.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

22 Aralık 2015 Salı

Suriye sorunu ve sömürgeciliğin aleti olarak kullanılan mezhep meselesi.



Soner Yalçın'ın gazetesinde yayımladığı yazıyı okudum. Bu yazıda katıldığım taraflar olmakla birlikte katılmadığım da çok yer oldu. Yazıyı aşağıda bulabilirsiniz. Önce benim bu konu hakkındaki değerlendirmemi bulacaksınız. İkisini de okuyun. Ona göre değerlendirebilirsiniz. Saygılar sunarım.


Suriye rejiminin Alevi rejimi olmadığı konusuna ben de katılıyorum. Çünkü Suriye rejimini şekillendiren Baas Partisi'nin ideolojisidir. Baas ideolojisi bir Hristiyan tarafından kurulmuştur. Baasçılık genel olarak; Arap milliyetçiliğine dayanan, laik ve Arap Sosyalizmi denilen ama Sosyalizm ile alakası olmayan totaliter bir ideolojidir. Bu sebeple Suriye rejimine Alevi rejimi demek doğru değildir. Ama Nusayrilere Alevi demeyenler konusunda yanılıyor. Nusayri kelimesinin siyasi çıkar elde etmek maksadıyla kullanıldığı konusuna katılmıyorum. Tam aksine Nusayrilere Arap Alevisi denmeye başlanması siyasi çıkar elde etmek maksadıyla olmuştur. 1918-19'larda Suriye'yi işgal eden Fransızlar bu günkü Türkiye sınırları içindeki işgal bölgelerinde ortaya çıkan direnişe paralel olarak Suriye'de de bir direniş ortaya çıktığını görünce Suriye'ye hakim olmakta zorlanmaya başlamışlardır. Bu direnişçilerin büyük kısmı Milli Mücadele'yi yürüten kadro ile de irtibata geçtiği, Suriye'de Güney cephemizdeki direnişle koordineli hareket etmeye başladığı için Fransızları daha da korkutmuştur. İşte bu şartlar altında Suriye'ye nasıl hakim olabileceklerini düşünen Fransızlar Suriye tarihi ve demografisini kullanmaya karar vermişlerdir. Bu ülkede %13 civarındaki Nusayriler ile az sayıdaki Hristiyan ve Dürzi'yi yönetim kademelerine getirerek direnen nüfusa karşı denge sağlamayı ve iç mücadele ile ülkeyi zayıf düşürmeyi en uygun hal tarzı olarak seçmişlerdir. Ama ortada bir sorun vardır. Nusayriler uzun yıllar boyunca klasik İslam anlayışı ile sorun yaşamış, sapkınlıkla suçlanmış ve büyük baskılara naruz kalmış olduklarından bu inanç sistemini popüler ve kabul edilebilir hale getirmek mümkün görünmemektedir. Ama Alevi inancı hem Anadolu'da hem de Suriye ve Irak'ta tarihi kökleri ve çok sayıda Türkmen taraftarı olduğu için daha cazip ve daha kabul edilebilir bir inanç sistemidir. Hatta Şah İsmail bu inançtaki insanları etrafına toplayarak Sefevi Devleti'ni kurmuştur. Ancak Nusayrilerin böyle bir geçmişi de böyle bir tecrübesi de yoktur. Alevilere benzemedikleri gibi Şiilere de çok fazla benzemezler. Reenkarnasyon gibi Hint dinlerine has inançları vardır. Şia'nın 7 imamcı kolundan olduğu söylense de oldukça kendine has bir inanç sistemidir. İşte bu yüzden Fransızlar Nusayrilere Alevi ismini koymuşlardır. Yani aslında Nusayri bu insanların inancının gerçek ismi, bu ismi bölgeyi daha rahat sömürgeleştirebilmek için değiştirenler Fransızlardır. Tüm bunların ışığı altında diyebiliriz ki eğer Suriye rejimi Esat ailesinin dini inançlarına dayalı bir rejim olmuş olsaydı bile (ki öyle olmadığını daha önce de söylemiştik) Suriye rejimi bir Alevi rejimi değildir. Çünkü Nusayriler Alevi değildir. Kendine has bir inanç biçimidir. Son not: Bu şekilde mezhepler veya dinler üzerinden söylem geliştirenlere, siyaset veya ticaret yapanlara her zaman şüpheyle bakmışımdır. Çünkü hayatım boyunca daima; inancını yaşamak yerine bunun propagandasını yapanların her zaman bundan gizli bir kişisel çıkar sağladığını gördüm. Bu yazıyı herhangi bir şekilde yanlış anlayabilecekler veya kasten kendi görüşleri doğrultusunda kullanabilecekler için de şunu söylemeyi gerekli görüyorum. İnsanların neye inandıkları kendilerini ilgilendirir. Herkes için kendi inandığı şey kutsal ve önemlidir. Ben herkesin inancına saygı duyuyorum. Buradaki hiçbir cümle herhangi bir inancı eleştirmek veya övmek için söylenmemiştir. Amacım; bazı insanların, halkın bu konu hakkında detaylı bilgisi olmamasından faydalanarak olayları çarpıtabileceği konusunda biraz da olsa insanları uyarmaktan ibarettir. Son günlerde; Suriye iç savaşını bir mezhep savaşı, bu savaşın esas sorumlusu olan Esat rejimini de Alevilerin rejimi olarak lanse edilmesinin altında Suriye üzerinden Türkiye'de mezhep ayrımcılığını ve hatta düşmanlığını körüklemek isteyenlerin gizli çabaları olabileceğini düşündüğümden bu konuda yorumda bulunma zorunluluğunu hissettim. Yoksa benim için kimin hangi inanca ne kadar inandığı değil ne kadar insan olduğu daha önemlidir. Alevi, de, Sünni, de, Nusayri de, Hristiyan da insandır ve insan olarak herkes eşit şekilde saygı duyulmayı hak eder.

22.12.2015


25 Kasım 2015 Çarşamba

Suriye'de Yaşananlar Hakkında Çok Dikkate Alınmayan Gerçekler.


Suriye'de Yaşananlar ve Gerçekler.


Sosyal medyadaki paylaşımların bazılarını görünce sanki bazı kişilerin bazı genel doğruları fark edemediği kanaatine kapıldım. Bu sebeple bunları burada yazmaya karar verdim.
1. Putin Rusya Federasyonu'nun devlet başkanıdır. Bu sebeple ne yapıyorsa ve ne söylüyorsa Rusya'nın çıkarı için yapıyordur. Türkiye'nin çıkarı için değil.
2. Hükümetten veya RTE'den hoşlanmıtor olmak, başka ülkelerin psikopat liderlerini övmeyi gerektirmez. Esat ve Putin de en az RTE kadar diktatördür. RTE'ye karşı çıktığını sanarak bu kişileri övmek elbiseye dökülen yağ lekesini çıkarmak için benzin veya mazot dökmek gibidir. Bu sefer kumaşa onların lekesi işler ve çıkarması daha zordur.
3. Suriye'de çok sayıda Türkmen vardır. Bunlar ülkenin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Türkiye'nin Yayladağı sınırına yakın bölgedeki Bayır ve Bucak kasabaları ile bu bölgedeki çok sayıda köyde ve Lazkiye'de yaşayan Türkmenlere Bayır-Bucak Türkmenleri denmektedir. Diğer bölgelerdeki Türkmenler Suriye rejiminin uzun süreli baskısı sonucunda Türkçe'yi daha az konuşmaktadır. Ama Türkiye'ye yakın olan Bayır Bucak Türkmenleri Anadolu Türkçesi konuşmaktadırlar ve milli bilinçleri de oldukça güçlüdür. Bu sebeple Esat rejimi yıllarca bunları köylerinden uzaklaştırmaya ve aralarına güneyden Araplar yerleştirerek asimile etmeye çalışmıştır. Bazıları (Ki buna CIA de dahildir.) Suriye'de Türkmen olmadığını iddia edebilir. Ama bu durum Suriyede kendilerini Türkmen diye adlandıran ve Türkçe konuşan (Aslında tarihi olarak ta Türkmen oldukları açık olan) çok sayıda insanın yaşadığı gerçeğini değiştirmez.
4. Aslolan Türkiye cumhuriyetinin çıkarlarıdır. Kişilere çok fazla takılarak bunun gözden kaçırılmaması gerekir.
5. Rusya da, Suriye'de bu mantıkla savaşa katılmıştır. Yoksa ne Esat'a nede insan hakları vb. bir kavrama hayran olduğu için değil. Rusya'nın Akdeniz'deki tek deniz üssü Suriye'dedir. Esat rejimi giderse bu üsleri de kaybedeceğinden Rusya'nın şüphesi yoktur. Bunun için Esat'ı ne pahasına olursa olsun desteklemektedir. Zaten bu sebeple, kendi işine pek yaramayacak iç bölgelerdeki IŞID unsurlarına değil de Esat rejiminin küçük te olsa gelecekte kurulabilecek bir Suriye'de Türk etkisinden uzak ve bütünlüğü olan bir ülkede hüküm sürmesi için Türkmenlere karşı bomba yağdırmaktadır. Kim ne derse desin amaç Türkmenleri bölgeden sürmek, gitmezlerse yok etmektir.
Saygılar sunarım.

