.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

18 Aralık 2014 Perşembe

Türkiye'de Milliyetçilik ve Atatürk'ün Milliyetçilik anlayışı.


Tarih boyunca milliyetçilik, Türklerde Milliyetçilik, Fransız İhtilali ve Milliyetçilik, Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı.

Öz:
Milliyetçilik çok eski dönemlerden beri bilinen bir kavramdır. Bununla birlikte, XIX. Yüzyılda siyasi bir kavram olarak tüm dünyada etkili olmaya başlamıştır. Bu kapsamda, Osmanlı İmparatorluğu içinde de, ülkenin yıkılmasını engellemek için ortaya atılan fikirler gibi önemli bir taraftar kitlesi kazanmıştır.
Türklerde başlangıçta kültürel ağırlıklı olarak başlayan milliyetçilik akımı, ortaya çıkan gelişmelerin de etkisiyle, Türkçülük-Turancılık gibi tüm dünyadaki Türkleri birleştirmeyi hedefleyen yayılmacı bir anlayışa doğru evrilmiştir.
Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, diğer fikir akımları ile birlikte, bu tür milliyetçilik akımları da etkinliğini kaybetmiş ve Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan Milli Mücadele hareketi ile birlikte; Misak-ı Milli’de belirlenen coğrafi alanla sınırlanan, daha kapsayıcı ve kültür birliğine önem veren yeni bir milliyetçilik anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bu milliyetçilik anlayışı; din ve ırk birliği gibi objektif unsurlara değil, dil, kültür tarih birliği ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gibi sübjektif unsurlara dayanan modern bir yaklaşım arz etmektedir.
Anahtar Kelime: Millet, Milliyetçilik, Türkçülük, Turancılık.

Giriş

İnsanlar, tarihin en eski dönemlerinden beri kendilerine benzeyen ve aynı kökten geldiklerine inandıkları insanların daha üstün olduğu duygusu içinde olmuşlardır. Bu durum tam olarak bu günkü milliyetçilik kelimesi ile ifade edilen anlama gelmese de yine de milletlerin ve milliyetçilik kavramının oluşmasına kaynaklık teşkil etmiştir.
Bununla birlikte Milliyetçilik açısından en önemli gelişmeler XIX. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu dönemde milliyetçilik fikri tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Bu sebeple bu dönemde başlayan fikirler XX. yüzyıldaki gelişmelerin de temelini oluşturmuştur.[1]
Milliyetçilik konusunu ele almadan önce kısaca milleti tarif etmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğüne göre millet: ‘’Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus; bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes ve benzer özellikleri olan topluluk’’ olarak tarif edilmektedir.[2]
Burada, devletin resmi bir kurumunun ülkede geçerli anayasal millet tanımının dışına çıkmamaya gayret ederek bir tanım yapmaya çalıştığı görülmektedir. Mesela bu tanımda ırk, soy veya din birliğinden bahsedilmemektedir. Ancak tarih boyunca gerek dünyada, gerekse Türk devlet geleneğinde yapılan millet tanımlarında genellikle bu unsurlara göre de millet tanımı yapılmıştır. Nitekim Millet kelimesi Türk diline Arapçadan geçmiştir. Arapça millet kelimesi; din birliği çerçevesinde birbirlerine bağlı insan topluluklarını ifade etmektedir. Bu anlam Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Milli Mücadele döneminde de benzer anlamda kullanılmıştır. Batı dillerinde kabul gören millet tarifi ise, Fransızca “nation” kelimesinin karşılığı olarak; aynı kökten ve aynı soydan gelen, aralarında ortak bağları olan insan topluluğu şeklindedir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar olan süreçte, millet kelimesi dini anlamda kullanılmış olsa da, gerek eğitim vb. amaçlarla Avrupa’ya giden, gerek yabancı kaynakları okuyup araştıran ve gerekse batı ile daha yakın teması olan Hristiyan azınlıklarının milliyetçilik hareketlerinden etkilenen bazı Türkler zamanla Fransız ihtilali’nin yaydığı fikirlerden etkilenen ‘’nation’’ anlamında millet ve milliyetçilik tanımlarına yaklaşan millet tanımlamaları yapmaya ve buna bağlı olarak bir Türk milliyetçiliği fikrini geliştirmeye başlamışlardır.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, zaman içinde, millet tarifinde hâkim olmuş iki görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi, objektif millet anlayışıdır. Bu görüşe göre; millet aynı ırktan gelen, aynı dili konuşan ve aynı dine inanan insanların meydana getirdiği topluluktur. İkinci görüş ise, sübjektif veya kültürel millet anlayışıdır. Bu anlayışa göre ise; bir milletin meydana gelmesinde, ırk, dil veya din esas alınarak yapılan tanımlar eksiktir. Yani bir toplumdaki fertlerin arasında, kültür birliği, gönül birliği, ülkü birliği, birlikte yaşama ve ortak tarih şuurunun var olması gerekmektedir.[3]
Milliyetçilik ise milliyet duygusundan hareket eden bir fikir akımıdır. Bu duygu kişilerin, milli tarihlerine, milletlerin mazideki hem parlak, hem de felâket ve ıstıraplarına karşı derin bir içsel bağlılık ve saygı hissi şeklinde ortaya çıkar. Yani milliyetçilik kişinin milletini sevmesi, milletine güven duyması, onun varlığını ve güçlenmesini savunmasıdır.
