga, pirzola, külbastı vb den oluşuyordu.) tarif edemeyeceğim kadar güzeldi. Tadına doyamadım. Saç kavurma da şimdiye kadar yediğim saç kavurmalar arasında ilk üçe-dörde girer.
      Yemeğin arkasından sipariş ettiğim fırın sütlaç ta hiç fena değildi. Sonra çay ısmarladım ve çay gelince dışarı çıkıp bir sigara yaktım. Etraf meşe ve çam ağaçları ile doluydu. Hava hafif serin ama soğuk değildi. Bir sürü insan dışarıdaki masalara oturmuş yemek yiyordu. Etrafta en çok genç çiftler vardı. Sanırım sevgilisini alan delikanlılar gözlerden uzak ve baş başa bir pazar geçirmek için buraya gelmişler. Buraya gelmekte de iyi yapmışlar çünkü ortam acayip güzeldi.
      Neyse...
      Burada biraz daha kalıp ilçeye indim. İlçede hiçbir numara yoktu. Özel bir hediyelik eşya veya çok ilginç bir gıda filan var mı diye baktım ama bulamadım. Bunun üzerine ilçede fazla kalmadan  Ankara'ya geri döndüm.
      Ankara'da yaşayan, et yemeyi seven, dağ bisikleti veya yürüyüşü yapmayı seven ve (ben gitmedim ama) termal havuzlarda sağlık arayan herkese Kızılcahamam'a gitmesini tavsiye ederim. İlçeyi görünce moraller bozulmasın. İlçeye girdiğiniz yoldan hiçbir yere dönmeden dümdüz dağa doğru çıkın. Park alanına gelince de günün keyfini yaşayın.

      Saygılar sunarım.
      M.Ç.

Kızılcahamam Yazısı.
İlçenin uzaktan görünüşü.

                                                                             







İlçenin içinden geçip evlerin bittiği yer.     
Yolun en yüksek noktasından manzara
                               

Bir başka manzara.
                                                               
İ.Melih Gökçek'in yolları.

                                                           
Lokantanın bahçesinden çevrenin görünümü.
                                           
Lokanta bahçesinden çekilen bir başka resim.
                                           
Türkiye Ağacı
       Bu ağaç dikkatimi çekti. Oturduğu zemin sağlam ve üzeri de taşla kaplanmış. Sonra yukarıya doğru bir zamanlar dallı budaklı hayat dolu bir ağaç olduğu görünüyor. Kim yapmış bilmem ama bir süre sonra ve uzun bir süre boyunca kötü niyetli birileri dalını budağını kırmışlar ve çırılçıplak bırakmışlar ama ağaç buna rağmen uzamış. En üstte de hala zor durumda olduğu ama hayata tutunmaya çalıştığı görülüyor. Bana Türkiye'yi anımsattı.

4 Kasım 2016 Cuma

Sağlık için kısa bir reçete.