M.Ç. 25.11.2015

22 Kasım 2015 Pazar

Arap Alfabesi ve İslam Dini.



İlgili kelimeler: Atatürk, Türkiye, Sümerler, Finikeliler, Kartaca, Latin alfabesi, Kiril Alfabesi, Göktürkler, Uygurlar, Alfabe, Arapça, Osmanlıca, Türkçe, İslam, Din, Devrimler, İnkılaplar.



Türkiye'nin Cumhuriyetin, kuruluşunun hemen ardından yapılan inkılaplar kapsamında Arap alfabesini terk ederek Latin alfabesini almasının, bazı sözde İslamcı çevrelerce eleştirildiğini herkes biliyor. Sözüm ona bu alfabe Kuran'ın yazıldığı alfabe olduğu için kutsallık taşıyor deniliyor.

Bu teori dedelerimizin mezarlarını okuyamıyoruz gibi bazı tuhaf  iddialarla da destekleniyor. Ve gariptir ki bu tür iddialar oldukça fazla destek buluyor. İnsanlar okumadan, incelemeden ve sorgulamadan sadece ''Hoca öyle dedi.'' mantığıyla duyduklarına inandığından bu iddialar bazen sanki haklıymış gibi görünüyor. Ama acaba öyle mi?

Önce, son zamanlarda ''Dedelerimizin mezarlarını okuyamıyoruz.'' iddiasına açıklık getirmeye çalışarak konuya giriş yapalım. Cumhuriyet kurulduğu yıllarda okuma yazma oranlarının %10'ların altında olduğunu düşününce bu iddianın saçmalığı açıkça ortaya çıkar. Bizim insanımızın büyük bir bölümü Latin alfabesi kullanıma sokulmadan önce de dedelerinin mezarını okuyamıyormuş demek ki. Bu konuda diğer bir husus ta, eğer alfabe değişimiyle dedelerin mezarlarının okunamaması tehlikesi varsa ve mezar taşı okumak bizi dünyada süper güç filan yapacaksa bu yanlışın ilk defa yapılmamış olduğudur. Daha önce Türkler; eski alfabelerini değiştirmiş ve çok farklı alfabeler kullanmışlardır. Yani atalarımız; Göktürk, Uygur ve hatta Kiril alfabesi bile kullanarak alfabe değişimini bir çok defa yapmışlar. Bu kapsamda, Arap alfabesine geçtikten sonra en meşhur dedelerimizden olan ve uzunca metinler içeren Göktürk hakan ve vezirlerinin bize bıraktığı Orhun yazıtlarını da okuyamaz hale gelmişiz. Yani eğer Latin alfabesini alarak hata yapmışsak bu Arap alfabesini terk etmekten değil, Göktürk alfabesine dönmemekten kaynaklanmış olabilir. Çünkü tarihte bilinen ilk Türkçe yazılmış anıtları okuyamıyoruz.

Burada, Arap alfabesinin sesli harflerin çok az kullanıldığı Arapça için geliştirilmiş olmasından ve bu alfabenin Türkçe gibi sesli harf zengini bir dile uymadığından filan hiç bahsetmeyeceğim. Çünkü hemen Arap alfabesinin kutsal olup olmadığı konusuna gelmek istiyorum.

Bilindiği gibi Ortadoğu'da çıkan  ilk yazı (ve tarihte ilk yazı olarak kabul edilen ilk yazı)Sümerler tarafından, bundan 5500 yıl kadar önce bulunmuş çivi yazısıdır. Bu yazıyı icat eden ve dillerinin Türkçe kökenli olduğu iddia edilen bu insanlar çok tanrılı bir inanç sistemine inanıyorlardı. Pagan diyebileceğimiz bu insanların İslam ile hiçbir ilgisi yoktu. Bırakın İslamı, tek tanrı inancı bile yoktu. Peki bunun ne önemi var diyebilirsiniz. Şimdi ona geliyorum.

Bu alfabe kil tabletlere, keskin uçlu bir aletle yazıldığından ve ses sistemi değil de daha çok şekil sistemini esas aldığından çok kullanışlı değildi. Her kelime için ayrı bir şekil veya işaret yapmak dili kullanmak için çok sayıda işareti ezberlemeyi gerektiriyordu. Bu sebeple okuma ve yazma çok az kişinin tekelinde kalmış bir ayrıcalık olmuştu.

Bu günkü Suriye sınırları içinde yaşayan ve Sümerlerden çok sonra yaşayan Fenikeliler, Akdeniz'de gemileriyle ticaret yapan insanlardı. Bunlar tüm Akdeniz havzasında yaygın bir ticaret ağı ve çeşitli yerleşim yerleri kurmuşlardı. Meşhur Kartaca'yı kuranlar da bunlardı. İşte bu tüccar ve doğal olarak ta zengin olan insanlar, Sümer kökenli eski şekil esaslı alfabeyi geniş ticaret faaliyetleri için yetersiz görmüşler ve ses esasına dayalı yeni bir alfabe geliştirmişler. Arkeolojik kaynaklar bu insanların bu yeni alfabeyi yaparken ilk olarak A, B, C ve D harflerinin şekillerini tespit ettiğini gösteriyor. Bu alfabe, o dönemdeki dünyanın neredeyse tamamıyla alışveriş yapan bu insanlar tarafından Ortadoğu, Kuzey Afrika, Anadolu ve Güney-Güneydoğu Avrupa'ya yayılmıştır. Bunun sonucunda; diğer kavimler de kendi alfabelerini oluşturmaya başlayınca; Fenike alfabesinden Arap alfabesi, İbrani (Yahudi) Alfabesi, Latin Alfabesi ve Yunan Alfabesi doğmuştur. Rusların kullandığı Kiril Alfabesi ise çok sonraları Bulgaristan'da bir papaz tarafından geliştirilmiştir. Arapça'da Elif (a,e), Be, Cim, Dal harflerinin de bu şekilde ilk olarak ortaya çıkan Fenike alfabesini takip ettiği, bunu Latin A,B,C,D ve Yunan Alfa, Beta, Gama ve Delta harfleri takip etmiştir. Bu köken birliğini anlamak için alfabelerde bu harfleri yan yana yazarsanız birbirlerine oldukça benzediklerini görürsünüz.
Fenike Alfabesi ve diğer alfabelerle karşılaştırması:
HarfİsimTransliterasyonKarşılık gelen harf
İbraniArapYunanLatin
AlephAlephElifʼאΑαAa
BethBethBetbבΒβBb
GimelGimelGimelgגΓγCc, Gg
DalethDalethDaletdדΔδDd

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fenike_alfabesi

İşte bu Fenike alfabesinin gelişimine paralel olarak diğer dört alfabe de yazmakta kullanılan dillerin gelişimine göre gelişim göstermiş ve bu günkü hallerini almışlardır. Yani bu dört alfabe Sümer alfabesinin torunu, yine Sümerler gibi çok tanrılı putperestler olan Finikelilerin yazısının da çocuklarıdır. Bu dört alfabe öz kardeştirler. Bu sebeple Arap Alfabesinin Latin alfabesinden daha kutsal olduğunu iddia etmek te saçmalıktan başka bir şey değildir.

Ama olsun, ben yine de ikna olmadım diyenlere başka şeylerden de bahsetmek istiyorum. Diyorlar ki Kur'an Arap harfleri ile yazıldığı için bu alfabe ve ayrıca Arapça kutsaldır. Peki o zaman şuna ne diyeceksiniz? Aynı dil ve alfabe İslam öncesinde Kabe'deki putlara yazılan şiirlerde ve o dönemde Arapların dinle ve hele hele İslam ile hiç ilgisi olmayan çeşitli konularda yazdıkları şiir ve yazılar da bu dil ve alfabe ile yazılmıştır. O zaman bu dil ve alfabe putperestlerin de dili ve alfabesi olmuyor mu? Hele de bu dilin ve alfabenin İslam ortaya çıktığında zaten var olduğu ve putperest Araplarca geliştirildiği düşünülürse...

Ayrıca bu gün Lübnan'da yaşayan Hristiyanlar ve başka küçük din ve inançlardaki insanlar da dini ritüellerini Arapça ve Arap alfabesi kullanarak yapıyorlar.