Türklerde Millet ve Milliyetçilik.
Millet ve milliyetçilik kavramları Türklerde tarihin en eski dönemlerinden itibaren var olmuştur. Tarihte ilk defa Türk boylarını bir bayrak altında toplayan ve Mete ile birlikte Türklerin milli birliklerini kurdukları bilinmektedir.[4]
Yine Orhun abidelerinde geçen kavramlar incelendiğinde Türk milletinin geçmişinde de milli duygunun ve milliyet fikrinin var olduğu görülmektedir. Türk milliyetçiliğinin en önemli yazılı belgelerinden biri olan Orhun abidelerinde millet, milliyetçilik hatta Türk birliği fikrini açıkça görmek mümkündür. Dahası bu devletin adı bile Göktürk Devleti’dir.
Bu abidelerde;“Ben Gök Tanrı gibi gökte yaratılmış Bilge Kağan’ım. Türk ulusu, sesimi sonsuzluğa kadar işit..”, “Ey Türk ulusu! Tutsaksan özgür, yoksulsan varlıklı, çıplaksan giyimli olacaksın. Niçin yenik düştüğünü, niçin tutsak olduğunu bilmelisin ve hiç unutmamalısın!”[5] sözleri yaklaşık 1300 yıl öncesinde de Türklerde millet duygusunun var olduğunu göstermektedir. Yine aynı kitabelerde yer alan “Ey Türk ulusu, bu gerçekleri işitin, bilin! Yukarıda gök çökmedikçe aşağıda yağız yer delinmedikçe, Türk ulusu, senin ülkeni kim alabilir? Töreni kim bozabilir? Ey, Türk ulusu, titre ve kendine dön!”[6] denilerek Türk milletinin sonsuza dek yaşayacağına olan inanç açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Türklerdeki milli duygular ve millet bilincinin,  İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra da devam ettiğini görmekteyiz. Nitekim Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ü Lügat-it Türk” isimli eserinde bu milli duygular açıkça görülmektedir. Kaşgarlı Mahmut, eserinde “Türklerin Hazreti Muhammed tarafından övüldüğüne” dair Hadis’lere yer vermiştir.[7]
Ahmet Yesevi, Yunus Emre gibi önemli kililer de milli duyguları dil birliği içinde devam ettirmişlerdir. Bu dönemlerde, Karamanlı Mehmet Bey, Türkçe’nin yazı ve saray dili olmasını emrederek Türkçe’nin Arapça ve Farsça karşısında gerilemesine karşı çıkmıştır. Onun Türkçe’ye verdiği bu önem, dilde milliyetçilik olarak kabul edilebilir.
XV. asırda Ali Şir Nevai de dil milliyetçiliğine bir örnek olarak gösterilebilir. Ali Şir Nevai yaşamı boyunca Türk dil ve kültürünün Fars dil ve kültüründen üstün olduğunu göstermeye gayret etmiştir. O “Muhakemet-ül Lûgateyn” adlı eserini de bunu ispat etmek için yazmıştır. Hatta bazı yazılarında Türklerin Farslara göre zekâ ve anlayış olarak ta üstün olduğunu savunmuştur.[8]
Aynı milli duygu ve uygulamalar Osmanlı Devleti’nin bazı dönemlerinde de görülmektedir. Bunlardan biri de Türklerin üstünlüğünü Kur’an ayetleri ve hadisleri örnek göstererek ispatlamaya çalışan Vani Mehmet Efendi’dir.[9]
Her ne kadar, yukarıda belirtildiği gibi çok eski devirlerden beri Türklerin yazılı edebiyatlarında ve devlet uygulamalarında milliyetçilik izlerine rastlanıyorsa da Türklerde bugünkü anlamda milliyetçilik, Fransız ihtilâlinde sonraki gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Bu anlayış kısa süre içinde tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Bu durum ise Osmanlı İmparatorluğu içindeki azınlıkların devlete karşı milliyetçi isyanlar başlatmalarına sebep olmuştur. Önceleri Hristiyan Balkan milletleri arasında başlayan milliyetçilik hareketleri ve isyanlar sonraki yıllarda imparatorlukta yaşayan Müslümanlar arasında da görülmeye başlamıştır. Bu gelişmeler Osmanlı Türk aydınlarının da uyanmasına ve Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına etki etmiştir.