Geçenlerde sağlık ocağında kan tahlili yaptırmıştım. Bir-iki değer istenilen aralıkta çıkmadığı için bu hafta bir hastahaneye gidip detaylı bir şekilde muayene oldum. Muayene ve ardından yapılan bir sürü tahlil ve tetkikten sonra bu gün sonuç ne diye merakla doktorun karşısına çıktım. Doktor elindeki kağıtlara ve bilgisayar ekranındaki tahlil sonuçlarına uzun uzun baktıktan sonra nihayet bana döndü ve konuşmaya başladı:
-Reçeteni yazıyorum. Bu dediklerimi uygularsan herhangi bir sorunun kalmaz.
-Buyrun hocam dinliyorum. Nedir uygulayacağım şeyler? diye karşılık verdim.
Doktor sakin bir şekilde konuşmaya devam etti.
-Daha az sigara iç ve daha az yemek ye.
Daha çok hareket et ve daha çok su iç.
-Peki hangi ilaçları kullanacağım? diye sordum. O tersler gibi cevap verdi.
-İlaç bu beyefendi. Başka ilaca gerek yok.
Ben bu sert cevap karşısında ebeveynlerinin birinden azar işitmiş bir çocuk gibi önüme bakınca doktor üzüldü herhalde ki açıklamaya başladı.
-Sigara içiyorsun. Sigarayı bırak. Eğer bırakamıyorsan da daha az içmeye çalış. Sigara ağzına götürdüğün andan itibaren hastalık saçmaya başlar. Ağız, gırtlak ve akciğer kanserini çoğu insan biliyor ama sigara dumanındaki zehirli maddelerin emilmesi sebebiyle pankreastan mesane kanserine kadar her şeyde sigaranın etkisi var. Sigara tam bir hastalık kaynağı ve adeta bir zehir gibidir. İnsan sağlığına her yönüyle zararlıdır.
Gördüğüm kadarıyla biraz kilo almışsın. Kan değerlerindeki bazı sıkıntılar muhtemelen bu kilolardan kaynaklanıyor. Fazla kilo sırtında kum torbası taşımak gibidir. Hem seni yorar hem de omurgana zarar verir. Ayrıca aşırı kilo karaciğer yağlanmasından şeker hastalığına kadar birçok rahatsızlığa sebep olabiliyor. Bu yüzden yediğin yemek miktarını azalt. Ha bir de yaşın itibarıyla (50) bundan sonra protein içeren gıdalardan daha az tüket. Özellikle kırmızı ete dikkat et. Tamamen yemeyi kes demiyorum. Yediğin miktarı azalt. Yoksa bu yaştan sonra  gut hastalığından üre artışına kadar bir sürü  sorunla karşılaşırsın.
Hareket etmeyi artır. Yani biraz spor yap. Hem kilo verirsin hem de metabolizman hızlanacağı için dolaşım sistemin daha sağlıklı çalışır. Bu arada ciğerlerin de temizlenir. Yalnız ağır spor yapma. Özellikle de aniden ağır spor yapmaya başlama. Tempolu yürüyüş en güzeli.
Su az içiyorsun. Gün içinde içtiğin çay, kahve ve meyve suları su ihtiyacını karşılamaz. Mutlaka her gün 2,5 litre su iç. Hem boşaltım sistemin ve böbreklerin daha iyi çalışır hem de vücudun yeterli su alır.....
Teşekkür edip doktorun yanından çıktım.
Söyledikleri beni epey endişelendirmişti.
Bir yandan metroya doğru yürürken bir yandan da doktorun söylediklerini düşünüyordum.
Bir süre zihnimden doktorun söylediklerinin muhasebesini yaptıktan sonra onun konunun uzmanı olduğuna ve tavsiyelerine harfiyen uymam gerektiğine karar verdim.
Düşünceler içinde yürürken sanırım biraz sıkılmışım.
Gayri ihtiyari olarak cebimden bir sigara çıkarıp yaktım.
Birkaç fırt çektikten sonra reçetenin ilk maddesini ihlal ettiğimi fark ettim.
Kendi kendime çok kızdım.
Bu kızgınlığın da etkisiyle olsa gerek yürürken biraz hızlanmış olmalıyım ki yorulduğumu hissettim. Hemen bir taksi çevirip bindim.
Taksiye biner binmez ikinci kuralı da ihlal ettiğimi fark ettim.
Canım yine sıkıldı.
Kızılay'a gelince taksiden indim. Yürürken sabah kahvaltı etmediğimden ve can sıkıntısından acıktığımı hissettim.
Bir lokantaya girip bir buçuk iskender söyledim.
Garson servis yapınca üçüncü kuralı da ihlal ettiğimi fark ettim ama yine de yemeği yedim.
Artık bu kadarı da fazlaydı.
Hiç olmazsa dördüncü kurala mutlaka uymalıydım.
Dışarı çıkınca hemen bir dükkana girip bir litrelik su şişesi aldım.
Şimdiye kadar 2 defa doldurup içtim.
Şimdi bu yazıyı yazarken hiç olmazsa bir kuralı uygulamanın mutluluğu içindeyim.
Sanırım bu kuralı mutlaka uygulayacağım.
Yalnız, çok sık tuvalete gitme ihtiyacı karşısında sıkılmaya başladım.
Hayırlısı.
Bakalım ne olacak.
Siz de sağlığınızı düşünüyorsanız, doktorun reçetesi basit.
1. Az yemek, az sigara.
2. Çok su ve çok hareket.

Herkese sağlıklı bir yaşam dilerim.

Saygılar sunarım.
M.Ç.


14 Ekim 2016 Cuma

Kripto Fetöcüler kimler? Yeni bir operasyon mu geliyor? FETÖ operasyonları Siyasetçilere mi uzanacak?




Kripto FETÖ'cüler kimlerdir?