Sakın yanlış anlamayın. Ben Arapça'yı ve alfabesini kutsal sayanların aksine olarak bu dil ve alfabenin kötü olduğunu anlatmaya filan çalışmıyorum. Söylemek istediğim sadece şudur: Alfabe ve dil'in dinle hiçbir alakası yoktur. Dil bir milletin millet olmasının göstergelerinden birinden başka bir şey değildir. Araplar Müslüman oldukları için değil Arap oldukları için Arapça ve Arap alfabesi kullanmaktadırlar. Kuran'da Arapça ve Arap Alfabesi kutsal olduğu için değil, peygamberimiz Arap olduğundan ve yaymaya çalıştığı yeni dini Arapların yaşadığı Mekke, Medine ve civarındaki bölgede yaymaya başladığından Arapça olarak Arap alfabesiyle yazılmıştır. Aksini söylemek te ancak geri zekalılıktır veya en azından art niyetli bir davranıştır. Arap bir topluluğa konuşan ve yeni bir dini anlatan bir peygamberin Türkçe veya İngilizce konuşması, bu konuşmaları ve inen ayetleri kaydeden kişilerin de yine Arapça'dan başka bir dil kullanmaları mümkün müdür.

Yani demek istiyorum ki, bazı geri zekalıların zannettiği gibi, Arapça Tanrının konuştuğu bir dil değildir. Sadece tanrının kelamını açıklayan peygamberin ve onun hedef kitlesi olan Arapların konuştuğu dildir. Tanrı insanlar gibi belirli bir dille konuşmaktan münezzehtir. Tanrı Arap değildir, çünkü o insan değildir. O, her şeyi olduğu gibi, insanı da yaradandır ve yarattıklarının hiç birine benzetilemez. Milliyetler ve diller insanların tarih boyunca geliştirdikleri kültürel unsurlardır. Tanrı'nın Arapça konuştuğunu düşünmek Tanrı (Allah) kavramını anlayamamaktan başka bir şey değildir. Ayrıca tanrıdan başka şeylere, özellikle birer şekilden oluşan harflere ve alfabeye kutsallık atfetmek şekillere tapınan ve Allah'ın lanet ettiği putperestlik gibi bir şeydir. Arapça ve Arap Alfabesine kutsallık atfedenler bilmeden dine aykırı bir şeyi savunmaktadırlar.

Onun için kimse çıkıp bana Osmanlı döneminde kullanılan alfabeyi dini referanslar vererek savunmasın. Ben o alfabeyi 2 dönem üniversitede okudum. Türkçeye hiç uymuyor ve bu yüzden de öğrenmesi oldukça zor. Her dersten çıkıp eve gelince Latin alfabesine geçmemizi sağladı diye Atatürk'e dua ettiğimi bu gün gibi hatırlıyorum.

Saygılar sunarım.





8 Eylül 2015 Salı

Dağlıca'da ne oldu? Kısa bir değerlendirme.


Anahtar kelimeler: Dağlıca Taburu, PKK Terör Örgütü, PKK saldırısı, zırhlı araçlar, mayın, komando, özel kuvvetler, operasyon.


İki gündür her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi yüzlerce PKK'lının katıldığı mayınlı bir pusudan bahsediyor, kimi 70'e kadar şehit olduğunu iddia ederek provakasyon yapıyor. Ben, böyle dağ başında bir taburun komutanlığını yapmış ve birçok olayını yaşamış biri olarak şu ana kadar öğrendiklerime göre bir değerlendirme yapmak istiyorum. Öncelikle şehit ve yaralı miktarından başlayayım. Tüm haber ve görüntülerden 2 adet zırhlı araca mayınlı bir saldırı yapıldığı anlaşılıyor. Görüntülerdeki araçlar gerçek araçların görüntüsü ise o araçlar 3 mürettebat ve yaklaşık 8 personel alıyor. Yani 2 araçta normalde 22 kişi olması lazım. Araçların durumuna bakarsak herhangi bir zarar görmeden o araçlardan çıkan bir personel de olmaması lazım. Dolayısıyla 16 şehit ve 6 yaralı açıklaması doğru bir açıklamadır diye düşünüyorum. Diğer ülkelerin ve PKK kaynaklarının açıklamasına itibar edilmemelidir. Onlar haberleri PKK kaynaklarından almaktadırlar. PKK'lılar iki sebeple asker zayiatlarını abartılı olarak bildirmektedirler. Birincisi Türkiye ve dünya kamuoyunu etkilemek yani çok güçlü oldukları propagandası yapmaktır. İkincisi ise kendi iç kamu oylarına yöneliktir. Bu da iki sebeple yapılmaktadır. Öncelikle eylem yapan grup tarafından, PKK yöneticilerine, çok başarılı bir eylem yaptıklarını söyleyerek kendi iç hiyerarşilerinde yükselmek için rakamları aşırı abartarak rapor etmektedir. İkinci sebep ise PKK yöneticileri eylem yapan grupların yalan rapor verdiklerini bildikleri halde örgüt içindeki militanların moralini yükseltmek için buna göz yummalarıdır. Bu tür bir tecrübe müsaadenizle aktarayım. Tabur komutanlığını aldığımda eski tabur komutanından, PKK'lıların ayda en az bir defa tabur merkezinden 17-18 km. mesafedeki bir üs bölgemize ve onun emniyet tepesine taciz ve saldırıda bulunduğunu öğrendim. Hakikatten eski tabur komutanı gittikten 1 hafta sonra söz konusu üs bölgesi emniyet tepesine bir taciz yapıldı. Tarafımdan telsizle yönlendirerek taciz def edildi. Telsizle yönlendirmek zorunda kaldım çünkü taburda daha önce çatışma tecrübesi olan benden başka bir üstçavuş ve bir uzman çavuştan başka kimse yoktu. Onlar da benim bulunduğum bölgedeki bir bölükte görev yapıyorlardı. Neyse. Bu olayın hemen ardından tabur s-3'ünü 1 takım askerle birlikte gece sızma şeklinde bir yürüyüşle o üs bölgesine gönderdim. Oradaki personele moral vermek ve destek olmaları için de 15 gün orada kalacaklardı. 10-12 gün sonra tekrar bir taciz olunca ertesi gece ben yanıma bir takım ve 1 GKK timi alarak oraya gittim. Sabah erkenden emniyet tepesine, oradan da taciz gelen bölgenin en yüksek tepesine çıktım. Tepeye bir takım komutanı ile bir takımı emniyet için bırakarak yukarıdan aşağıya doğru sırtları ve dere yataklarını araştırdım. Gördüğüm şuytdu: Teröristler yıllar boyunca hep aynı mevzilere girip bu üs bölgesinin emniyet tepesine saldırmışlardı. Hatta bu tepeye askerler arasında şamar tepe deniliyormuş. Mevzilerde gördüğüm paslı kovanlarla yeni kovanların hep aynı yerde olduğuydu. Bu mevzilerin GPS ile koordinatını aldım. Emniyet tepesindeki s-3'e de harita ve manzara krokisi üzerinde işaretlettirdim. Tepeye dönünce bölükteki her silahı ateş ettirerek bu hedeflere tek tek tevcih ettirdim. Sonra da şu emri verdim: Her havanın 3 mermisi barut hakkı ayarlanmış halde hazır bulunacak. Havanların tevcihleri de asla bozulmayacak. Teröristler taciz ederse herkes mevzilerde yatacak ve hedef göstermeyecek. Ama her havan bu üçer mermiyi otomatik olarak atacak. Aynı anda her biri bir hedefe tevcih edilmiş uçaksavar makineli tüfekleri 50, uçaksavar topu 10, otomatik bomba atar 30 mermiyi hedef gözetmeksizin atacak. Ondan sonra personel kafasını kaldırıp hedef arayarak ateş edecek. Bu hazırlık ve müteakiben verdiğim diğer emniyetle ilgili emirlerden sonra geri döndüm. Ha birde acaba işe yarar mı diye tabur merkezindeki 1 ASKARAD'ı da oraya götürmüştüm. Köylüler de benim geldiğimi duyunca gelmişlerdi. Radar araçtan indirilince köylüler komutan bu nedir diye sordular. Ben de; Tugay'dan yeni bir cihaz gönderdiler. Bu yeni icat edilmiş gizli bir radar. Teröristler sürekli dere yataklarından görünmeden yaklaşıp karakola ateş ediyorlar ya, onu önlemek için gönderdiler. Bu alet tepelerin arkasında da olsa, dere yatağından da gelse yaklaşanı gösteriyor. Şimdi gelsinler de görelim bakalım dedim. Köylüler meraklı meraklı cihazın bir yerini görmek ister gibi baktılar ama sandık içinde olduğundan bir şey göremediler. Neyse 1 hafta sonra telsizden yine taciz haberi aldım. Bölük komutanını aradım. Tuhaf bir durum vardı. Teröristler makineli tüfekle ateş etmeye başlamışlar. Emir verdiğim gibi tüm tevcihli silahlar anında ateş etmiş ve 30-40 saniyelik bu sürenin ardından kafalarını kaldırınca ateş eden kimse görülmemiş. Acaba emniyet tepesindeki askerler gece ay ışığı yansıması vb. bir şeyi görüp ateş mi etti diye bu bölüğe 8-9 km mesafedeki diğer bölüğü telefonla aradım. Onlar da teröristlerin makineli tüfekle tacize başladığını ama ilk merminin hemen ardından ani karşılık alınca başka ateş etmediklerini söylediler. Ben de bölük komutanını tekrar arayıp; yeni radarın işe yaradığını, teröristler daha tepelerin ardından ve dere yataklarından yaklaşırken tespit edilip tedbir alındığını köylülere anlatmasını söyledim. Bundan sonra 2 yıl boyunca tek bir taciz olmadı. İlginç olan ertesi gün PKK yayın organlarında yapılan eylem sonucu 13 askerin şehit edildiğini, onlarca askerin yaralandığını, hatta askerleri kurtarmak için müdahale eden bir zırhlı aracın da roketle vurulduğunu yazıyordu. Daha sonra eylemi yapan grubun Kuzey Irak'a çektiği raporun telsiz dinlemesi Tugay'dan geldi. Bu raporda da aynı şeyler söyleniyordu. İşin komik tarafı taburda tek bir zırhlı araç, bir kobra vardı ve o da tabur merkezindeydi. O bölükte 3 mersedes kamyon hariç araç ta yoktu. Daha da komiği, bölük komutanı ertesi gün köylülere durumu anlatınca köylüler çok şaşırmışlar. Onların tacizden haberi bile olmamış. Akşamki atışları da benim zaman zaman yaptırılmasını emrettiğim gece atışlarından biri sanmışlar. Gelelim Dağlıca'daki saldırıyı yapan terörist sayısına. Bence en fazla 8-10 terörist tarafından yapılmıştır. Hatta belki de dağdan terörist bile gelmemiş olabilir. Bu eylemleri teröristlerin milis dedikleri köylerde yaşayan adamları bile yapmış olabilir. Anlaşılan bu yola asfalt dökülmeden yani olay gününden çok önce EYP (el yapımı patlayıcı) yerleştirilmiş ve araçlar geçerken patlama noktasını gören bir yerdeki birkaç kişi tarafından uzaktan patlatılmıştır. Sonra da bu herifler hızla olay yerinden uzaklaşmıştır. Bölgeye atılan timler eğer çatışmaya girmişlerse bu kaçan az sayıda teröristle veya bölgedeki başka teröristlerle çatışmaya girmiştir. Şehit cenazelerinin köylülerce çıkarılmasını da çok yadırgamıyorum. Başıma geldiği için biliyorum. Böyle bir mayın olayının ardından birlikler hemen yakın sırtlara yönelik operasyon yapıp eğer yakalayabilirse teröristleri imha etmeye çalışır (eğer personel ve birlik komutanları tecrübeliyse). Dolayısıyla olay yerinde sadece varsa yaralılara yardım edenler olur. Öte yandan Dağlıca taburu alan kontrolü mantığı içinde birliklerinin önemli bir kısmını emniyet tepesi ve üs bölgesi/bölgeleri'nde kullandığı için arazideki bu tür olaylara müdahale edecek fazla bir birliği de yoktur. Dolayısıyla olayın ardından öncelikle emniyeti sağlamaya çalışmış olmaları muhtemeldir. Ama bu olayın çok farklı bir özelliği de var. Tabur komutanı şehit, iki zırhlı araç imha olduğu için ilk anda emir komuta konusunda sıkıntı olmuş olabilir. Bir de bu kadar büyük patlamalar muhtemelen askerleri çok fazla tedirgin etmiştir. Hatırlarım, benim yaşadığım bir mayın olayından sonra uzun süre operasyonlarda asker yere basmamak için neredeyse ayak parmak uçlarında yürüyordu. Buradan konuşmak kolay ama olayı yaşayan bilir. İlk şoku atlatmak oldukça zordur. Hele birlik komutanı da şehit olmuşsa çok daha zordur. İşte bu sebeple muhtemel yeni mayınlardan şüphelenen bir rütbeli bölgedeki her şeyden haberi olan köylüleri dereye yuvarlanmış araçtan şehitleri çıkarmak için olay bölgesine götürmüş veya göndermiş olabilir. Bunları niye mi yazıyorum. Benim face listemdekilerin büyük çoğunluğu asker kökenli ama buna rağmen çok farklı ve bazıları da alakasız yorum ve paylaşımlar gördüm de ondan. Ayrıca bu kadar şehit verildiği bir zamanda politikayı biraz ertelemenin uygun olduğunu düşünüyorum. Elbette ki bu olayların sorumlularını herkes biliyor ama bence biraz güncel politikayı bir yana bırakıp acaba biz ne yapabiliriz diye düşünmekte fayda var. Bir kaç kişinin bu yöndeki girişimleri de bence oldukça önemli. Saygılar sunarım.