Osmanlı Türklerinde Milliyetçilik Fikrinin Ortaya Çıkması.
Osmanlı Türklerinde milliyetçilik fikrinin ortaya çıkmasında, yukarıda da bahsedildiği gibi,  birçok sebepler vardır. Bütün bu sebeplerin sonucunda Türk aydınlarında milliyetçiliğe doğru bir hareketin başladığını görmekteyiz.
Milliyetçiliğin sistemli bir fikir akımı olarak ortaya çıkması daha sonra meydana gelen gelişmelerle olmuştur. Özellikle, ortaya çıkan isyanlarla giderek artan toprak kayıpları karşısında Türklerin, devleti ayakta tutmak için gösterdikleri dayanışma Türk milliyetçiliğinin gelişmesi için kuvvetli bir zemin hazırlamıştır.
Milliyetçiliğin gelişmesinde başka bir faktör de, XIX. yüzyıldan itibaren başlayan toprak kayıplarının bir sonucu olarak elde kalan topraklara Kırım, Kafkasya ve Balkanlardan birçok insanın göç etmesidir. Kaybedilen topraklardan göçlerle gelen bu insanlar arasında eğitim düzeyi yüksek birçok aydın bulunmaktaydı. Osmanlı siyasi ve kültürel hayatında önemli roller oynayan bu insanlarda özellikle şiddetli bir Rus düşmanlığı ve vatanlarına karşı duygusal bağlılık mevcuttu. Bunlardaki milliyetçi düşünceler Osmanlıdaki Türk aydınlarım da etkiledi.
Özellikle Kırım savaşından sonra Osmanlı devletinin Rusya’daki Türklerle ilgilenmesi ve siyasi münasebetleri milliyetçi düşüncelerin canlanmasında daha da etkili olmuştur. Bütün bu gelişmeler önceleri İslâmi dayanışmayı güçlendirmiş daha sonraları ise, gelişen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik olayların tesiriyle Türk milliyetçiliğinin gelişmesini sağlamıştır.
Devletin içindeki Hristiyan unsurlar ve daha sonra Türk olmayan Müslüman nüfus, özellikle de Araplar arasında milliyetçiliğinin ortaya çıkmasıyla, Türkler de giderek daha da artan bir oranda kendilerini ayrı bir millet olarak hissetmeye başlamışlardır.
Öte yandan, Osmanlı devletinde meydana gelen bütün bu milliyetçi gelişmeler devlet yöneticilerini bazı tedbirler almaya yöneltmiştir. İmparatorluğun bütünlüğünü korumak için azınlıklar arasındaki milliyetçi gelişmelere karşı askeri, siyasi ve idari tedbirler alınmaya başlanmış, ülke içindeki milletleri imparatorluk fikri etrafında bir arada tutmaya çalışılmıştır.
Bu maksatla gelişen Osmanlıcılık fikri özellikle Genç Osmanlılar tarafından bir ideoloji olarak geliştirilmeye çalışılmıştır. Böylece Osmanlıcılık Türklerde değişik anlamda da olsa ilk nasyonalizm kavramı olmuştur. Amaç imparatorluk içindeki milletleri eşit siyasi haklara sahip bir Osmanlı milleti olarak tanımlamak ve ortak bir vatan mefhumu etrafında birleştirmekti. Ancak 1908 yılındaki II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İmparatorluğun değişik unsurları arasında görülen kısa bir kucaklaşmanın hemen ardından, Osmanlılık kavramının boş bir ütopya olduğu ortaya çıkmaya başladı.[10] Bu durum Balkan Savaşları sonucunda tamamen netleşmiş oldu.
Hristiyan Balkan uluslarının bağımsızlığı ve Balkan coğrafyasının çoğunun elimizden çıkmasının ardından ülkede halkın büyük bir çoğunluğu Müslümanlardan oluşur hale geldi. Bunun sonucunda da gayrimüslimleri de kapsayan Osmanlıcılık fikri tamamen ortadan kalkmasa da giderek zayıfladı ve artık daha az telaffuz edilir hale geldi.