Darbeden beri herkesin dilinde bir kripto fetöcü lafıdır gidiyor.
Peki ama kim bu kripto fetöcüler?
Kimse bilmiyor veya bilmiyormuş gibi davranıyor.
Bazı şerefsizler ise günahsız birçok kişiyi bu kripto lafına göre ihbar ediyor veya çamur atıyor.
Tabii ki bu durumda kripto dedikleri hiç ortaya çıkmıyor.
Önce şunu açıklığa kavuşturalım; kripto fetöcüler var mı?
Bence var ama herkes onları yanlış yerde arıyor.
Daha önce FETÖ'cülerin çok uzun süre önce aynı devlet kademelerine sızdığı gibi diğer tarikatlara da sızdıklarını yazmıştım. Fakat diğer tarikatlara üçer beşer giderlerken bu tarikatlardan menzilciler grubuna 17-25 ten sonra kitlesel bir fetöcü göçü yaşandığını da belirtmiştim.
Bu gün bahsedeceğim kripto grubu bunlardan çok farklı bir grup.
Bazı kaynaklardan duyduğuma göre aynen FETÖ gibi Nurcuların bir alt grubu olan xxxxx çok büyük numaralar çeviriyorlarmış.
Bu grup uzun süre önce FETÖ'ye yanaşmış. Onların içinde eriyip asimile olmamışlar ama yapışık kardeş gibi onlarla kaynaşmışlar.
Bu grup darbe öncesinde de FETÖ ile işbirliği içindeymiş.
Ancak darbe girişiminin başında FETÖ cülerle hemen harekete geçmemişler.
Kenarda durup FETÖ nün başarılı olma ihtimali olup olmadığını gözlemlemişler.
Başarılı olsalar hemen onlara katılacaklarmış.
FETÖ cülerin bu işi başaramayacaklarını anlayınca bu sefer hemen karşıt gruptaymışlar gibi harekete geçmişler.
Darbeyi bastıran demokrasi kahramanları oluvermişler.
İş böyle olunca dışarıdan da bunların dini bütün olduğunu düşünen hükümet bunları FETÖ cülerin boşalttığı bazı kritik yerlere yerleştirmiş.
Ancak hükümet BYLOCK programının domain'ini (bilgisayar sistemlerini çok iyi bilmiyorum, ne olduğunu sormayın) çok büyük para ödeyerek almış ve film ondan sonra kopmuş.
Bu sistem bir süredir inceleniyormuş.
Ama daha ilk ilk incelemeler bile büyük şok yaratmaya yetiyormuş.
Şu anda, darbe sonrasında hükümet eliyle en kritik yerlere getirilen birçok sivil, asker ve polis ile değişik partilerden çok sayıda siyasetçinin bu programla darbe öncesine kadar haberleşme yaptığı ortaya çıkmış.
Şu anda detaylı araştırma yapılıyormuş.
Kasım veya Aralık ayı gibi şok bir operasyon yapılacakmış.
İşte bylock kullananlardan henüz tutuklanmayanların büyük çoğunluğu xxxxx grubundanmış ama şu ana kadar tespit edilemeyen gerçek kriptolar da varmış.
Son zamanlarda duyduğum haberler (dedikodular da diyebilirsiniz) bunlar.
Konu hakkında yeni şeyler duydukça yazacağım.
Saygılar sunarım.


17 Eylül 2016 Cumartesi

Türkiye için FETÖ'den ve PKK'dan daha büyük tehlike...


FETÖ'cü bunlaaaaarrrrr....