13 Mayıs 2015 Çarşamba

Hangi parti oylarını ne kadar artırdı? Bunun sebepleri nelerdir?

Son günlerde, özellikle de Kenan Evren'in ölümünden sonra bir tartışmadır gidiyor. Ben dahil birçok kişi o zaman anayasaya Türkiye tarihinin en yüksek oyunu verenler şimdi neden adamı suçluyorlar diyor.Ben şimdi bu konuda düşündüklerimi açıklamaya çalışacağım. 1980 öncesi Türkiye'de, tüm dünyada 1900'lerin başlarında ortaya çıkan ve 1960'lardan itibaren iyice yaygınlaşan kitle hareketleri zirvedeydi. Ancak 1970'lerin sonunda Avrupa'da insanlar uzun süren bunalımdan ve kargaşadan bıktılar. Tabii bunun ekonomik, siyasi birçok sebebi var. Burada bunlardan bahsetmeyeceğim. 1980 yılına yaklaşırken Tüm dünyada insanlar sağ ve sol partilerden uzaklaşarak liberal ve muhafazakar partilere yöneldiler. İnsanlar ideolojilerden çok günlük ihtiyaçlarına cevap veren söylemlere eğilim gösterdiler. İnsanlar sadece ''ben oyumu veririm, tüketirim, eğlenirim, hayatımı yaşarım,kalanını devlet düşünsün, bunları sağlayan kimse ona da gider oyumu veririm'' mantığındaydılar. Hatırlayın o dönem İngiltere'de Thatcher gibi biraz otoriter ve aynı zamanda muhafazakar artı liberal bir başbakan gelmişti. ABD'de aynı nitelikteki Reagan, Almanya'da da benzer bir siyasi görüş iktidara gelmişti. Bu akım tüm Avrupa'ya yayılmaya başladığı bir sırada Türkiye'de 12 Eylül öncesinde sağ ve sol hareketler zirve yapmış durumdaydı. Toplum genelde sağ-sol diye ikiye, bunlarda merkez sağ, siyasal İslam vb. şeklinde kendi içinde alt bölümlere parçalanmış ve toplumun tamamına yakını politize bir hale gelmişti. AP gibi daha çok köylü kesimlere seslenen merkez sağın başındaki, Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük demagoglarından biri olan, Demirel bile kendisini öncelikle sağ diye tanımlıyordu. İşte bu ortamdan çıkarak dünyadaki genel gidişata uyum sağlama olayı Türkiye'de 12 Eylül darbesi ile oldu. Darbeden sonra tüm eski parti liderleri ve ileri gelenleri tutuklandı. Partiler kapandı, siyaset yasakları geldi. Darbeyi yapan generallerin kafasında merkez sağ ve merkez soldan oluşan iki partili bir siyasi düzen kurma hesapları vardı. Bu hesaba karşı olan herkes engellendi. Hatta bu dönemde ideolojik şarkılar söyleyen şarkıcılar bile yurt dışına kaçtılar. Bu durum o kadar abartıldı ki bir travesti olarak generallerin ahlak anlayışına göre marjinal olan Bülent Ersoy bile yasaklı listesine girdi. Bu arada bir parantez açayım: Bülent Ersoy'un ara sıra asker karşıtı söylemleri ideolojik bir temelden değil bu yasaktan kaynaklanmaktadır. Neyse. İşte siyasi tüm yapılar ve hatta toplum kesimleri bile susturulunca meydan ideolojisi olmayan, kurulmaya çalışılan rejim için tehlike teşkil etmeyen siyasi partilere kaldı. Özal askeri yönetimde de görevli bir kişi iken seçimden bir süre önce ABD'ye gidip eğitim aldı, hazırlandı. Generaller bunu fark edip rahatsız olsalar da Özal'ı engelleyemediler. Aslında onların kafasında merkez sağ için Turgut Sunalp'ın MDP'si vardı ama evdeki hesap çarşıya uymadı. ABD desteğini alan Özal dünya konjonktürüne uygun olarak ideolojik olmayan muhafazakar ve liberal bir parti kurdu: ANAP. Darbeden sonra sağlanan güvenlikten de memnun olan seçmenler kendilerini yönlendiren ve 12 Eylül'de yurt dışına kaçan (şimdi Kenan Evren'e saydıran) yazar çizer takımının da etkisinden kurtulduğundan apolitikleştiler. Siyasi gruplara ayrılmış kitleler konumundan hiçbir siyasi görüşü olmayan ortada gezen kitleler haline geldiler. Özal bu kitleleri pompaladığı tüketim kültürü, popüler kültür ve liberal politikalarla yanına çekti. 80 öncesinde sağ ve sol arasında oyların çok az bir kısmı seçimden seçime değişirdi. Bunlar ideolojisi olmayan kitlelerdi. İşte 80 sonrası bu kitle çok fazla büyüdü. Bu kitleyi genelde günlük düşünen, kendi ekonomik durumu geçinebilecek kadar iyi olan, hayatta kalmayı, tüketmeyi ve üremeyi önemseyen diğer hiçbir derin konuyu önemsemeyen insanlar oluşturuyordu. Şehirlere göçün artmasıyla beraber bu kitle ülkeyi kimin yöneteceğine karar veren asıl unsur oldu. Merkez sağ politikaları dar boğaza girip merkez sağ ANAP ve DYP diye ikiye ayrılınca bu gezici oy kitlesi de harekete geçti. Bozulan ekonomi, artan PKK terörü, şehirlerde artan mafyalaşma ve güvenlik sorunu bu kitleyi tedirgin etti. 1995'te bu kitleye hitap eden RP herkesi hayrete düşürerek oy patlaması yaptı. Ancak ülkede istikrar sağlayamadığı ve askerlere dayanamayıp istifa ettiği için bu ideolojisiz ve vasat insanlardan oluşan kitle 1999'da DSP ve MHP'ye kaydı. Ancak ülke şartları oldukça zor durumdaydı. Güvenlik ve terör had safhaya ulaşmıştı. Anayasa fırlatma olayından sonraki kriz bardağı taşıran son damla oldu. Bu kitlenin talepleri basit ve sığ olduğundan uzun vadeli çıkarlar yerine kısa vadeli çıkarlarını düşünür. Güvenlik ister, Düzenli olarak yaşayabileceği az da olsa bir gelir ister vs. vs. İşte artık iyice büyümüş ve %40'lara varmış olan bu kitle güçlü bir iktidarın, otoritenin sorunları çözeceğini düşündü ve kendisine bunu sağlayacak en uygun adam olarak sunulan Erdoğan'ın peşine düştü. Erdoğan dünya konjonktürünün çok müsait bir döneminde iktidara geldiğinden şanslıydı da. 11 Eylül olaylarından sonra ABD ve Avrupa'dan kaçan Arap sermayesi (oralarda gördükleri baskı ve aşağılama sebebiyle kaçtılar, ben İngiltere'de 2008 yılında bile bunu gördüm, hava alanlarında arap kıyafetli kişileri donlarına kadar arıyorlardı) kendine yer arıyordu. Bu sermayenin büyük kısmı Çin'e, bir kısmı da Türkiye'ye aktı. Bu dönemde bakın Çin uçuk büyüme rakamlarını yakaladı, o kadar olmasa da Türkiye'de büyüdü. İkinci dönem daha güçlü iktidara gelen AKP hiçbir şey yapmamışlar diye suçladığı Atatürk, İnönü ve daha sonraki iktidarlar döneminde yapılan her şeyi satmaya başladı. 