Osmanlıcılık fikri ile devletin bir arada tutulamayacağını anlayan yöneticiler ve aydınlar arasında bu sefer daha II. Abdülhamit devrinde devletin bir arada tutulmasında uygulanan siyasi bir kavram olan ve artık imparatorluğun ezici bir çoğunluğunu teşkil eden Müslümanları bir arada tutmak düşüncesi ağır basmaya başladı. Bu düşünce, padişahın aynı zamanda halife olması sebebiyle, imparatorluğun en yaygın ideolojik gücü durumuna geldi.  Ancak kısa süre içinde İslâmcılık düşüncesi ile de devleti bir arada tutmanın mümkün olamayacağı ortaya çıktı. Çünkü imparatorluk içerisindeki Türk olmayan Müslüman gruplarda da milliyetçi hareketler giderek güçlenmeye başladı.
Osmanlıcılığı ve Panislâmcılığı ortaya çıkaran unsurların pek çoğu aynı zamanda o dönemde henüz başlangıç hâlinde olan Türk milliyetçiliğinin de gelişmesine yol açmıştır. Bu iki fikir akımının yetersizliklerinin zamanla ortaya çıkması sonucunda Türk milliyetçiliği giderek daha da güçlenmiştir. Bunda 1910 yılından itibaren yoğun bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’na gelen birçok Asyalı Türk aydınının da katkısı olmuştur. Bunlar ayrıca daha çok ülke sınırları içinde sınırlı olan diğer iki görüşün aksine dikkatlerin Rusya, İran ve değişik bölgelerde yaşayan Türklerle bir birlik oluşturma düşüncesine çevrilmesine sebep olmuşlardır. Çünkü söz konusu bölgedeki halklar Türklerle sadece aynı ırka değil aynı zamanda aynı dine de mensuptular.[11]
Artık Osmanlıcılık fikrinin devleti bir arada tutamayacağı anlaşılmış, İslâmcılık fikrinin de Müslümanların birleştirmediği görülmeye başlanmıştır. Tüm bunların etkisiyle çeşitlenen siyasi hayat içinde milliyetçilik akımı II. Meşrutiyetten sonra iyice belirginleşmiş ve değişik hedefleri olan ulusçuluk tartışmalarını başlatmıştır. Bundan sonra Milliyetçilik, kültürel alanda, fikri alanda, siyasi alanda gelişmeye, yayılmaya ve Türklerin kurtuluşu için tek çare olarak görülmeye başlanmıştır.
Bu üç fikir akımının mevcut durum göz önüne alınarak değerlendirilmesi ve Türkçülük veya Milliyetçilik fikrinin en uygun çözüm olduğunun ispatlanmaya çalışılması ise ilk olarak Yusuf Akçura tarafından, Kazan’da yazılıp Mısır’daki ‘’Türk Dergisi’’nde yayımlanan  ‘’Üç Tarz-ı Siyaset’’ isimli yazı ile ortaya konulmuştur. Diğer görüşleri savunanlar tarafından yoğun eleştirilere uğrayan bu yayım tüm olumsuz eleştirilere rağmen milliyetçilik anlayışının daha sonraki gelişiminde oldukça önemli etkiler bırakmıştır.
Akçura bu eserinde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerinin olumlu ve olumsuz (güçlü ve güçsüz) yönlerini açıkladıktan sonra kendi görüşüne göre ülkenin ve milletin geleceği için en uygun çare olacağını düşündüğü Türkçülük hakkında değerlendirmeler yapmıştır. Buna göre; önce Osmanlı İmparatorluğu içindeki Türkler ve az da olsa Türkleşmiş olan diğer Müslüman unsurlar (Türkleştirilerek) ile Türk milliyetçiliği esasında bir birlik sağlanması, müteakiben Asya ve Doğu Avrupa’daki Türklerle birleşerek büyük bir Türk birliği kurulmasına çalışılması en uygun çözümdür.[12]
Milliyetçiliğin oldukça uzun bir zamandır dil, kültür ve fikir alanında etkinliğini sürdürmesine rağmen bu yaklaşım büyük bir siyasi Türk birliğinin kurulmasını ortaya atan sistemli ilk yaklaşım olmuştur. Bu yaklaşım daha sonra; bir yönüyle milliyetçilerin bir kısmının ‘’Turancılık’’ diye ifade edilen Türk birliğini savunmasına yol açtığı gibi diğer yönüyle (Türk çoğunluğu ve azda olsa Türkleşmiş diğer unsurların tamamen Türkleştirilmesi anlamında) de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yeni bir millet oluşturma sürecine etki etmiştir. Yusuf Akçura 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelmiş ve bu fikirlerini ‘’Türk Yurdu Gazetesi’’nde yayımladığı yazılarla geniş kitlelere açıklamaya başlamıştır.