Dün akşam üzeri Panora'da bankamatikten para çekiyordum. Bu sırada 55-60 yaşlarında, iyi giyimli ve kilolu bir adam, elindeki Kipa'ya ait alışveriş arabasını, bir yandan da kendi kendine söylenerek ittire ittire yanımdan geçti. Biraz sonra da KİPA'nın ürün iade bölümündeki görevlilerle bağıra bağıra bir şeyler söylemeye başladı. Sanırım oradaki çocuklar adamın dediğini anlayamadığı için bu adam birden bire deli gibi bağırmaya başladı. Sonra biraz önce sürmekte olduğu alışveriş arabasını hızla diğer arabalara doğru ittirerek gürültülü bir şekilde çarptı. Bu sırada, adamın hemen yakınlarında bazı kadınlar ve çocuklar vardı. Bu adamın dengesiz davranışları karşısında bu kadın ve çocuklar çok korktular. Bu durumu gören iki güvenlikçi hemen adama doğru yöneldi. Adam güvenlikçileri görünce bu sefer de; ''Şunlara bakın. Vatandaşa baskı yapmaya geliyorlar. FETÖ'cü bunlaaaaarrrr..'' diye bağırmaya başladı. Bunu duyan güvenlikçiler oldukları yerde durdular. FETÖ'cü sözü güvenlikçileri tedirgin ettiğinden olsa gerek adama müdahale etmekten vazgeçtiler. Bunun yerine adamın biraz önce bağırdığı görevlileri çağırıp onlarla konuşmaya başladılar. Bu fırsatta faydalanan herif te hızla oradan uzaklaştı. Bu durum beni çok sinirlendirdi.Bankamatikteki işimi bitirir bitirmez adamın arkasından gittim. Sanırım benim gibi bankamatikte para çekerken yanındaki çocuğu ve karısı adamın bağırmasından rahatsız olan biri de işini bitirir bitirmez adamın arkasından koşturmaya başladı. Hemşerim, dur bakalım, deli misin sen, ne bağırıyorsun filan diyerek adamın arkasından gittik. Fakat adam, yaşlı ve oldukça kilolu olmasına rağmen o kadar hızlı bir şekilde uzaklaşıyordu ki ben arkasından gitmekten vazgeçtim. Peki bu adam kimdi? Bence manyağın tekiydi. Ama bu tür manyaklar beni oldukça endişelendirmektedir. Çünkü son zamanlarda bu herif gibi aşağılık manyakların sayısı oldukça arttı ve her geçen gün daha da artıyor. Ayrıca bu tipler son günlerde her türlü komplekslerini ve aşağılık duygularını bu şekilde saçma sapan hareketlerle rahatça ve giderek artan bir oranda tatmin edebiliyorlar. Çünkü son on-onbeş yıldır bu tip adamların bunu yapması için uygun ortamlar hiç eksik olmuyor. Hani belgesellerdeki bazı hayvan türlerinin yaşam alanlarında bahsedilirken fauna derler ya işte son yıllarda Türkiye bu tür manyaklar için uygun bir fauna haline geldi maalesef. Bu adamlar belki eskiden de vardılar ama bu günlerdeki kadar rahat bir şekilde gemi azıya almamışlardı. Çünkü bunu yapmaları için bu günkü kadar uygun ortam yoktu. Sanırım 0n-onbeş yıldır ülkede yaşanan pisliklerin ve bu pislik sayesinde üreyen bakteri ve mikropların çıkardığı gaz o kadar arttı ki bu durum yerel bir iklim değişikliğine sebep oldu. Bu asalaklar, her yeni şarta anında uyum sağlayabilen canlı türleri olduklarından hemen mutasyona uğrayarak yeni duruma uyum sağladılar. Bu yüzden uyum sağlamakta zorlanan faydalı türlere göre daha hızlı çoğaldılar. Bu tipler bir zamanlar yaptıkları pislikleri kapatmak için insanlara Ergenekoncu, Balyozcu, darbeci veya casus diyorlardı şimdi de FETÖ'cü diyorlar. Aslında bu söyledikleri hiç umurlarında değil. Onların derdi bir türlü bastıramadıkları aşağılık komplekslerini tatmin etmek ve işledikleri suçları örtmekten başka birşey değil. Bence bunlar FETÖ'den daha zararlılar. Onun için bu tiplerin artışını sınırlamak için acilen önlem alınması gerekiyor. Artık ilaçlama mı yaparlar yoksa nüfuslarını azaltmak için ortama bunların doğal düşmanlarından mı bırakırlar onu bilmiyorum. Ama bu türün nüfusu acilen sınırlanarak faunadaki doğal dengenin yeniden sağlanması için tüm tedbirler acil bir şekilde alınmaya başlanmalıdır diye düşünüyorum.
Saygılar sunarım.


10 Eylül 2016 Cumartesi

At izi it izine mi karışıyor. FETÖ Operasyonlarında sapla saman nasıl birbirine karıştırılıyor?


Hatalı tutuklamalar....