300 milyar dolar kadar bunlardan para topladı. Bir o kadar da dış borç yaptı. Fakat para bol gelince yolsuzluk ve savurganlık ta hat safhaya çıktı. Dış ilişkilerin bozulması ticareti de etkileyince bu dönemde Türkiye koşarak bir ekonomik krize doğru gitmeye başladı. Artık satacak bir şey de kalmayınca hükümet vergilere yüklendi. Bu sebeple 5 Tl. ye benzin alıyoruz. Bu seçim öncesinde AKP gerek devletin giderek bozulan durumu, gerek iç siyasi durum, gerekse dış sorunlara aşırı angaje olması dolayısıyla iyi bir seçim programı hazırlayamadı. Tek programları başkanlık sistemi oldu. Ama benim bahsettiğim bu vasat insanlardan oluşan büyük kitlenin başkanlık sistemi filan umurunda değildi. O yizden bir arayışa girmeye başladılar. İşte bu dönemde MHP ve CHP (kim akıl verdi bilmiyorum) durumu oldukça doğru okudular. Vaatlerini bu vasat insanların oluşturduğu büyük kitlenin beklentilerine göre hazırlamışlar. Bu çiftçiye mazot, asgari ücretliye daha yüksek ücret, emekliye zam vb. söylemler işte bu kitlenin doğrudan ilgilendiği ve gözlerini çevirdiği söylemler. CHP, ardından da MHP bu yöndeki programlarını açıklayınca AKP hazırlıksız yakalandığını anladı. Kıvırmaya başladı ama kıvırdıkça battığını gördü. Kendileri üç seçimde benzer vaatlerle bu kitleden kolayca oylarını almışlardı. Ama şimdi alarm zilleri çalmaya başladı. O yüzden arka arkaya bazı uygulamalara başladılar. Dünkü emekli pirimini ödemeyenlere af olayı da bu kapsamda yapılmış bir girişimdir. Ama AKP'den kayan oyları geri çevirmeye yetmez. AKP'ye oy veren bir miktar insan şimdiden MHP ve CHP'ye kaymış durumda. Bu söylemleri iyi anlatırlarsa bu akış daha da artar. Çünkü konuştuğum bazı insanlar ''Ya, bu vaatlerini MHP ve CHP yerine getirebilirler mi?'' diye sormaya başladılar. Eğer bu partiler ''kaynak ortada'' gibi üstü kapalı açıklamalar yerine halkı ikna edecek şekilde kaynaklarını açıklarlarsa oy akışı çığ gibi büyür. Eğer bu olursa CHP veya MHP'nin oyları herkes için inanılmaz büyüklükte sürpriz olabilir. Burada AKP'den başka yanlış hesap yapan bir diğer parti de Vatan Partisi. İdeolojik ve felsefi bir duruşu olan bir politika yapıyorlar. Biz kaç oy alırsak alalım önemli değil diyorlarsa eyvallah. Ama şu anda Türkiye'de böyle derin konuları düşünen ve buna göre oy veren insan sayısı bir partiye baraj aştıracak kadar bile değil. Kaldı ki bunların bir kısmı zaten;MHP,CHP ve Saadet Partisine oy veriyor. Türkiye'de iktidarı belirleyen benim baştan beri bahsettiğim kitle. Yani güç onların elinde. Bu sebeple eğer oy almak istiyorlarsa bu kitleye hitap etmeleri gerekiyor. Bu sebeple şu andaki propagandalarıyla sanırım seçim sonrası hayal kırıklığı yaşayacaklar. Bu arada Demirel'den sonra Türkiye'nin en büyük demagogu Erdoğan'ın (Daha çok Menderesin tarzını taklit ettiğini düşünüyorum) dışında farklı kanaldan bir başka demagog daha yetişiyor: HDP başkanı Demirtaş. Adam kitlelerin kalbini tutuyor ve günlük polemikleri o kadar ustalıkla kendi çıkarına kullanıyor ki söylemleri çok büyük kitleleri etkilemeye başladı. Bu sebeple eğer HDP barajı aşarsa, hemde 2-3 puan aşarsa hiç şaşırmam. Neyse konu çok uzadı. Burada vasat insan tanımına açıklık getirerek yazımı sonlandırmak istiyorum. Vasat insan ilkokul mezunu, cahil veya köylü insan değildir. CHP'lilerin bir dönem göbeğini kaşıyan adam veya AKP'nin koyunları dediği türden insanlar da değildir. Vasattan kastım uzun vadeli, ideolojik, felsefi vb. derinliği olmayıp günlük ihtiyaçlarına göre karar veren insandır. Bunların arasında rektör olabilmek için en koyu AKP'li olan profesörler, daha önce sövseler bile menfaat karşılığı en koyu AKP'li olan gazeteciler (Mesela biryantinli bir lavuk var. Kendini stratej filan sanıyor. Yazılarını okuyorum. Harp Okulu 1. sınıf öğrencisi kadar strateji bilgisi ve vizyonu yok, işte bu yüzden de vasat diye tanımladığım biri), iş adamları gibi oldukça eğitimli ve üst tabakaya mensup insanlar da var. Bunlar saf veya salak insanlar filan da değiller. Aksine kendi çıkarlarının gayet farkında, rasyonel hareket eden insanlar. Ha bu arada bunlar siyasal İslamcı filan da değiller. Yarın uygun söylemlerle ikna edilsinler sosyalist te olurlar. Çünkü daha önce RP'li, MHP'li, DSP'li olan da bu insanlardı. O zaman nasıl yeni şartlara hemen uyum sağladılarsa yine sağlarlar. Onun için vasat tabirini yanlış anlamayın.Bu küçümseyici bir tabir değil, sadece sosyolojik bir tanımlamadan ibarettir.                                                                                                       
Gelelim Kenan Evren hakkındaki tartışmalara. Benim bahsettiğim kitle ideolojik olmadığı gibi kimseye bir kızgınlık beslemeyen ve aynı zamanda kimseye de bir bağlılık veya minnet beslemeyen bir kitle. Onun için dün göklere çıkardığı birini bu gün birden bire o göklerde omuzundan atıp paramparça olmasına da sebep olmaktan çekinmiyor. Nefreti olmadığı gibi acıması da yok. Daha önce dediğim gibi bu kitlenin hareketi kendi mantığı içinde çok rasyonel ve faydacı. 12 Eylül sonrasında işte bu yüzden; çocuklarının her an ölüm haberini alma tehlikesinden, her gün artan dar boğaz, karaborsa ile çay, yağ, sigara kuyruklarından kurtardığı için, en önemlisi de çocuklarını ve kendilerini yazdıkları yazılarla birbiri ile çatıştıran yazarlar, ajite eden politikacılar, çatışma için teşkil ve teşvik eden örgütlerden koruduğu için darbeyi desteklediler. Şimdi bazıları oylamanın demokratik şartlar altında olmadığını ve bu yüzden halkın bu kadar yüksek oranda darbe anayasası ve Kenan Evren'e oy verdiğini söyleyebilirler. Külliyen yalan, bu günkü seçimlerden daha az demokratik değildi. Hatırladığım kadarıyla kimse de bu yönde bir itirazda bulunmadı. Ben o zaman liseye gidiyordum ve kendi çevremde böyle iddia edildiği gibi bir baskı filan görmedim. 60 ihtilalinde niye bu kadar yüksek bir destek yoktu o zaman. Bence 1980'de Halk darbeyi de darbecileri de onayladı. Sağladığı güvenlikten dolayı, ekonomik istikrardan dolayı, daha önce yaşadığı sıkıntıları kendisine çektirdiği kişileri hapsettiği veya yurt dışına kaçırdığından yani o kişilerden onları koruduğundan dolayı sınırsız destek verdi.O sebeple darbe döneminde yapılan bazı kötü uygulamaları da önemsemedi ve hatta destekledi. Çünkü duyduğu işkence haberleri de eskiden sıkıntı çekmesine sebep olan ve anarşist dediği kişilere yapılıyor diye düşünüyor ve hak ettiler diye sessiz kalarak bunu onaylıyordu. Bunları ben bizzat kendi kulaklarımla o dönemde duyduğum için yazıyorum. O dönemde işkence gören tanıdıklarım da oldu, o dönemde bu işkencelere ''İyi yapıyorlar. Bu anarşistler memleketi yaşanmaz hale getirmişlerdi. Şimdi hak ettikleri cezayı çeksinler diyen tanıdıklarım da. Hatta aşırı sol bir örgüte olup ta darbeden iki üç sene sonra bana iyi ki darbe oldu, yoksa şimdi ben ya birkaç kişiyi öldürmüş bir katil veya öldürülmüş olurdum'' bir kişiyi de hala tanıyorum. Peki şimdi neden böyle herkes Kenan Evren karşıtı kesildi? Bence öyle bir şey olduğu filan yok. Halk kitleleri Kenan Evren karşıtı filan kesilmedi. Bugün Kenan Evren karşıtı kesilenler o dönemde darbenin sıkıntılarını çekenler, işkencelerine katlanan bazı çevreler ile bunların yakınları ve dünyaya hala ideolojik ve felsefi bir perspektifte bakan az sayıdaki kişi bu tepkileri gösteriyor. Halk ise her zamanki gibi şu anda kendisini çok ilgilendirmeyen bu tartışmaları önemsemiyor. Daha önce dediğim gibi kendisini yönetenlere karşı bir minnet filan da beslemediği için kimsenin de arkasında durmuyor. Saygılar sunarım.

10 Mayıs 2015 Pazar

Kenan Evren üzerinden kendilerini aklamaya çalışanlar. Siz de suçlusunuz. Hatta suçun büyüğü size ait.

Kenan Evren hakkında yapılabilecek olumsuz eleştirilerin çoğuna katılırım ama bunlar 12 Eylülden önce ülkeyi felsefeden uzak şekilci bir ideolojik yaklaşımla, bu günkü yönetimin de yapmaya çalıştığı gibi, kamplara bölenleri temize çıkarmaz. 
Köksüz, kendi düşünemeyen, kendi üretemeyen, sürekli olarak başkasını taklit eden aydın tipinin yarattığı ve körüklediği kaos bu ülkede 12 Eylül'de çekilen acılar gibi hatta ondan en az 100 kat acıya sebep olmuştur. 
Dikkat edin, 12 Eylül öncesi gençleri fişekleyerek birbirini öldürmeye teşvik eden ve kendine aydın sıfatını koymuş bazı kişiler Özal döneminde liboş, Erdoğan döneminde muhafazakar olup çıktılar. 
Bu da gösteriyor ki bu kişiler bırakın aydın olmayı, basit bir insan olamayacak kadar aşağılık ve kişisel çıkarlarına göre her kalıba giren insanlarmış. 
12 Eylül dönemindekiler de dahil sebep oldukları acıları ve ölümleri şimdi başkasının sırtına yıkarak sorumluluktan kurtulmaya, tarih önünde kendilerini aklamaya çalışıyorlar. 
Bu anlamda Kenan Evren kadar bile tutarlı değiller. 
Kenan Evreni her ne kadar sevmesem de adam 90 küsur yaşında yargı önüne çıkarılmaya kalkıldığında yaptıklarını inkar etmedi ve bu gün de olsa aynı şeyi yapardım dedi. 
Tamam yaptıklarının bir çoğu savunulamayacak şeylerdi, ama adamın bu tavrı tüm yaptıklarını bunların doğru olduğuna inandığı için yaptığını gösteriyor. 
Bu şahısta belli ki yanlış ve doğruyu değerlendirme konusunda bazı sorunlar var. 
Fakat adam kişisel çıkarları için her gün başka türlü kıvıran bir adam değilmiş. 
Ancak bu gün onu eleştiren bazı kişilere baktığımızda aynı tabloyu göremeyiz. 
Çünkü bu kişiler 12 Eylül öncesi söylediklerini en az 50 defa değiştirmiş, her yeni söylediğini ise çıkarları değişince yeniden değiştirmiş ilkesiz, omurgasız kişiler. 
Böyle adamlara Anadolu'da ''her devrin iti'' derler ve bu tür insanlar toplumda saygınlık açısından katillerden, hırsızlardan bile aşağıda görülür. 
Tamam herkes Kenan Evren ve 12 Eylül rejimini eleştirsin ama hiç kimse onu kullanarak kendini aklamaya ve sorumluluktan kaçmaya çalışmasın. 
Öz eleştiri zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. 
Bu söylediklerimin doğruluğunu sınamak isteyenler sadece büyük dönek ve oğulları küçük dönekler olarak meşhur olan Altan ailesine bile baksalar ne demek istediğimi kolayca anlarlar. 
Ben 12 Eylül uygulamalarının sonuçlarından memnun değilim ama bu 12 Eylül öncesini unutmamı gerektirmez. 
O dönemin sorumluları da toplum önünde hesap vermelidirler.
Zaten 12 Eylül'ün şartlarını da hazırlayan onlardır. 
Şimdi suçu ABD'de vs. aramak komediden başka bir şey değildir.

Saygılar sunarım.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Tehlike çok büyük: Atatürk Orman Çiftliği'ne gidip te çiftliğin ortada olmadığını ve yerine yapılan Aksaray'ı gördükten sonra düşündüklerim.

Tehlike çok büyük: Atatürk Orman Çiftliği'ne gidip te çiftliğin ortada olmadığını ve yerine yapılan Aksaray'ı gördükten sonra düşündüklerim. 

Bu gün Ak Saray'a gittim. Millet bence siz de gidip bir görün. Adam binaları devleti Abdülhamit gibi saraydan yönetecek şekilde yaptırmış. Gençlik yıllarımda çok gittiğim Atatürk Orman Çiftliği'nin katledilmesine çok üzüldüm. Resmen çiftliğin içine etmişler. Ama bundan bahsetmeyeceğim. Adam ülkenin başına bela, şimdi de ölene kadar ve artık püsküllü bela olmaya kararlı. Belki öldükten sonra bile mezardan yönetmek için saraya benzer bir mezar da yaptırır ama şimdi bu adamın planlarını bozmak zamanı. Sarayın yanına kocaman bir cami yaptırmış. Ankara'nın sayılı camilerinden olabilir. Yanına kendisi ve ailesi için bir konut yaptırıyor. Onun yanında da şu anda tamamlanmış olan ve kendisi başkan olunca devleti yöneteceği birimlerin bulunacağı başkanlık sarayı yapılmış. Adam bu kadar hazırlık yaptıktan sonra bu yoldan dönmez bence. Şu anda hesaplar ters gidiyor çünkü anketlerde Tipitip'in parti oylarını koruyamadığı görülüyor. Bu yüzden Sultan adayımız depresyona girmiş durumda. Başkanlık olmazsa kriz olur diyor. Şimdiye kadar başkanlıkla yönetilmediğimiz halde kriz filan olmadığına göre kendisinin sinir krizleri geçirmeye başladığını kast ediyor olmalı. Herkes çok dikkatli olsun. Bu söylemler adamın akıl sağlığının bozulduğunun da bir işareti olabilir. Eğer başkan olamazsa bu adam bir kriz yaratabilir. Başbakan adayını görevlendirme safhasında bu krizi yaratma imkanı olabilir.Onun için millet oylarını bu adamı yerinden indirebilecek partilerde toplamalı. Öyle ki AKP seçimlerden birinci parti olarak çıkamamalı. Yoksa ülke elden gidiyor. Zaten doğuyu şimdiden böldüler. Artık kalan kısımlar da elden gidebilir. Vatanını milletini seven herkes bu herifi engellemek için elinden geleni yapmalı. Yoksa 93 harbi sonrası, Balkan Savaşı sonrası ve 1. Dünya savaşı sonrasındaki durumlara düşeceğiz. Olsun bu millet yine işleri düzeltir, devleti yeniden kurar diye düşünen varsa hatırlatayım: Şu anda ortada bir Atatürk yok. Olsaydı zaten bu herif bu ülkeyi bu hale getiremezdi. Onun için şimdi görev herkese düşüyor. Tek bir kişi bile ne yapabilirim diye düşünmemeli ve göreve atılmalı. İlk görev Haziran seçimleri. Bu seçim bizim yeni Sakarya savaşımız olacak. Eğer düşmanı Sakarya'da durdurduğumuz gibi bu adamı da bu seçimde durdurursak Büyük taarruz ve sonunda da bu herif ve yardakçılarından kurtulmamız yakın demektir. Ben daha önce AKP'ye oy verenlere de sesleniyorum. Şu ana kadar sizi kandırmış olabilirler. Ben buradan uyarıyorum. Bu adamlar devletin altını oydular ve şimdi de yıkacaklar. Artık yanlış yoldan dönme vakti geldi. Seçimde AKP'ye değil, bu ülkeyi satmayacak olanlara oy verin. Yoksa seçimin arkasından sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Bu sürprizlerden en büyüğü de AKP'nin yanına HDP belasını başımıza getirip belayı çiftlemek tir. Eski aşırı solcu kesimler ile dini kesimlerin bir kısmı HDP'ye destek verecekler diye kuvvetli duyumlarım var. Zaten adaylar da batıda bu kesimlerden seçilmiş. Bir arkadaşım Manisa'da HDP'nin bir milletvekili çıkarmaya çalıştığını söyledi. Yani tehlike tek boyutlu da değil. Bu adamların harabeye çevirdiği memleketimizde harabelerde yetişen türden çok fazla zararlı ot bitti. Artık silkelenip kendine gelme zamanı geldi de geçiyor bile. Sonra pişman olmamak için şimdiden tedbir alın. Sandığa gidin. Devlet ve milleti bölüp parçalamaya çalışan ve bunu da imparatorluk olacağız saçmalığı ve başka yalanlarla gizleyenlere bu numaraları yemediğinizi gösterin. Bir ders verin. Hilelerini yüzlerine çarpın. Saygılar sunarım.

6 Nisan 2015 Pazartesi

Cemaatler ve Tarikatlar Dini Organizasyonlar mı, yoksa Titancılar Gibi Birer Saadet Zinciri mi?


Cemaatler ve Tarikatlar Dini Organizasyonlar mı, yoksa Titancılar Gibi Birer Saadet Zinciri mi?
Usulsüz para toplama, vergi kaçakçılığı, dolandırıcılık.....

Son 10 yılda tarikat ve cemaatler Türkiye kamuoyunda hayli etkin ve gündemde oldular. Fakat bu cemaatler ve tarikatlar hep güncel olayların akıntısı içinde yüzeysel olarak halkın diline düştüler. Ben burada Cemaat ve tarikatların bir başka boyutunu farklı bir bakış açısıyla kısaca irdelemeye çalışacağım.
Yakın zamanda memlekete gittiğimde bu dini görünümlü örgütlerin ikisi ile ilgili bazı üye ve sempatizanları ile onları eleştirenlerden bazı şeyler dinleyince bunlar hakkında ufkum açıldı diyebilirim.
Herkes şunu gözlemlemiştir sanırım. Bu dini organizasyonlar o kadar idealist bir görünüm altında faaliyet gösteriyorlar ki ben zaman zaman imrenmedim değil. Neden diğer sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler de böyle değil diye de kendi kendime hayli düşünmüşümdür.
Bu dini örgütler fakirlere yardım ediyorlar, fakir öğrencilere yardım ediyorlar, yurt vb. sağlıyorlar. Okullar açıyorlar ve bu okulları dünya çapında yayıyorlar. Bunları da topladıkları yardımlarla yapıyorlar. Yardım toplayan insanların söylemleri ve faaliyetlerini, özellikle de sanki kendileri için para topluyormuş gibi canla başla çalışmalarını hep hayranlıkla seyretmiştim.
Fakat bu memleket seyahatimde ve burada, Ankara'da öğrendiğim bazı şeyler beni bu hayal aleminden uyandırdı.
Tarikat ve cemaatler para toplama, yani onların tabiriyle yardım toplama faaliyetini belli bir sistem içinde yapıyorlar ve bu parayı da belli bir oranda bölüşüyorlarmış. Mesela Fethullah Gülen Cemaatini para toplama sistemi şu şekilde işliyormuş. Para toplayan kişiye toplanan paranın %30'u çalışmasının karşılığı olarak veriliyormuş. Paranın kalan kısmı da alt seviyede sorumlulardan en üst seviyedeki sorumlulara belli bir oranda dağıtılıyormuş. Kalan belirli bir miktar da fakir öğrencilere yardım ve okullar için ayrılıyormuş.
Yani bu hayır işi bir saadet zinciri gibi ticari bir işlem olarak yürütülüyormuş. Şimdi yardım toplayanların neden o kadar canla başla çalıştığını anlamak daha kolay değil mi?
Bu paranın toplanması bize ne zarar verir diyeceksiniz. Sonuçta alan memnun, veren memnun...
Ama olaya bir de şu açıdan bakalım. Burada bir dolandırıcılık söz konusu değil mi? Öğrencilere yardım edilecek diye halkın verdiği paraların bir saadet zinciri içinde dağıtılması dolandırıcılık ve sahtekarlık değil de nedir?
Peki bu bir ticari faaliyet haline getirildiyse, her ticari faaliyet gibi bu paraların da vergisi verilmesi gerekmiyor mu? Genel evde vücudunu satan zavallı kadınlardan bile vergi alan devletin bu emeksiz gelirden vergi alması gerekmiyor mu? Yani neresinden bakarsanız bakın burada bir suç işlenmiyor mu? Vergi kaçırma suçu işlenmiyor mu?
Benim cemaat üyesi olan bazı tanıdıklarım var. Bunların yaptığı iş ve gelir seviyeleri belli. Ama yıllar geçtikçe hızla kalkındılar. Bu nasıl oluyor, ek iş filan mı yapıyorlar diye düşünüyordum. Bunu öğrenince ve onların da fakir öğrencilerin okutulması için hayır adı altında yardım topladıklarına şahit olduğumdan şimdi nasıl kalkındıkları hakkında bir fikrim var artık.
Bu insanlar dinden, imandan, ahiretten bahsediyorlar. Peki haksız kazanç haram değil mi? İnsanları kandırmak günah değil mi?
Tabii bu söylediklerim benim başkalarından duyduklarım ve kendi gözlemlerim üzerine yaptığım yorumlardır. Yine de kimseyi haksız yere itham edip günahına girmek istemem.
Ama birisinin çıkıp bana bu sorularımın cevabını vermesi ve beni aydınlatması gerekiyor.
Aksi takdirde ben bundan sonra cemaat ve tarikatlara dini organizasyonlar olarak değil de Titanvari dolandırıcılık şebekeleri ve saadet zincirleri olarak bakacağım.
Fethullah Gülen Cemaati örneğini verdiğimiz için diğerleri böyle değil diye düşünmeyin.
Diğerleri hakkında da gerek bunların içine girenlerden ve gerekse yakın gözlemlerde bulunanlardan çok daha vahim iddialar dinledim.
Onlardan da başka bir yazımda bahsedeceğim.
Bana sorarsanız yardım adı altında para toplayan hiç kimseye para vermeyin.
Hele de size herhangi bir dernek veya yasal kuruluşun resmi bir dekontunu vererek sizden bu parayı yasal olarak topladığını ispat edemeyenlere asla.
Verirseniz hem kendinizi geri zekalı yerine koymuş olursunuz, hem de yolsuzluğu ve kanunsuzluğu desteklemiş olursunuz.
Yani sevap işleyeyim derken günaha girersiniz.

Saygılar sunarım.
6.4.2015


22 Mart 2015 Pazar

Seçimler yaklaşırken görünen gerçekler.

Seçimler yaklaşırken siyasi partilerde de bir hareketlenme başladı. Her partinin milletvekili aday adayları partilerine başvuru kuyruklarına girdiler. Bunlar he zaman olan olağan şeyler. Ancak olağan olmayan şeyler de var.
Bunlardan başında da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ve hatta Türk tarihinde ilk defa bir cumhurbaşkanının anayasada bulunan zorunlu kuralları hiçe sayarak bir siyasi parti için oy istemek maksadıyla şehir şehir gezmeye başlaması geliyor.
Herkese hukuka uymak konusunda örnek olması gereken ve anayasaya göre devleti temsil eden bir kişi devletin başı olduğunu unutup hala kendini bir siyasi partinin başı zannetmesi ülkemiz için gerçekten üzülecek bir durum.
Peki neden böyle yapıyor?
Bunun cevabını vermek çok basit.
Çünkü ülkenin 92 yıllık anayasal düzenini değiştirerek ülke yönetimini başkanlık sistemine dönüştürmek  istiyor. Bunu da biraz daha ülkenin başında kalmak için yapıyor. Ama devletin siyasi sistemini sadece bunun için değiştirmek istemiyor. Ülkeyi federal bir sisteme götürüp Vahdettin'in isteyip te yapamadığı gibi güçlü bir yürütmenin başı olarak devleti istediği gibi idare etmek istiyor.
Peki, sürekli olarak bahsettiği %50 bunu yapmak için yeterli değil mi? Neden bu kadar cevval bir şekilde davranıyor. Hem de, adına oy istediği siyasi partinin resmi lideri bile henüz sahalara çıkmamışken....
Konunun özü şu:
Bu şahıs ve oy istediği siyasi partinin imkanları diğer partilere göre neredeyse sınırsız bir durumda. Bunlar klasik siyasetçiler gibi meydanda toplanan kalabalığa bakıp ta ne kadar oy alabileceklerine karar vermiyorlar. Modernite karşıtı söylemlerine rağmen çok modern yöntemler kullanıyorlar.
İşte bu yöntemleri kullanan bu şahıs (lar) yaptırdıkları gizli anketlerde ayaklarının altındaki zeminin hızla kaymakta olduğunu ve bu durumun giderek daha da hızlandığını gördüler. Her geçen gün anketlerde kendilerine verilecek oyların azaldığını tespit ettiler.
Peki bu oylar nereye gidiyor.
Bu oyları CHP'ye gitmediği kesin. Çünkü ülkemizde sağ partiye oy veren biri nadiren sol bir partiye dönebiliyor.
Görünen o ki, son açılım rezaleti ve onun sonuçları olarak ortaya çıkmaya devam eden katmerli rezaletlerden sonra oylar iki kanaldan hızla AKP dışına akıyor. Bunlardan birincisi HDP.
HDP'yi kendi elleriyle besleyip büyüttüklerinden ve bu partiye karşı manevra alanları azaldığından çok fazla bir şey yapamıyorlar. Yani HDP'ye giden oyları kısa sürede geri çevirmek mümkün değilmiş gibi görünüyor. Ayrıca bu partiye giden oylar toplam oya oranla çok büyük bir oran da teşkil etmiyor.
Oyların ikinci ve daha gür bir şekilde aktığı kanal ise MHP. Bunları esas tehlike ve rakip olarak gördükleri partı de bu parti. Şu anda MHP oylarının %22-23 bandına çıktığını gördüler ve çok büyük bir paniğe kapıldılar. Bunun da sebebini çok açık. Çünkü şu anda Türkiye'de AKP'ye oy vermekten vazgeçen bir seçmenin tek alternatifi MHP'dir.
Ayrıca MHP'nin savunduğu milliyetçi fikirler için son zamanlarda çok mümbit bir ortam da oluşmuştur.
Mesela, Cumhuriyet kurulalı beri ilk defa bir toprak kaybettik. Bahsettiğim toprak, 1921 yılının yoklukları içinde, o zamanın süper güçlerinden biri olan Fransa'ya karşı direnerek kazanılan eski bir Türk büyüğünün mezarı olan toprak parçası. Şimdi bu çakma Osmanlı torunlarının, dünya devleti; olduğumuzun, bazılarının da dünya lideri olduğu palavralarının bas bas bağırılarak ilan edildiği bir dönemde bir Türk toprağını terk etmelerinin hiç kimseyi inandırabilecek bir açıklaması yok. Bir kaptı kaçtı operasyonu ile adeta rezilane bir şekilde bu toprağımızın terk edilmesi ve mezarın (İnşallah sadece sandukayı almamışlardır ve sandukanın altındaki kemikleri de getirmişlerdir. Çünkü askerler kemiklerin toprakta olduğunu bilmiyor olabilir.) sınıra yakın bir yerde inşa edilen bir gecekonduya konulması hiç kimseye yutturulamayacak kadar büyük bir bir rezalettir. Hele de bazı zırhlı araçların arıza yaptığı gerekçesi ile orada bırakılması, üzerine tüy dikmekten başka bir anlama gelmiyor.
Şimdi insanlar şunu düşünmüyorlar mı sanıyorsunuz? Hani bir büyük devlet olacaktık? Yeniden Osmanlının mirasını diriltecek ve imparatorluk olacaktık? Dünya devleti filan hikayelerine ne oldu? Büyük devlet dediğin toprak alarak büyür, terk ederek değil....
Diğer bir husus ta PKK'nın hükumetin yardımıyla açılım adı altında kazandığı güçlü konumdur. Hatta buna güvenerek HDP parti olarak seçime girmeye karar vermiştir. Sizin yandaş basınınız istediği kadar 'ne büyük işler yaptığınızı, kansız bir şekilde PKK'yı bitirdiğinizi' filan yedi gün yirmi dört saat vaaz etsin. Ben bu Cuma (20 Mart 2015) devletin başkentindeki bir devlet üniversitesinde PKK yandaşlarının ''Biji Serok Apo'' diye naralar atarak savunmasız öğrencilere saldırdığını, terör örgütü liderinin resimlerini üniversiteye astığını ve buna ne üniversite yönetiminin ne de üniversite güvenliği veya polisin müdahale etmediğini gördüm.
Sadece bir parkta ağaçlar kesilmesin diye demokratik haklarını kullanan, ellerinde Türk bayrağı taşıyan insanlara binlerce polis tonlarca gaz atarken bu terörist örgüt yandaşlarına hiç kimsenin müdahale etmediğini ve hatta korunduklarını da gördüm. Şimdi siz çıkıp ta ''Kürt sorunu yok. En milliyetçi biziz. En yüksek sanal bayrağı televizyon reklamlarında bir gösterdik.'' gibi palavralar atsanız da artık pek inandırıcı olamıyorsunuz.
Üstelik yolsuzluklar, baskılar, sokak ortasında adam öldürmeler, ayakkabı kutuları, bakara-makara vb. gibi saymakla bitmeyecek rezillikler de cabası.Bu milleti salak yerine koyabileceğinizi düşünüyorsanız aldandığınızı görünce büyük hayal kırıklığı yaşayacağınızı şimdiden söyleyeyim.
Bu ülkede yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu, hangi partiye oy veriyor olurlarsa olsunlar, milliyetçi bir duyguya sahiptirler. Şimdiye kadar; açılım, barış, duble yol  gibi masallarla insanları uyutmuş olsanız bile artık mızrak çuvala sığmıyor. Her türlü tek yanlı basın spekülasyonlarına rağmen artık insanlar size inanmamaya başladı. MHP'nin oyunun her geçen gün artması da bunun en açık göstergesi.
Hele bir de MHP, SP ve BBP ile işbirliği içinde seçime giderse işte o zaman külliyen yandınız. Bu ortaklık muhafazakar ve milliyetçi oyların büyük bir bölümünü çeker ve bırakın 400 milletvekili almayı iktidar olmanız bile hayal.
İşte bunları çok iyi bildiği için devletin başı, milliyetçi söylemlerle alel acele kendini yollara attı. İşte bunun için milliyetçi ve ulusalcı oyları kendine çekerek CHP ve MHP'yi zayıflatma ihtimali olan Vatan Partisi ile kesinlikle ağız dalaşına girmiyorlar, hatta paralellere karşı işbirliği yapacaklarını karşılıklı olarak söylüyorlar. Vatan Partisi'nin, Uzan'ın Genç Partisi gibi, kendi değirmenlerine su taşıdığını biliyorlar da ondan. Ama bunların hiç biri fayda etmeyecek gibi görünüyor. Normal şartlar altında her şey hükumetin aleyhine çalışıyor.
Ancak bunlar koltuğu çok sevdiler ve kolay kolay vereceklerini sanmıyorum. Onun için, bundan sonra her an gizli dinlemeler, kumpaslar ve daha başka birçok numaralar görürsek sakın şaşırmayın. Sadece şaşırmamak la kalmayıp bunlara inanmayın da.
Çünkü bu paralel muhabbetinde de olduğu gibi, bunları en iyi bildiği numara; ''Aaaaa! Cambaza bak!'' diye milletin dikkatini bir cambazın üstüne toplayıp o arada her türlü numarayı yapmaktan ibaret. Ha bir de kedilere dikkat. Elektrik trafolarına filan girmesinler sakın...

Saygılar sunarım.