Türk milliyetçiliğinin temelleri dil, tarih ve edebiyat sahasındaki çalışmalarda o tarihe kadar büyük merhaleler kaydetmiş ve kültürel temelleri atılmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris kolu daha 1902 ve 1906 döneminde milliyetçilik görüşünü benimsemiş ve buna göre faaliyetlere başlamıştı.[13] Bunların da etkisiyle milliyetçilik fikri daha hızlı yayılmaya ve teşkilâtlanmaya başladı. Bu dönemde milliyetçiliği savunan birçok yayının yanında birçok cemiyet de kurulmuştur.
Bu sırada Türklerde milleti sosyal bir gerçek olarak ilk defa tarif eden kişi Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp, milleti meydana getiren temel faktörlerin ırk, kavim, coğrafya olmadığını ifade etmiş milletin; dilce ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan topluluk olduğunu belirtmiştir.[14]
Buraya kadar bahsedilmeyen ve oldukça etkili olan diğre bir fikir akımı da Batıcılık’tır.[15] Ancak bu fikir kendi başına milliyetçilik üzerinde müstakil bir etkiye sahip olmadığı gibi diğer fikir akımlarını savunanların da büyük bir kısmı, birbirlerinden oldukça farklı yorumlasalar da, aynı zamanda Batıcılık akımına taraftardırlar. Bu sebeple detaylı olarak bu konudan bahsedilmemiştir.
Milli Mücadele ve Milliyetçilik.
II. Meşrutiyet döneminin Türkçülük faaliyetleri ve bu dönem Türkçülerinin fikir ve düşünceleri Osmanlı Devleti içerisinde günden güne en büyük ve etkin güç olmaya devam ederken, Osmanlı Devleti kendisini Birinci Dünya Harbi içerisinde bulmuştu. Bu savaş esnasında Müslüman Arapların İngilizlerle işbirliği içine girmeleri ve bağımsızlık peşine düşmeleri sonucunda İslamcılık fikri artık daha geri plana atılarak Türkçülük-Turancılık fikirleri ön plana çıkmıştır.
Rusya’da Ekim devrimi’nin ardından Kafkasya’da yeni Türk ve Müslüman devletlerin ortaya çıkması sonucunda, artık Türk olmayan Müslüman Ortadoğu da devletin elinden çıkmaya başlayınca, Türkçülük/Turancılık ideolojisi kapsamında devleti yönetenler Kafkasya’ya doğru ilerleyerek bir çıkış yolu bulmaya çalışmıştır. Fakat Osmanlı Devleti dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı sonucunda müttefikleriyle beraber yenilince bu girişim de akamete uğramıştır.
Savaşın sonunda 30 Ekim 1918 Tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu durum resmiyet kazanmıştır. Böylece öne sürülen bu üç fikrin de (Osmanlıcılık-İslamcılık-Tuarncılık/Türkçülük) ülkeyi kurtaramayacağı ortaya çıkmış oldu.  Fakat yeni oluşan şartlar altında yeni bir milliyetçilik için uygun şarlar ortaya çıkmaya başlamıştı.[16] Bunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan kısımlarının elden çıkmış olmasının ve artık çoğunluğu Türklerle meskûn arazilerin de paylaşılmaya başlamasının etkisi büyük oldu.
Ancak bunda; fikri, siyasi ve hukuki düzeyde en büyük etken, ABD Başkanı Wilson’un daha savaş devam ederken, içinde; ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Türklerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerinin Türklere bırakılacağına’’ dair ilan ettiği prensipler ve daha sonra Lenin’in milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı söylemleri oldu. Nitekim Mütareke’nin hemen ardından, işgal edilmemiş Osmanlı toprakları içinde kalan her bölgede, Osmanlı Devleti sınırları içinde kalmaya devam etmek için bölgelerinde Türklerin çoğunluğu oluşturduğunu tüm dünyaya, özellikle de İtilaf Devletlerine, ispatlamaya çalışan ve isimleri genellikle ‘’Müdafayı Hukuk’’ olan örgütler kurulmaya başlandı. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi bu örgütler, kendi bölgelerindeki Türk halkının Wilson prensiplerine göre hakkını ve hukukunu korumayı amaçlayan faaliyetlere başladılar.