Bir süredir basında çıkan ve Cumhurbaşkanı tarafından da dile getirilen FETÖ'cü darbe sonrasında yapılan tutuklamalarda sapla samanın birbirine karıştırıldığı iddialarını takip ediyorum. Olanlara bakınca bunun ne kadar doğru bir iddia olduğuna dair birçok olay da görüyorum. Bu sebeple bu konuda bir şeyler yazmayı kendime bir borç bilerek burada iki özel olay üzerinden bu iddiaların doğruluk payı olup olmadığını okuyucuların dikkatine sunmaya çalışacağım. Peki kimleri örnek vereceğim? Elbette ki daha önce beraber çalıştığım ve kendilerinin FETÖ'cü olmadığını düşündüğüm iki kişiyi. Ben kumpas sürecinde yaşadığım olaylar sonucu emekli olmaya karar verdiğimde çalıştığım birliğin komutanı Korgeneral Abdullah Barutçu (O zaman Tümgeneral idi) idi. Kendisini 1995-1996 yıllarından beri tanırım. O yıllarda ben Özel Kuvvetler'de tim komutanı iken kendisi bizim tabur komutanımızdı. Zekai Aksakallı ise Tabur S-3'ü idi. O dönemde, özellikle Çukurca Bölgesinden Irak Kuzeyine yönelik birçok operasyonlara çıkıyorduk. O zamanlar Abdullah Barutçu (Binbaşı rütbesinde idi) taburu sevk ve idaresi ile, cesaret ve dirayeti ile sadece bizim tabur personeli arasında değil diğer birliklerde de kısa süre içinde ideal bir tabur komutanı olarak kendini gösterdi. Irak Kuzeyi bölgesinde Kara bölgesine ve o bölgedeki PKK kamplarına yönelik olarak yaptığımız operasyonlarda başımızda bulunan ve birliğe sonradan geldiği için işi çok iyi bilmeyen alay komutanımızın yetersizliklerini bile kapatacak şekilde kritik durumlarda inisiyatif alarak fiili olarak çatışma bölgesindeki birliklere emir komuta etmesi hepimizi çok rahatlatan ve bize güven veren bir durumdu. Kendisi, o zamanlar hayal bile edilemeyecek kadar az personelle (30-40 kişi kadar) Irak Kuzeyi derinliklerine sızarak çok riskli keşif ve istihbarat görevlerini başarı ile yapan biri idi. Benim tim komutanlığımdan tayin olduğum 1996 yılının Temmuz ayında yaşadıklarımız bu gün bile sanki dün olmuş gibi gözümün önündedir. Tayin olmama ve meyil iznim başlamasına rağmen değişik sebeplerle birçok tim komutanının başka yerlerde olması sebebiyle taburun tim komutanı sıkıntısı yaşadığını görünce Ankara'ya dönmek yerine o sırada yapılacak olan bir operasyona katılmamın daha doğru olacağını düşündüm. Bunu Barutçu binbaşıya söylediğimde kendisinin de benden böyle bir talepte bulunmayı düşündüğünü ama benim kendiliğimden bunu teklif etmemden dolayı çok memnun olduğunu söyledi. Nitekim ben timimin başında o operasyona çıktım. Operasyon daha en başından sıkıntılı idi. Jandarmanın land rowerleri ile Işıklı Karakolu'na gittik. Yolda birçok mayın tespit edilip etkisiz hale getirildiği için sık sık durmak zorunda kaldık. Işıklı Karakolu teröristlerin yaptığı baskınlar sonucunda çok sayıda zayiat vermiş bir karakoldu. Bizim gelmemizle kendilerine güvenleri artmış ve gelişimize çok sevinmişlerdi. Bir gece orada kalarak karakolu takviye ettik. Fakat ertesi gün gelen emirle helikopterlere binerek Uzundere kırsalındaki bir piyade bölüğünün konuşlandığı tepeye indik. Tepede toprağı kazarak oluşturdukları çukurlarda yaşayan bölüğün durumu çok sıkıntılıydı. Ayrıca, teröristler sık sık mevzilere sızdıkları için asker çok tedirgindi. Biz askerleri takviye edecek ve onlara moral verecek şekilde diğer taburlarla birlikte askerlerin yanına, onların mevzilerine personelimizi dağıttık. Akşam hava karardıktan sonra çok yoğun bir şekilde yağmur yağmaya başladı. Gece boyunca büyük siyah çöp poşetlerine koyarak poşetin ağzını bağladığımız çantalarımızın üzerinde oturarak hiç uyumadan sabahı ettik. Nitekim sabaha karşı bizim bulunduğumuz mevzilerin karşısından teröristlerce yoğun bir taciz ateşine maruz kaldık. Diğer taraftan da sızma girişimleri oldu ama bunlar kolayca geri püskürtüldü. O zamanlar son 5 yıl içinde kara yolu ile Uzundere'deki birliğe ikmal yapılmamış. Şimdi ağır malzemeler taşınacağı için bize yolu mayınlardan temizleyerek emniyete almamız emredildi. Alay komutanı bununla ilgili emri verince ben bu planlamada çok önemli bir taktik hata olduğunu ileri sürdüm. İç güvenlik konularına çok vakıf olmayan Alay Komutanımız bizi zırhlı birlik gibi düşünerek bir plan yapmış. Barutçu binbaşı benim fikrime katıldığını söyleyerek beni de yanına alıp alay komutanının yanına gitti. Orada kavga dövüş planda bizim teklifimize uygun değişikliği yaptırdık. Buna göre biz yoldan aşağıya inerken ve karşı sırtlara çıkarken sağ kanadımızdaki hakim tepelerden ilerleyecek iki tim sağ yanımızı perdeleyecek ve emniyetimizi alacaktı. Nitekim buna uygun olarak harekete geçtik. Aşağıdaki boş köye varıncaya kadar birkaç mayınlı yeri işaretledik. Köyde gizli bir yere gömülmüş 13 kaleş bulup gerideki piyade bölüğüne gönderdik. Bundan sonra da yukarıya doğru intikale devam ettik. Sonradan öğrendiğimize göre tırmandığımız tepenin üzerindeki sırt sürekli olarak teröristlerce pusu kurulan bir yer olduğu için pusu sırtı diye biliniyormuş. Irak sınırındaki bu ıssız yerde tepeye tırmanmaya başlayınca Barutçu