Bu anlayış işgal edilmemiş tüm topraklara yayılarak belirli bir coğrafyaya ve o coğrafya üzerinde yaşayan insanların çoğunluğuna dayanan yeni bir milliyetçilik anlayışının gelişmesine yol açtı. Artık, bu örgütlerin başını çeken milliyetçiler; Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman henüz işgal edilmemiş topraklarda nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu ve bu sınırların yeni Türk sınırları olarak kabul edilmesini isteyen bir milliyetçilik anlayışını savunmaya başladılar.
İşte bu yeni yaklaşım Samsun’a çıkan ve bu anlayışın ülkenin kurtuluşu için tek çare olduğunu her yere duyuran Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki ekibin de başlangıçtan itibaren hâkim ideolojisi haline geldi. Mevcut durumu çok iyi bir şekilde okuyan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki harekete katılanlar, kurtuluşun belli sınırlar içinde bir birlik kurulması esasına dayanan milli gayelere yönelmekle elde edileceği düşüncesine varmışlardı. Bu düşüncenin kısa sürede taraftar bulmasında Türklerin yüzyıllar boyunca idare ettikleri ve dini olarak ta kendilerine denk görmedikleri Yunanlıların İzmir’i ve Ermenilerin de Doğu Anadolu’da bazı bölgeleri işgal etmelerinin halkın duyguları üzerinde yarattığı infial de önemli katkıda bulunmuştur.
Bu dönemde Amasya Tamimi ile başlayıp, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle devam eden ve Ankara’da süreklilik kazanan söylemlerde kullanılan kelimelere dikkat ettiğimizde, milli duyguların ne kadar ilerde olduğu görülmektedir. “Milli istiklâl, Milli Mücadele, Milli Hareket, Milli Zafer, İrade-i Milliye, Hâkimiyet-i Milliye, Kuva-yı Milliye, Misâk-ı Milli, Büyük Millet Meclisi” gibi kelimeler buna en büyük delildir. Bu kelimeler incelendiğinde içerisinde yüksek bir milliyetçilik anlamını taşıdığı görülmektedir.
Ancak; bu milliyetçiliğin belli sınırları ve sınırlamaları vardır. Bir defa bu milliyetçilik yayılmacı değil savunmacı ve bir coğrafya ile sınırlı hedefleri olan bir anlayıştır. Mücadelenin başından itibaren kullanılan söylemlere bakılırsa, kullanılan millet ifadesiyle, sadece etnik anlamda Türkler değil, Türk olmasa bile belirlenen coğrafyada yaşayan tüm Müslümanlar da ifade edilmektedir. Yani ırk temelinden çok belli bir coğrafyada yaşayan aynı dinden ve kültürden insanların birliğini savunmaktadır. Bu durum Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan ve ‘’Irkı ve meshebine bakılmaksızın belirlenen sınırlar içinde yaşayan tüm Müslüman unsurların bir birinden ayrılmaz öz kardeş oldukları’’ hakkındaki kararda da net olarak görülmektedir. Bu milliyetçilik esas olarak Misakı Milli esaslarına göre tam bağımsız bir devlet kurmayı savunan siyasi bir yaklaşımdır.[17]
Bu hareket yabancı devletler ve bu arada işgalci İtilaf Devletleri temsilcileri tarafından da başından itibaren milliyetçi bir hareket olarak görülmüş ve bu şekilde isimlendirilmiştir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Lord Curzon’a çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafta Türk milliyetçiliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır: “Çanakkale Savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, bir ay kadar önce ordu müfettişi olarak Samsun’a varışından bu yana kendisini anti yabancı düşüncenin ve milliyetçi düşüncenin merkezine koymaktadır.”[18]
Bu dönemdeki milliyetçilik söylemi tüm ülkeyi etkilemiş ve yeni Türk milliyetçiliğinin temellerinin oluşturulmasında etkili olmuştur. Bu dönemde İstanbul’da yapılan mitinglerle işgal kuvvetlerinin protesto edilmesi ve arkasından Anadolu’da oluşan tepkiler millet bilincinin ülkenin her yerine yayıldığını göstermektedir. Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’nde alınan kararlar[19], Misak-i Milli kararlan, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı da hep milli bilincin birer ifadesidir. Bu milliyetçilik; vatan, din ve siyasi birlik temelli bir milliyetçilik olmuştur.