binbaşı bana en öndeki timin yanına gidip o tim komutanıyla birlikte en önde yürümemi söyledi. Ben de badimi yanıma alarak en öne geçtim. O sırada alay komutanı nedense bizi emniyete alan timleri de yola indirmiş. Biz bundan habersiz sağ tarafımız emniyette diye sırta doğru çıkmaya başladık. Tepenin zirvesindeki sırta 30-35 metre kala ben diğer tim komutanına ''artık hedefe vardığımızı ve tepeye çıkar çıkmaz emniyete almasını'' söyledim ve yere oturarak kendi timimi beklemeye karar verdim. Cebimden bir sigara çıkarıp yaktım ve bir nefes çektim. Daha ikinci nefesi çekmemiştim ki önümüzdeki sırttan cehennem gibi ateş gelmeye başladı. Ateş edilir edilmez hemen mevzi alıp karşılık vermeye başladım. Ateş eden teröristler bize o kadar yakındı ki silahlarının namlularından çıkan barut gazının basıncıyla savrulan taş ve topraklar kafamın üzerine yağıyordu. Bu sırada benim tim ne durumda diye sola doğru baktım. Alay komutanının ortaya çıkan bu ani durum karşısında atıl bir durumda kalmış olduğunu ve üç taburu Barutçu binbaşının sevk ve idare ettiğini gördüm. Tüm birlikleri yoğun baskı ateşiyle birlikte hücuma geçirmişti. Bu sırada ben de sıçramaya başlamıştım ki benim ismimi bağırdığını duydum. Hemen yerimden kalkarak ona doğru koşmaya başladım. Badim de arkamdan geliyordu. Teröristlere paralel olarak koşarken aynı kovboy filmlerinde seyrettiğimiz gibi yanımdan birçok mermi geçiyor ve bazıları da ayaklarımın dibine vuruyordu. Barutçu binbaşının yanına giderken yolda rastladığım ve ayakta şok durumunda olan Albayı ikaz ederek yolun kenarına yatmasını söyledim. Barutçu binbaşı bana, ''iki tim alarak sağ taraftaki tepeyi ele geçirmemi'' söyledi. Aynı yolu tekrar geriye doğru koşarak bizim taburdan iki timle beraber sağdaki hakim tepeye koşarak çıktık. Tepeye çıkarken üzerimize kanas ve biksi ile ateş eden teröristler yüzünden iki üç defa çalıların arasına suya balıklama atlar gibi atlayıp 5-10 metre süründükten sonra dışarı çıktığımızdan her yerimiz dikenlerle çizilmiş ve kan içinde kalmıştı. Nihayet çatışma bölgesine hakim ilk tepeye çıktık ve teröristleri yukarıdan ateş altına aldık. Kısa süre sonra da aşağıdaki timler sırtı almışlardı. Teröristler ise kendilerini tepeden aşağı atıp kaçmışlardı. İlk tespitlere ve terörist telsiz dinlemelerine göre 4 terörist ölmüş üçü de yaralanmıştı. Bizim personelimizin çoğunun elbiselerinde ve sırt çantalarında birçok mermi deliği olmasına rağmen şans eseri ve aynı zamanda Barutçu binbaşının liderliği sayesinde kimsenin burnu bile kanamamıştı. Bu operasyon ertesi gün de sürdü. Gerek çatışmalar esnasında gerekse diğer faaliyetlerde Barutçu binbaşı, gösterdiği cesaret ve dirayet yüzünden diğer taburların personeli tarafından da çok takdir edildi ve birlikteki saygınlığı daha da arttı. Bundan sonra Abdullah Barutçu ile karşılaştığımda o yeni tuğgeneral olmuştu. Siirt komando tugayı komutanı idi. Ben de aynı tugayın bir taburunun komutanı olduğumdan 2 yıl da orada beraber çalıştık. Ama bu sırada gördüm ki kendisi o atılgan ve cevval binbaşıdan daha ihtiyatlı ve özellikle idari konularda çok çekingen birine dönüşmüştü. İki yıl beraber çalıştıktan sonra o özel kuvvetlerin bir tugayına komutan ben de diğer tugayına kurmay başkanı oldum. Özellikle personel ve idari konularda tedirginliğinin burada da devam ettiğini gördüm. Bunu çok ta yadırgamadım çünkü AKP hükümeti ve şimdi Paralel veya FETÖ denilen çakal sürüsü, kendisini gazeteci veya aydın diye tanıtan bazı soytarı kemik yalayıcıları ile bereber TSK'ya saldırılarına ağırlık vermeye başlamışlardı. Ben dış göreve gidip döndüğümde ise durum çok daha vahim haldeydi. Ergenekon ve Balyoz olayları günün temel konusuydu. Balyoz'da ifade veren arkadaşlardan öğrendiğimize göre iddianamede benim de ismim varmış. Uzun süre beni de ifadeye çağıracaklar diye bekledim ama nedendir bilmem çağırılmadım. Bu sırada Özel Kuvvetler Komutanlığı'na Tümgeneral Yıldırım Güvenç atanmıştı. Görünüş ve tavırları itibarıyla muzip bir hiper aktif çocuğu andırıyordu. Kendisi ile çok kısa sürede iyi bir şekilde anlaşmaya başladık. Bu sırada yine aynı yerde kurmay başkanıydım. Gelecek yıl alay komutanlığına atanacaktım. Atama tarihi yaklaşırken Balyoz için ne zaman ifadeye çağrılıp kumpasa dahil edileceğimi merak ediyordum. Dahası biraz da tedirgindim. Şimdi yeniden düşününce o zaman benim başka bir kumpasa dahil edilmek üzere birlik karargahında görev yapan F.Y Alb.nin de içinde olduğu bir grubun hazırlık yaptıklarını anlıyorum. Bu şekilde göreve devam ederken bir gün Yıldırım Güvenç Paşa beni çağırdı. Odasına gittiğimde baş başa görüştük. Bana; bir süredir benim hakkımda Genelkurmay'a ve Özel Kuvvetlere bazı imzasız mektuplar gönderildiğini, bunları araştırttığında iddiaların aslının olmadığını tespit ettiğini söyledi. Bu mektuplardaki en vahim iddia benim bir okul müdürünü ölümle tehdit ettiğime dairmiş. Bir şekilde müdüre ulaşılmış ve müdür bırakın tehdidi benimle hiç karşılaşmadığını ve beni hiç tanımadığını söylemiş. Güvenç Paşa bana bu konuda şu uyarılarda bulundu. ''Mehmet, anlaşılan birileri seninle uğraşmaya başladı. Kendine dikkat et. Biz seni tanıyoruz ama bu şerefsizler her kimlerse aynı mektupları genelkurmaya da gönderiyorlar. Birlik içinden veya dışından sorun yaşadığın biri var mı?'' Ben: ''Ufak tefek sorunlar yaşamakla birlikte hiç kimseyle beni bu şekilde şikayet edecek kadar kötü bir ilişkim yok. Kimseden de şüphelenmiyorum. Bunun arkasında kişisel bir sebepten daha farklı bir şeyler olabilir.'' dedim. O da; ''Ben senin arkandayım. Sana güvenim tam. Ama bu konuyla ilgili herhangi bir şey duyarsan veya aklına bir şey gelirse hemen bana haber ver ki o kişiler hakkında gerekli işlemi yapalım dedi. O sırada çok yoğun olan Balyoz davası ile ilgili konular gündeme geldiğinde de davada yargılananlar lehine hararetle konuşuyor, bunun bir komplo olduğunu, birilerinin TSK'ya savaş açtığını söylüyordu. Ayrıca tutuklu personele yardım toplanması faaliyetini başlattı ve her ay yardım toplandı. Kendisi Aşayiş Kolordu Komutanı olunca, birkaç defa Silopi'ye geldi. Her gelişinde gün boyu dolaşırken beni de yanına aldı. Benim gözümde o vatansever bir general idi. Ondan sonra komutanlığa Abdullah Barutçu Paşa geldi. Bu göreve geldikten sonra kendisindeki endişenin paranoya denilebilecek kadar arttığını gördüm. Mesela özel konuları odasında pek konuşmazdı. Odasına böcek konularak dinleniyor olabileceğinden endişe ettiğinden özel bir konu konuşulacağı zaman binanın önündeki çimlere sandalye attırıp orada konuşurdu. Orada bile ancak karşısındakinin duyabileceği kadar alçak bir sesle ve kulağına doğru eğilerek konuşuyordu. Bana ve birlikteki birçok subaya İzmir Casusluk Kumpası kurulunca tedirginliği daha da arttı. Çok daha pasif bir şekilde davranmaya başladı. Ben emekli olmaya karar verdiğimde, birlikten ilişiğimi kesinceye kadar olan süreçte kendisinden, eskiden beri tanışıyor olmamız sebebiyle, beklediğim desteği göremediğimden ve sergilediği bazı tavırlardan dolayı o zaman çok kırılmış ancak bir şey söylememiştim. FETÖ'cü darbe gecesi de, kendi ifadesinden de anlaşılacağı gibi yine pasif bir tavır alarak kapıcı dairesine saklanmış. Binbaşı Barutçu gibi davranmak yerine Barutçu Paşa gibi davranmayı seçmiş. Bu iyi bir özellik olmayabilir ama onun FETÖ'cü olduğunu da göstermez. Ben kendisinin FETÖ'cü olduğuna kesinlikle inanmıyorum ve hatta en küçük bir ihtimal dahi vermiyorum. O dönemin kumpas furyaları içinde FETÖ'cü olduğunu bildiğimiz (Örneğin o gece öldürülen Semih Terzi gibi) ve bu gün darbe yaparken suçüstü yakalanıp hapse atılan kişilerde daha önce hiç olmayan bir öz güven ve pervasızlık vardı. Çok rahat konuşup, çok rahat hareket ediyorlardı. Eğer Barutçu Paşa FETÖ'cü olsaydı onlar gibi rahat olur, o kadar endişe etmez, dinlenebileceğini düşünerek o kadar tedbir almazdı. Bence Barutçu Paşa'yı tutuklamaları büyük bir hatadır. Belki pasif davranışları sebebiyle emekli edilebilir ama suçlanması bence tamamen haksızlıktır. Gelelim Yıldırım Güvenç Paşa'ya. Onu Barutçu Paşa kadar tanımıyorum ama genel olarak FETÖ'cü profiline uymayan biri. Ayrıca aldığım duyumlara göre FETÖ'cülerin darbe girişimini haber alır almaz hemen karşı tedbirleri almış ve hatta bulabildiği tanklarla darbecilere saldırıp imha etmeyi dahi teklif etmiş. O gece Ankara'da darbecilerin tutuklayamadığı az sayıda general ile birlikte bütün gece darbecilerle mücadele etmiş. Geçen gün kendisinin, sanırım kara kuvvetlerine gönderdiği bu yöndeki mektubunu okudum. O da mektubunda aynı şeyleri söylüyor. Kendisini çok iyi tanımamakla birlikte ben onun da FETÖ'cü olmadığına inanıyorum. Elde ettiğim bazı duyumlardan kendisinin gelecekte kuvvet komutanı olabilecek bir konumda olduğunu, bu sebeple kararlılıkla karşı durduğu bu darbe kullanılarak darbeci diye tasfiye edildiğini söyleyenler var. Herkes yanılabilir. Belki ben de yanılıyorumdur. Ama öyle bile olsa bunun bir an önce ortaya çıkarılması gerekir diye düşünüyorum. Gerçi gerçekler elbette bir gün ortaya çıkacak. Ama bu arada, aynı kumpas davalarında olduğu gibi insanların hayatları karartılacak. Giden geri gelmeyecek. İnsanlar boş yere hapislerde çile çekecek. Onun için yetkililerin bu sapla saman olayının üzerine ciddiyetle eğilmesi gerekir. Bunun için soruşturma hızlandırılarak suçsuz olanların bir an önce serbest bırakılması azıcık bir iman ve insafa sahip herkesin en temel beklentisi olmalıdır. Böylece suçsuzlar hak ettikleri adalete kavuşurlarken suçlu olanlar da hızlı bir şekilde yargılanarak hak ettikleri cezalara çarptırılabilirler. Son söz: FETÖ'cülere asla acıma gösterilmeden en ağır cezalar verilmelidir. Ancak masum insanların FETÖ'cü diye tutuklanarak bu davanın sulandırılmasına da engel olunmalıdır. Bu ülkede son on yıldır çok sayıda insan devlet eliyle haksızlığa uğratılarak mağdur edildi. Şu anda ülkede adeta bir mağdurlar ordusu oluştu. Artık ülkenin mağdur insan kapasitesi doldu. Onun için bu orduya tek bir er bile ilave edilmemelidir. Saygılar sunarım.

İlave: Ben kumpas davalarından birine dahil edildikten sonra emekli olmak için dilekçe vermiştim. Şimdi darbecilikten içeride ve birinci sicil amirim olan bir general dilekçeyi verdikten birkaç gün sonra beni çağırdı. Odasına gittiğimde ''Genkur. Personel Başkanı ile görüştüm. Senin şimdilik emekli olmamanı söyledi.'' dedi. Bu general için daha önce FETÖCÜ'dür dikkat et diye beni uyaranlar olmuştu. Ama ben kendisini üsteğmenliğinden beri tanıdığımdan ''Yok artık, daha neler.'' diyerek buna inanmamıştım. Adamla her sabah ve öğleden sonra beraber spor yapıyorduk. Gayet te iyi geçiniyorduk. Sanırım bana yardım etmek için kendi cemaatdaşlarına giderek ricada bulunmuş olmalı. Bana bunları söyleyince FETÖCÜ olduğunun doğru olduğunu anlayıp çok şaşırdım. Çünkü gidip konuştuğunu söylediği şahısın FETÖCÜ olduğunu çok kişiden duymuştum. Neden Özel Kuvvetler Komutanı olan A. Barutçu ile değil de Genkur. daki paşa ile görüştüğünü düşününce de bu sonuca vardım. Bunun üzerine ''Hayır. Ben emekli olmaya karar verdim. Sizden bu konuda hiçbir şey istemiyorum.'' deyip hemen odasından çıktım. Ben bu tepkiyi gösterdikten sonra bu adam bir daha benimle görüşmedi. Şimdi bunu düşününce daha da emin olarak diyebilirim ki; A.Barutçu FETÖCÜ filan değil. Eğer A.Barutçu FETÖ'cü olsaydı bizim komutan gider onunla konuşurdu. Çünkü Barutçu paşa benim ikinci amirim birliğin de komutanıydı.