Milli Mücadeleyi besleyen Kuva-yı Milliye ruhuna, yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm dininin birleştirici gücünün büyük bir tesiri olduğu bir gerçektir. Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü namazdan sonra açılması ve vatanın her tarafında “Kuran-ı Kerim” ve Buhar-i Şerif okutulması Mustafa Kemal Paşa’ya Gazi unvanının verilmesi ve Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı istiklâl Marşı” Milli Mücadele’de milli birliğin sağlanmasında dinin etkinliğini göstermektedir.[20]
Buradaki milliyetçiliğin diğer bir yönü de Batı devletlerinin sömürgecilik ihtirasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmasıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde başarıyla idare edilen ülkenin bağımsızlık savaşı diğer tüm duygu ve idelojilerden farklı olarak vatanseverlik, vatanı işgalcilere karşı korumak duygusunu işleyerek halkın desteğini harekete geçirmiştir. Bu durum daha sonraları başka milletlere de örnek teşkil etmiştir.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Milliyetçilik İlkesi ve Atatürk.
Milli Mücadele sonucunda, Osmanlı Devleti tarihe karışmış ve yerine yeni bir devlet ve yeni bir sistemle idare edilen Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kurulan yeni cumhuriyet Türklerin çoğunlukla olduğu bölgeler üzerinde kurulmuş milli karakter taşıyan büyük oranda Türklerden oluşan milli bir devlettir. Milli mücadelenin başından beri devam eden milliyetçilik anlayışı cumhuriyet döneminde devletin resmi ideolojisinin de en önemli unsuru olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması daha önce hüküm süren bütün ana politik ideolojileri itibardan düşürmüştür. Osmanlıcılık var oluş nedenini yitirmiş, İslamcılık ve Pantürkizm ise İmparatorluğu kurtarmayı başaramamıştır. Dolayısıyla 1923’ten itibaren Mustafa Kemal yeni Cumhuriyeti milliyetçiliğin birleştirici yeni bir anlayışı ile idare etmek için çaba sarf etmiştir. Zaten Mustafa Kemal Atatürk daha 1921 yılında, Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada; “Ne İslâm birliği ne de Türk birliği bizim için bir doktrin veya mantıklı bir politika meydana getirebilir. Bundan böyle yeni Türkiye’nin, hükümet politikası kendi milli sınırlan içinde Türkiye’nin kendi öz egemenliğine dayanma ve bağımsız yaşamadan meydana gelmektedir.” demiştir.[21]
Bağımsız yaşama, milli sınırlar içinde kalma, milli egemenliğe dayanma fikri, Atatürk’ün Cumhuriyet kurulduktan sonra da savunduğu temel fikirlerdir. Her ne kadar bazı yazar ve arştırmacılar tarafından; ‘’Başlangıçta çok sık vurgulanan ’milli’ ve ‘millet’ kavramlarının dini temelli millet kavramı anlamında kullanılmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal Türkçülüğü ön plana getirmiş ve Türk milliyetçiliğini ortak dil, kültür ve ideal temelinde şekillendirmiştir.’’[22] deseler de Türk milliyetçiliği hiçbir zaman ırk veya soy temelli olmamış, kapsayıcı ve kültürel temelli olmuştur. Ayrıca yeni milliyetçilik tanımı beynelminelcilikten çok Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm insanları tek bir millet çatısı altında toplamaya yöneliktir.
Bunu Atatürk’ün değişik zamanlarda millet ve milliyetçilik ile ilgili yaptığı konuşmalarda da görmek mümkündür. Örneğin onun; ‘’Biz doğrudan milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsiyle meşbu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyette o kadar kuvvetli olur.’’[23], ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.’’ ve ‘’Zengin bir anılar mirasına sahip olan, sahip olunan mirasın korunmasında ve devamı hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden vücuda gelen topluma millet adı verilir.’’[24] şeklindeki konuşmaları buna örnek olarak gösterilebilir.
Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, Atatürk’ün ortaya koyduğu yeni milliyetçilik anlayışının etkisiyle Pantürkizmi savunan Meşrutiyet dönemi Türkçü ve milliyetçi aydınların da fikirlerini, kısmen veya tamamen değiştirmişlerdir.
Mehmet Emin (Yurdakul) kendi şiirlerini yeniden düzenleyerek Turan kelimesi yerine vatan kelimesi kullanmaya başlamıştır. Ahmet Ağaoğlu basın bürosu müdürlüğünü kabul etmiştir. Ağaoğlu bir Fransız gazeteciye “Ankara, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun gösterişinden feragat ederek milliyetçidir. Etnografik Türk sınırları ile tahdit edilmiş mütevazı bir Türk Yurdu kurmayı dilemektedir. Bunun için barışa ve huzura ihtiyaç duymaktadır.” demiştir.[25]
 Yusuf Akçura ise, bir tarih profesörü olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni Pantürkist görüşlerinin gerçekleştiği bir ülke olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Meşrutiyet dönemi Türkçülerinden Tekin Alp da bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçi düşüncelerini benimsemiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan milliyetçilik anlayışı, Türk toplumunun çağdaşlaşmasını öngören ileriye dönük bir milliyetçilik olmuştur. Milli Mücadele yıllarında vatanın savunulması ve kurtarılması şeklinde sadece siyasi bir gaye olarak ele alınan milliyetçilik, Milli Mücadele’nin gerçekleşmesinden sonra anlamı genişleyerek siyasi, kültürel ve ekonomik olmak üzere bütün hayat ve faaliyetlerin hepsini ifade eden bir gaye halini almıştır. Atatürk’ün tabiriyle; ‘’Türk ulusunun yönetiminde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz dikilen ülküdür.’’, ‘’Çünkü, ulusal varlığın temeli, ulusal bilinçte ve ulusal birlikte’’ görülmektedir.[26]
Sonuç.
Tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Atatürk’ün savunduğu milliyetçilik anlayışının, daha önceki Türkçülük ve Turancılık gibi birbirine benzer fikirlerden farklı olarak bazı belirli özellikleri vardır.
Bir defa bu anlayış antiemperyalisttir.[27] Yani her türlü emperyalizme karşı milli bağımsızlığı savunur. Bu anlamda kendisi de barışçı ve savunmacıdır. Emperyalist ve yayılmacı amaçlar taşımaz.
Bu anlayış ayrıca milli sınırlara, yani bir vatan kavramına dayanır. Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde yaşayan herkesi Türk milletinin birer üyesi olarak kabul eder. Irkçı ve ayrımcı değil kapsayıcıdır. Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa devletlerinin çoğunun benimsendiği gibi; vatandaşlık, dil birliği, kültür ve tarih birliği gibi unsurlara dayanır.
Bu anlamda ülke içinde tüm insanların aynı ülkü içerisinde, dini, mezhepsel, etnik vb. ayrımcılıktan uzak olarak bir tek ulus olmanın bilincine varmalarını sağlamaya çalışan, milli birlik ve bütünlüğe büyük önem veren bir anlayıştır. Bu sebeple aynı zamanda laik bir anlayışa sahiptir.
 Millet egemenliği ilkesiyle bağlantılı olarak; halkçıdır, eşitlikçidir ve demokrasiye yöneliktir. Belli bir sınıfa değil ülkede yaşayan halkın tümüne dayanmayı öngörür.
KAYNAKLAR:
Kitaplar:
ACUN; Fatma, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008.
AKÇURA; Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.
Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
CEVİZOĞLU; Hüseyin, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981.
GENTİZON; Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.
GÖKALP; Ziya, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.
İNCEDAYI; Cevdet Kerim, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007.
MERAM; Ali, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969.
KONGAR; Emre, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002.
KUBALI; Nail, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973.
OKUR; Mehmet, KÜÇÜKUĞURLU; Murat, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006.
OLCAYTU;Turhan, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara.
SAFA; Peyami, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011.
Elektronik Yayınlar:
AYIN;Faruk, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.
TDK Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime &guid=TDK.GTS.5484302e846524.25543852.





[1] Faruk Ayın, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.
5484302e846524.25543852.
[3] Ayın, a.g.m.
[4] Ayın, a.g.m.
[5] Ali Meram, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969, s.14.
[6] Meram, a.g.e., s.17.
[7] Meram, a.g.e., s.41-42.
[8] Meram, a.g.e., s.59-60.
[9] Detaylı bilgi için bkz. ‘’Meram, a.g.e., s.69-74.’’
[10] Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, s.66.
[11] Gentizon, a.g.e., s.66.
[12] Detaylı bilgi için bkz.; ‘’Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.’’
[13] Fatma Acun, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008, s.138.
[14] Detaylı bilgi için bkz.: ‘’Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.’’
[15] Turhan Olcaytu, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara, s.48.
[16] Peyami Safa, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, s.90-91.
[17] Nail Kubalı, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973, s. 112.
[18] Mehmet Okur, Murat Küçükuğurlı, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006,s.
[19] Cevdet Kerim İncedayı, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007,s.33-42.
[20] Ayın, a.g.m.
[21] Ayın, a.g.m.
[22] Acun, a.g.e. s.139.
[23] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981, s.32.
[24] Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s.18.
[25] Ayın, a.g.m.
[26] Hüseyin Cevizoğlu, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982, s. 37.
[27] Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002, s.315.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder