.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

24 Ocak 2014 Cuma

Çin neden hızla silahlanıyor? Tek kutuplu yeni dünya düzeni hikayesi bitti. Şimdi sırada çok kutuplu en yeni dünya düzeni var. Dünyada güç mücadelesi ne durumda ve ağırlık merkezi hangi bölgeye kaydı? Çin-ABD-Japonya arasında denizde bir savaş mümkün mü?


Bir müddettir Çin ile (Özellikle Çin'in silahlanması ile) ve dünyada güç mücadelesinin hangi bölgelerde yoğunlaşmaya başladığı ile ilgili olarak bu blogta yazılar yazıyorum. Bu gün ABD kaynaklı bazı düşünce kuruluşları ve strateji şirketlerinin İnternet sitelerini biraz inceledim. Gördüğüm kadarıyla onlar da dikkatlerini Çin'deki gelişmeler ile Pasifik bölgesinde son zamanlarda yaşanan gelişmeler üzerinde toplamışlar. Bu sebeple, benim  daha önce de bahsettiğim konuların bir kaçını burada tekrar aktarmakta fayda mülahaza ediyorum

Çin'in; ilk uçak gemisini denize indirmesi, nükleer denizaltı filosunu genişletmesi ve ''carrier- killer'' diye isimlendirilen süpersonik füzeleri başarıyla denemesi göz önüne alındığında artık Çin'in askeri açıdan büyümesi ve gelişmesi, ne ABD, ne AB, ne Japonya ne de bölgedeki diğer devletler ile bölgede çıkarları olan bölge dışı devletler tarafından görmemezlikten gelinemez. Bu konu ile ilgili yayınları incelediğimde bu konunun başta ABD olmak üzere diğer devletlerin sadece dikkatini çekmekle kalmadığını, aynı zamanda onları  endişeye de sevk ettiğini gördüm.

Çin'in bu askeri gelişiminin, ABD ve AB ülkelerini endişelendirmesinin bir sebebi de; (AB ülkelerinin savunma harcamalarını iyice azalttığı ve 10 yıl kadar Afganistan ve Ortadoğu'da yaptığı harekatların ardından yaşadığı ekonomik sorunlar sebebiyle ABD'nin de  savunma harcamalarını azaltacağını açıkladığı  bir dönemde) Çin'in ABD ve NATO ile aradaki  farkı çok kısa sürede kapabilecek ve hatta geçebilecek olması ihtimalidir.

Çin şu anda ekonomik çıkarları açısında dünyaya global olarak bakarken askeri açıdan henüz bölgesel bazda hareket etmektedir. ABD; dünya çapındaki tek askeri güç konumunu; gerek araç, silah ve birlik sayısı, gerekse dünyanın dört bir yanına her bölgeyi kapsayacak şekilde dağılmış üsleri ve karargahları ile hala muhafaza etmektedir. Çin sanırım kısa vadede buna meydan okuyacak seviyeye gelemeyeceğini düşündüğünden veya çıkarlarının öncelikle yakın çevresindeki bölgelerde daha hayati olduğunu düşündüğünden olsa gerek, kendi çevresindeki denizlerde güç dengesini sağlamaya ve bunu uzay boyutu ile desteklemeye çalışmaktadır. Doğrudan doğruya ABD ile karşı karşıya gelmeden bölgesinde, özellikle de Güney Çin Denizinde etki sahasını genişletmeye başlamıştır. 

Bu durum başta Japonya olmak üzere, bölgede Çin yayılmasından endişe duyan tüm devletlerde kaygı uyandırmış ve şimdiden bazı küçük ada ve adacıkların aidiyeti konusunda gerginlikler ortaya çıkmış durumdadır. ABD, hem bölgede Çin'den endişe duyan devletlere desteğini göstermek hem de Çin'in ilan ettiği deniz egemenlik alanlarını tanımadığını fiilen göstermek maksadıyla deniz kuvvetleri ile bölgede bazı manevralar ve bayrak gösterme faaliyetleri icra etmiştir. Çin, ABD faaliyetlerine müdahale etmemekle birlikte ilan ettiği yetki ve egemenlik alanlarından vazgeçtiğini de ifade etmemiştir. 

Çin, tüm Pasifik bölgesinde bir güç mücadelesine hazırlanıyor görünmekle birlikte, öncelikle; birçok devletin egemenlik iddialarının birbiriyle çatıştığı, aynı zamanda çok önemli bir deniz ticaret yolu olan Güney Çin Denizinde etki alanını artırmaya öncelik veriyor. Son günlerdeki gelişmeler incelendiğinde; şu anda,  Çin ile komşuları ve ABD arasında mücadelenin de esas olarak bu denizde odaklandığı görülmektedir.

Bu arada Türkiye ne yapıyor diye kendimize bir bakalım. 

Şu anda; paralel devlet-teğet devlet kavgası, Suriye İç Savaşı, Irak vb. bölgesel konulara  çok fazla kanalize olduğumuzdan ve Pasifik'te  pek bir etkinliğimiz de olmadığından sanırım hükumetimiz bu konuyu pek fazla dikkate almamaktadır. Ancak bu davranış tarzı; Türkiye bölgesel güç oldu iddiasında bulunan bir yönetim için çok hatalı bir yaklaşımdır. Eğer bölgesel güç isek, bölgemizi etkileyecek tüm olaylarla ilgilenmemiz gerekir. 

Askeri literatürde dikkat edilmesi gereken alanlar iki kategoride tarif edilir. Bunlardan biri ''Etki Alanı'', diğeri de ''İlgi Alanı'' dır. Bu terimleri asker olmayan kişiler tarafından da anlaşılacak şekilde açıklarsak, Etki Alanı; mevcut gücümüzle doğrudan etkide bulunabileceğimiz ve o alanda olan gelişmelerin de bizi doğrudan etkileyebileceği alanlardır. Türkiye'nin gücünü dikkate alırsak bunu bizim için kendi yakın çevremiz (komşularımız, biraz abartıyla söyleyecek olursak Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Karadeniz) olarak tanımlayabiliriz. İlgi alanı ise; şu anda bizi doğrudan etkilemese bile o bölgede meydana gelecek gelişmelerin yakın bir gelecekte bizi etkileyebileceği bölgelerdir. 

Bu tarif çerçevesinde bakarsak Pasifik bölgesindeki gelişmeler her halükarda bizim ilgi alanımızda olmak zorundadır. Çünkü dünya güç mücadelesi bu bölgeye kayarken bizim bundan etkilenmememiz mümkün değildir. Bu bölgedeki mücadele aynı zamanda önemli bir deniz ticaret yolu üzerinde yapılan mücadeledir. Biz de ticaret yapan bir ülke olarak tüm ticaret yolları üzerindeki gelişmeleri takip etmeliyiz. 

Bundan başka; Çin'de ülkeleri işgal edilmiş Müslüman Türk Uygurlar bulunmaktadır. Bu tür bölgesel mücadelelerde büyük güçler birbirlerinin yumuşak karın bölgelerine bel altı vuruşlar yaparlar. Çin'in en önemli yumuşak karnı; Uygurlar, Tibetliler ve İç Moğolistan Moğollarıdır. Bu mücadelede bu saydığım unsurların silahlı ve silahsız olarak Çin'e karşı direnişleri artacaktır. Zaten şimdi bile Uygurlara karşı acımasız katliamlar yapan Çin, bu durumda çok daha fazla kan dökecektir. Bu durum da  ister istemez bizi ilgilendirecektir.

Diğer bir husus ta şudur: Güç mücadelesi Pasifik bölgesine kaymaya başlayınca dünya üzerindeki ittifak ilişkileri de buna uygun olarak yeniden şekillenmeye başlamıştır. Çin'e karşı; ABD, Japonya, Avusturalya, Filipinler ve diğer bazı bölge devletleri, aralarındaki müttefiklik durumunu güçlendirerek yeni bir aşamaya taşımaktadırlar. Çin ise Şangay 5'lisi ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Rusya ile işbirliği içindedir. Çin; batıda sorunlar yaşadığı Hindistan'a karşı Pakistan ile ittifak halindedir. Ortadoğu'da petrol ihtiyacını garanti altına almak için İran ile işbirliği içindedir. Görüldüğü gibi Pasifik'teki mücadelenin sınırları daha şimdiden bizim sınırımıza ulaşmış durumdadır.

Bu konuda söylenecek dahaçok şey var. 
Ancak yazıyı daha fazla uzatmamanın uygun olduğunu düşündüğümden burada kesiyorum. 


Kısa bir şekilde özetleyecek olursak:
ABD'nin dünya liderliği yarışında yeni rakibi Çin'dir. 
Çin hızla silahlanarak ABD'yi yetişmeye çalışmaktadır.
Bugün geldiği durumda gücünü sınamak için çevresinde bazı faaliyetlere başlamıştır. 
Bundan sonra güç mücadelesi Atlantik'ten Pasifik bölgesine kayacaktır. 
Bu mücadele gün geçtikçe daha da şiddetlenecek gibi görünmektedir.
Türkiye bu gelişmeleri takip ederek pozisyonunu ona göre ayarlamaya başlamalıdır. 

Saygılar sunarım.

23 Ocak 2014 Perşembe

Rusya'da ekonomik kriz, siyasi bir krize mi dönüşecek? Yeni iç savaşlar olabilir mi? Rusya'nın Federal Bölgelerinin Artan Borçları Ülkedeki İstikrarı Tehdit Ediyor.




Rusya'nın Artan Bölgesel Borçları Ülkedeki İstikrarı Tehdit Ediyor.

Stratfor, Küresel İstihbarat sitesinden tercüme edilmiştir.

20 OCAK 2014


Özet:
2009 mali krizinden beri Kremlin; merkezdeki federal yönetimi, göreceli olarak küçük bütçe açıkları ve yüksek para rezervleri ile sağlıklı tutabilmek için, ekonominin çöküntüsünün yükünü, Rusya'nın bölgesel yönetimlerine yükledi. Fakat şimdi Rusya'nın bölgesel yönetimlerinden çoğunun borçları o kadar yükseldi ki bu durum federal hükumet ve büyük bankalar için giderek daha tehlikeli bir hale geliyor ve yakın bir zamanda bu durum artık yönetilemez hale gelebilir. 

Analiz:

Rusya o kadar geniş bir ülke ki Kremlin ülkedeki her bölgeyi doğrudan yönetmek için yeterli kaynaklara sahip değildir. Şu anda Rusya; oblast, cumhuriyet, krais, federal şehir ve otonom okrug gibi isimler altında çok değişik şekil ve büyüklükte  83 bölgeye bölünmüş durumdadır. Tarihi olarak Kremlin; bölgesel liderlere (belediye başkanları, valiler, başkan veya cumhurbaşkanları), kremline bağlılıklarını ve ülke için istikrarlı kalmalarını garanti etmek için kendi bölgelerini yönetme yetkisi vermektedir.
Bununla birlikte Kremlin sürekli olarak bölgeler üzerindeki hakimiyetine önem vermiştir. Tarih boyunca, Federal hükumetin her bölgenin bağlılığını sağlayabilme yeteneği sık sık test edilmiştir. Örneğin; Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra, düzinelerce bölge, aradaki bağları kırmayı denemiş  Çeçenistan gibi bu girişimlerden bazıları da savaşla sonuçlanmıştır.
Merkezi hükumetin bölgeler üzerindeki kontrolü 1998'deki devasa ekonomik kriz zamanında ortadan kalkmıştı. Bölgesel liderlerin çoğu, kendi bölgelerinin hayatta kalmalarını sağlamak için  federal hükumete meydan okudular. Bu, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından, ikinci bölgesel kırılma idi ve bu tavır ekonomik çöküşün yarattığı kaos ile ilgili bir durumdu.Bu sebeple şu anda bölgelerde büyüyen ekonomik kriz de Kremlin için büyük bir endişe konusu olacaktır.

Bölgelerin Mercek Altına Alınan Borçları

Rusya'nın bölgesel hükumetlerinin çoğunun her zaman bir miktar borcu olmuştur. Fakat, bölgelerin kaynaklarına dayanan ihracat gelirleri 1998 krizine kadar bu borçları genellikle yönetilebilir kılmaktaydı. Bununla birlikte, 2008-2009 finansal krizinden beri bölgelerin çoğunun borçları yüzde yüz oranında arttı. 2010 yılında 35 milyar dolar olan toplam borçların, 2014 yılında 78 milyar dolara yükseleceği tahmin edilmektedir. Standard & Poor's da, bu borçların 2015 yılında 103 milyar dolara yükseleceğini tahmin ettiğini açıklamıştır. Rusya'nın, federal bölgesel yönetimlerin borçları da dahil, toplam borcu şu anda 300 milyar dolar civarındadır. Bu rakam Rusya'nın toplam yurt için gayrisafi hasılasının yüzde 14'üne tekabül etmektedir. Bu miktar Rusya gibi çok geniş bir ülke için küçük bir miktardır, fakat buradaki sorun borçların çoğunun merkezi hükumet kadar borç ödeme yeteneği/kaynağı bulunmayan bölgesel yönetimlerde toplanmasıdır.
Standard & Poor's'un hesaplamalarına göre 2015'e kadar Rusya'daki 83 bölgesel birimin sadece 20'si bütçe fazlası verecek veya makul bir bütçe açığını koruyabilecektir. Bu durum diğer 63 bölgeyi federal hükumetin kurtarma operasyonuna ihtiyaç duymaya mecbur olma riski ile karşı karşıya bırakacak veya borçlarını ödeyemez duruma düşeceklerdir.
Şu anda Rusya'nın bölgeleri borçlarını banka kredileri, bonolar ve bütçe kredileri (federal krediler gibi) ile finanse ediyorlar.Her bölge bölgesel bono çıkarmak biçin federal onay almak zorunda, çünkü bölgesel bonolar iş bonoları ve federal bonolar için fazladan ticari rekabet yaratıyor. Bölgesel yönetimlerin banka kredilerinin çoğu daha yüksek bir faiz oranına sahip ve kısa vadeli (çoğu 2 ila 5 yıl arasında) borçlar. Federal krediler çok daha düşük faiz oranlarıyla gelmekte ve geri ödeme takvimleri (çoğunlukla 5 ila 20 yıl süreli) daha uzun süreli olmakta, bu yüzden federal krediler ve borçlar federal hükumet için verimsiz olsa da yerel hükumetler için çok daha cazip olmaktadır.Bu sebeple bölgeler için federal kredi ve borç verme işlemleri durduruldu, başlangıçta Moskova, bölgelere 2013 yılında 4.8 milyar dolarlık yeni bir kredi vereceğini söyledi fakat kendi bütçe kesintileri yüzünden bunu 2.4 milyar dolara indirdi.  Bu, dramatik azalma yerel hükumetlerin borç artışlarının da sebeplerinden biridir.
Ekonomik Durgunluk
Bölgesel borçların artışına sebep olan diğer bir faktör de, 2009 finansal krizinden beri Rusya'yı sarsan ve giderek artan ekonomik durgunluk ve krizin ardından Rusya'yı krizden çıkarmak için alınan tedbirlerdir. Yüksek enerji fiyatlarına rağmen Rusya'nın gayrisafi milli hasılasındaki artış hızı dramatik olarak yavaşladı ve yılbaşında Kremlin tarafından yüzde 3-4 oranında bir büyüme planlanmasına rağmen 2013 yılında büyüme oranı yüzde 1.5'e geriledi. Bu durum genellikle 2000'lerin ortalarında Rusya'da görülen yüzde 7-8 oranındaki büyüme ile karşılaştırılmaktadır. Çoğu analist şimdi Rusya'nın büyüme hızını pozitifte tutmasının tek sebebinin federal bütçenin yüzde 20-25'ini oluşturan yüksek enerji gelirleri olduğunu düşünüyor. 
Rusya'daki ekonomik durgunluğun birçok sebebi vardır. Bunlardan birincisi; 2013 yılında Rusya'da yatırımların beklenenden düşük olmasıdır. 2012 yılınının ilk 10 ayında gerçekleşen yüzde 9.1 oranındaki yıllık yatırım artışı, 2013'ün aynı dönemi sonunda ay be ay azalarak yüzde 1.8'e geriledi. 2013 yılında özel sektörün başkentten dışarı kaçışı da yüksek oldu. Aynı zamanda, Rusya dışına 2013 yılının ilk dokuz ayında çıkan sermaye miktarı 2012 yılının aynı döneminde gerçekleşen 46 milyar dolarlık sermaye çıkışına göre artarak 48 milyar dolar oldu. Bundan başka, bir yandan Rusya Merkez Bankası konsolidasyona giren 800 adet küçük bankayı kapatmaya başlarken öte yandan Rusya'da şu andaki yatırım eğilimi de çok zayıf duruma geldi. Bu bankaların çoğu bölgesel bankalardı ve bunların kapatılması bölgelere yatırım yapmayı daha az çekici hale getiriyor. 
Daha az işbirliği içinde borçlanma ve metal sektörü gibi çoğu alanda talepte meydana gelen daralma yatırımların giderek azalması, daha az sanayi üretimine sebep olmaktadır. 2013 yılının ilk 10 ayında, 2012 yılındaki yüzde 2.8'lik büyümeyle karşılaştırıldığındasanayi üretim artışı dip yaptı. Rusya'da endüstri bölgelere yayılmış durumdadır, bazı bölgelerde endüstri üretimi bölge gelirinin tamamına yakınını sağlamaktadır. 2013 yılında, Komi ve Barent te dahil, 31 Rusya bölgesi, sanayi üretiminde negatif büyüme oranlarına düştüler. Bu durum 2014'te daha da kötü olabilir, çünkü birçok metal devi düşük fiyatlar ve talep azlığı sebebiyle fabrikalarını kapatmayı planlıyor. Mesela, dünyanın en büyük aliminyum üreticisi Rusal, Volgagrad, Karelia, Leningrad ve Urallardaki 5 fabrikasını kapatıyor ve on binlerce çalışanını işten çıkarıyor.
Federal Yükümlülükler
Bölgelerin artan borçlarına sebep olan diğer bir faktör de federal hükumete karşı olan ve giderek külfetli hale gelen yükümlülüklerdir. Belirli bir bölgedeki gelire baktığımızda, bu gelirin sadece yüzde 37'si elde edildiği bölgede kalmakta ve kalanı federal hükumete gitmektedir. Federal hükumet bu gelirlerin bir kısmını devlet destekleri ve hükumet içi transferler şeklinde tekrar bölgelere harcamakta fakat bu oran da yüzde 20'yi geçmemektedir. Kremlin'in bölgelerden aldığı gelir oranı geçen üç yıl içinde yüzde 12 arttı (vergilerde artış ve desteklerde azalış olarak) ve böylece bölgelere işleri yürütebilmek için giderek az kaynak bırakılmış oldu. 
Bundan başka, Vilademir Putin'in 2011 yılında 3'üncü defa başkanlığa seçildiğinde yayınladığı bir başkanlık bildirisine karşı da bölgelerden itirazlar yükselmektedir.  Putin, bölgesel hükumetlere, yapmaları için; 2014 yılına kadar tüm harap evleri tamir ettirmeleri, bölge ve belediye personel maaşlarını 2014 yılına kadar yüzde 7-10 oranında, 2015 yılında ise ilave olarak yüzde 10 oranında artırmaları gibi bir seri görevler emretti. Bölgeler bunlara, federal hükumet bu projeler için bölgelere yardım etmediği için, ''fonlanmamış (parası verilmemiş) emirler'' diyorlar. Şimdiden Kremlin eski evlerin yerine yenilerinin yapılması projesini bölgelerde para yokluğu yüzünden 2016 yılına kadar ertelemek zorunda kaldı, fakat maaş artışı projesi değişmedi ve bunun bölgelere maliyetinin gelecek iki yıl için 56.6 milyar dolardan fazla olacağı hesaplanmaktadır. 


İstihbarat tanımının incelenmesi: İstihbarat nedir? Ne değildir?



İSTİHBARAT NEDİR? NE DEĞİLDİR?

İstihbarat kelimesi herkeste kendi bilgi ve anlayış kabiliyetine göre farklı anlamlar çağrıştırmaktadır. Günlük yaşamda karşılaştığınız herhangi bir kişiye bu kelimeyi sorsanız, herkesin istihbarat konusundan haberdar olduğu ancak istihbarattan anladıklarının ise birbirinden çok farklı olduğunu görürsünüz.
    İstihbarat, bu konuda araştırma yapan ve hatta kitap yazan kişiler arasında bile farklı anlaşılmakta ve tanımlanmaktadır. Tanımlar genellikle kişilerin mesleklerine, ilgilendikleri istihbarat dalına vb. göre değişmektedir. Dolayısıyla herkesin üzerinde uzlaştığı bir istihbarat tanımı bulunmamaktadır. Bu sebeple, öncelikle değişik kaynakları inceleyerek bunları yazanların istihbarattan ne anladıklarını tespit etmeye, bundan sonra da adım adım ilerleyerek bir sonuca varmaya ve genel bir istihbarat tanımı yapmaya çalışacağız.
İstihbarat; Arapça, ‘’istihbar etme’’, ‘’haber ve bilgi alma’’ kelimesinin çoğuludur.[1] Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğüne göre istihbarat; ‘’Yeni öğrenilen bilgiler, haberler, duyumlar, bilgi toplama, haber alma.’’[2] olarak ifade edilmektedir.  Eş ve Yakın Anlamlı Kelimeler Sözlüğüne bakıldığında ise istihbarat için; ‘’duyum / haberler’’ [3]karşılığı bulunmaktadır.
Bu tanımlar; kelimenin halk arasında güncel kullanımına ve sıradan insanların bu kelimeden anladıklarına da oldukça benzemektedir. Henüz kimsenin bilmediği bir hususu bilen bir kişi; ‘’Bir istihbarat aldım.’’ derken ‘’bir haber aldığını’’ kastetmektedir. Bir yerde, belirli konularla ilgili olarak, olup biten çoğu şeyi bilen kişilere de; ‘’İstihbaratı kuvvetli.’’ denmesinin sebebi, onun her türlü haberi duyduğunu veya geniş tanıdık çevresi sayesinde her konuda haber ve bilgilere kolayca ulaştığına inanılmasıdır. Yine, bir konuyu merak eden bir kişi; ‘’Gidip bu konuda biraz istihbarat toplayayım.’’ derken bilgi toplamayı kast etmektedir. Yani halk dilinde de istihbarat; ‘’haber ve bilgi alma’’ anlamına gelmektedir.
Türkçe’de kullanılan istihbarat için Arapçada; ‘’Haberleşmeler, haberleşme dolayısıyla yapılan yazışmalar.’’ anlamına gelen ‘’Muhaberat’’ kelimesi kullanılmaktadır. Arap ülkelerinin çoğunda istihbarat teşkilatları da ‘’El Muhaberat’’ ismiyle görev yapmaktadır. İstihbarat kelimesi için Fransızca ve İngilizce’de kullanılan İntelligence kelimesi ise; ‘’akıl, zekâ, akıllılık, kafa, istihbarat’’[4] anlamlarına gelmektedir. Yine istihbarat kurum ve teşkilatları da aynı kelime kullanılarak ifade edilmektedir.
İstihbarat için bizim kullandığımız kelime ve Arapların kullandığı kelime daha çok haber elde etme, gizlice bir şey öğrenme, haberleşme, rapor etme vb. anlamlar çağrıştırırken Fransızca ve İngilizce’de akıl, zekâ vb. olumlu bir anlam taşıması toplumların kültürel farklılıklarından kaynaklanan bir durumdur. Bu kelime farklılığı değişik toplumlarda yaşayan insanların üzerinde de sözlük anlamlarına paralel bir şekilde değişik etkiler yaratmaktadır. Bizde ve Araplarda istihbarat/muhaberat; genelde endişe ve korku hisleri uyandıran, daha çok içe dönük kelimelerdir. Bu sebeple de bizde ve Araplarda istihbarata dar ve kısır bir anlam yüklenmektedir. Ancak olumlu anlam ifade eden Fransızca ve İngilizce İntelligence kelimesi, insanlar üzerinde aynı olumsuz etkiyi yaratmadığı gibi istihbarat konusunun daha geniş bir şekilde anlamlandırılmasına da imkan sağlamaktadır.
Özetleyecek olursak, istihbarat; bir toplumda yaşayan kişilere göre farklı anlamlara geldiği gibi, değişik ülkelerde; ülkeler arasındaki kültürel farklılıklara ve hatta yönetim biçimi farklılıklarına göre de değişik anlamlara gelebilmektedir. Hal böyle olunca herkesin kabul edebileceği bir istihbarat tanımı yapmak daha da zor görünmektedir. Ancak yine de mevcut tanımları inceleyerek bir sonuca varmaya çalışacağız.
Türkiye’de istihbarat konusunda yayımlanan kitaplar incelendiğinde; bu kitapların bazılarının konuya ilgi duyan ve daha çok uluslararası ilişkiler konusunda eğitim almış akademisyenler tarafından yazıldığı görülmektedir. Bu yazarlar, istihbaratı genel bir teoriye oturtmak çabası içinde olmuşlar, oldukça yararlı bilgiler vermişler fakat uygulama sahasında hiç görev yapmadıklarından anlatımları hem çok karmaşık, hem de biraz boşlukta kalmış gibi görünmektedir.
Diğer bir grup yazar ise asker kökenli yazarlardır. Bu yazarlar; askerlik hayatları boyunca istihbarat faaliyetleri içinde ya bir istihbaratçı veya istihbaratı kullanan kişi olarak bulunduklarından oldukça pratik bilgiler vermişlerdir. Bu yazarların kitaplarında ise; teorik bir altyapı eksikliği hemen göze çarpmakta, ayrıca istihbaratın, bir istihbarat türü olan askeri istihbarat anlayışıyla anlatıldığı görülmektedir. Oldukça yararlı bilgiler verilmelerine rağmen bunlar da bizi aradığımız istihbarat tanımına tam olarak götürememektedir. 
Üçüncü bir yazar grubu vardır ki bunların ne akademik anlamda ne de pratik anlamda istihbarat konusu ile bir ilişkileri olmamıştır. Ancak, kişisel ilgileri sebebiyle istihbarat konularında araştırmalar yaparak elde ettikleri bilgileri yayımlamışlardır. Bu gruptaki yazarların bazıları oldukça faydalı bilgiler vermekle beraber, bunların büyük bir kısmının anlattıkları oldukça sınırlı ve derinliği olmayan bilgilerden ibarettir. 
Diğer bir yazar grubu ise, daha çok MOSSAD ve CIA gibi yabancı istihbarat servislerinde çalışmış olan kişilerden oluşmaktadır. Piyasada en çok bulunan ve ilgi çeken kitaplar da bu tür kitaplardır. Ancak bu kitaplarda, sadece anılar ve olaylar anlatılmakta, istihbarat kavramıyla ilgili teorik bilgi ya hiç verilmemekte veya konu içerisinde ve ancak istihbarata vakıf kişilerin anlayabilecekleri şeklinde anlatılmaktadır.
Görüldüğü gibi mevcut yayınlarda her yazar grubu olayın belirli bir yönünden bahsetmiş, konu hakkında bütüncül eserler sunulmamıştır. Biz burada, bu yayınlardan da yararlanarak istihbaratın bütüncül ve kapsamlı bir tanımını yapmaya çalışacağız. Bu kitapların yanında, internet ortamında başta ABD askeri istihbarat talimnameleri olmak üzere NATO ülkelerine ait (Bizim talimnamelerimiz de bunlarla hemen hemen aynı içeriğe sahiptir.) birçok resmi talimname ve yardımcı yayın bulunmaktadır. Bu yayınlardan da faydalanmaya çalışacağız. Öte yandan benim meslek hayatım boyunca; İstihbarat Okulu'nda ve değişik askeri eğitim kurumlarında aldığım istihbarat eğitimlerden ve görevim esnasındaki uygulamalarıdan zihnimde kalan bilgilerden de yararlanacağız.
Bizim ve NATO ülkelerinin çoğunun askeri talimnamelerinde verilen tanıma göre İstihbarat: ‘’Durum muhakemelerin yapılmasında, hareket tarzlarının, plânların ve harekâtın geliştirilmesi ve uygulanmasında yakın veya muhtemel önemi bulunan ve yabancı ulusların veya bölgelerin bir veya birden fazla yönü ile ilgili bütün mevcut bilgilerin toplanması, değerlendirilmesi, yorumlanması ve birleştirilmesinden çıkan sonuçlardır. Kısaca İstihbarat = Bilgi + Analizdir.’’[5]
Görüldüğü gibi bu tanım tamamen askeri istihbarat ile ilgili olarak yapılmıştır. Ancak askeri talimnamelerde bu tanım istihbarat tanımı olarak verilirken ‘’askeri istihbarat’’ diye ayrı bir tanım da yapılmaktadır. Bu tanıma göre askeri istihbarat; ’Düşman ve düşman olması muhtemel taraf ile harekât bölgesine ait (hava ve arazi dâhil) haber ve bilgilerin toplanması, değerlendirilmesi ve yorumlanmasından elde edilen sonuçtur.’’[6] Bu tanımlara baktığımızda, aslında aralarında çok fazla bir fark olmadığı görülmektedir. Bu iki tanım birleştirilerek bunlardan bazı önemli sonuçlar çıkarılabilir.
Tanımlara göre istihbarat bir amaca hizmet etmek için yapılmaktadır. Burada bu amaç; planların yapılması ve uygulanmasına yardım etmek olarak belirtilmiştir. İkinci belirtilen husus; istihbaratın sadece düşman hakkında değil hava ve arazi hakkında da yapıldığıdır. Üçüncü husus ise istihbaratın, bir dizi işlemden sonra elde edilen sonuçlar olarak belirtilmiş olmasıdır. Bu tanımlara göre istihbarat, bilgi veya haber değildir. Haber ve bilgiler; toplama, değerlendirme, yorumlama ve birleştirme diye dört bölüme ayrılan bir süreçten geçtikten sonra ortaya çıkan ürün istihbarat olmaktadır. Yani istihbarat; bilgi ve haberlerin analize tabi tutulması sonucu kendisine sunulacak makamın karar vermesine yardımcı olacak bir son üründür. Burada dikkati çeken diğer bir husus ta toplanacak bilgilerin niteliğidir. İnsanlar istihbaratı genellikle;  gizli yollarla, kendisi de gizli olan bilgilerin toplanması yani casusluk olarak anlamaktadırlar. Ancak burada gizli veya açık olmasına bakılmadan amacımıza hizmet etmesi mümkün her türlü bilginin toplanmasından bahsedilmektedir.  Yani istihbarat bir casusluk faaliyeti içine sıkıştırılmamakta, kapsamı genişletilmektedir.
Ümit Özdağ istihbaratı; ’’Örtülü operasyon diye tanımlanan operatif faaliyetlerden ziyade bilginin toplanması ve analizidir.’’[7] diye tarif etmektedir.  Görüldüğü gibi burada da bilgi artı analizden bahsedilmekte ancak istihbarat bir sonuç değil bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Özdağ, aynı kitabında daha sonra şöyle demektedir; ‘’İstihbarat; her türlü politik, ekonomik, sosyal ve askeri olayı anlamayı ve geliştirmeleri öngörmeyi amaçlayan evrensel bir sosyal bilimdir.’’ Bu ifade, belki de istihbaratın yapılmış en iyi tanımlarından birisidir.[8] Çünkü bu ifade incelendiğinde; daha önce yapılan tanımdan farklı olarak istihbarat bir sosyal bilim olarak belirtilmiştir. Ayrıca burada istihbaratın mevcut durumu anlaması ve geleceğe ait öngörülerde bulunması gerektiği de söylenmektedir. Yani istihbarat; kuru bir ham bilgi değildir, olayları anlamayı ve gelecekte olacakları da öngörmeyi gerektirir.
Sıddık YARMAN istihbarat için biraz daha farklı bir tanım yapmaktadır. ’İstihbarat; seçilen bir hedefe dönük toplanan düzenli bilgilerin, hedefin muhtemel davranış biçimini ortaya koyacak bir şekilde değerlendirilmesi sonucu elde edilen işlenmiş bilgi yumağı, üründür.’’[9]
    Bu tanım, diğer tanımlara göre daha özelleştirilmiş hususlar ihtiva etmektedir. Askeri talimnamelerdeki tanımda düşman veya düşman olması muhtemel hedeflerden bahsetmekle birlikte bu tanımda;  seçilen bir hedefe dönük bilgi toplamaktan bahsederek istihbaratın bir hedefe yönelik olarak yapılması gerektiği daha net bir şekilde ortaya konulmuştur. Tanımda bu hedefe ait düzenli olarak bilgi toplanmasından bahsedilerek istihbaratın sürekli ve planlı bir faaliyet olduğu da vurgulanmıştır. Bu tanımda ayrıca; hedefin muhtemel davranış biçiminin ortaya çıkarılmasından bahsederek istihbaratın elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi sonucu ortaya konacak daha rafine bir bilgiyi değil, düşman hareket tarzlarının tahminini gerektirdiği anlatılmaya çalışılmaktadır. Fakat bu tanımda da daha önceki bazı tanımlar gibi istihbarat bir süreç değil bir sonuç olarak tanımlanmaktadır.
Ertuğrul GÜVEN istihbaratı; ‘’Bilgilerin toplanması, mevcut bilgilerle karşılaştırılması, bu bilgilerin analizi, değerlendirilmesi, birleştirilmesi ve yorumlanması sonucunda ortaya çıkan bir hasıladır.’’[10] diye tanımlarken şimdiye kadar bahsedilenlerden farklı olarak; istihbaratın bir bilgi havuzu, bir arşivi olması gerektiğinden ve yeni elde edilen bilgilerin bu mevcut bilgilerle karşılaştırılması gereğinden bahsetmektedir.
Kendisi bir emniyetçi olan Ünal Acar ise istihbaratı; ‘’Genel anlamda, gelecekte gerçekleşebilecek olaylarla ilgili en doğru tahmini yapabilmek için gizlilik, tarafsızlık, doğruluk ve süreklilik ilkelerine göre toplanan bilgilerin değerlendirilmesi ile ilgili çalışmalardır.’’[11] şeklinde tanımlamaktadır. Burada ilk dikkati çeken husus bu tanımın; sürekli bir bilinmezle, her gün değişen suç çeşitleri ve her gün ortaya çıkan yeni suç örgütleri ile mücadele eden polisimizin de bakış açısını yansıtmasıdır. Polis, istihbaratın hem üreticisi ve hem kullanıcısıdır. Bu sebeple önünü görmek ve geleceği tahmin etmek isteği tanıma da yansımıştır. Burada dikkati çeken diğer bir husus; istihbaratın ilkeler bazında tanımlanması ve bir süreç olarak algılanıyor olmasıdır.
Askerler, akademisyenler, araştırmacılar ve polislerin bakış açısına göre istihbarat tanımlarını inceledikten sonra son olarak MİT’in istihbaratı nasıl tanımladığını inceleyerek araştırmamıza son vermenin uygun olduğunu değerlendiriyorum. Elbette yerli ve yabancı daha birçok kaynakta yapılmış değişik istihbarat tanımları da mevcuttur. Ancak bunlara bakıldığında bazı küçük farklılıklar haricinde bizim şimdiye kadar incelediğimiz tanımlardan çok ta farklı olmadıkları görülmektedir.
MİT, istihbaratı; ‘’Devlet tarafından belirlenen ihtiyaçlara karşılık olarak çeşitli kaynaklardan derlenen haber, bilgi ve dokümanların işlenmesi sonucu elde edilen üründür.’’[12] Olarak tanımlamaktadır. Burada ilk dikkat çeken husus MİT’in istihbaratı devlet için yaptığını tanımda da vurgulamış olmasıdır. MİT Stratejik seviyede istihbarat ihtiyaçlarını karşılayan ve doğrudan başbakana bağlı bir kurum olduğundan kendisinin doğrudan devleti ilgilendiren bir kurum olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır. Peki devlet derken ne kastedilmektedir? MİT; hükumet başta olmak üzere devletin tüm ana kurumları, TSK ve Emniyete istihbarat sağladığı gibi stratejik seviyede İKK (İstihbarata Karşı Koyma)’dan da sorumlu olan kurumdur. MİT aynı zamanda Türkiye’de diğer istihbarat teşkilatları ile istihbaratın koordinesinden sorumlu üst kurum durumundadır. Bu sebeple olsa gerek, MİT bu tanımla kendisinin devletin ihtiyaçlarını temin ettiğini belirtmektedir. MİT’in tanımında da istihbarat bir sonuç ve bir ürün olarak değerlendirilmekte, diğer tanımlarda bahsedilen haber ve bilgiden başka işleme tabi tutulacaklar arasında dokümanları da saymaktadır.
Şimdi tüm bu tanımlamaları inceleyerek istihbaratın ne olduğuna adım adım ulaşmaya çalışalım.
1. Tanımlardan çoğundan da anlaşılacağı üzere istihbarat sözlük anlamında ifade edildiği gibi haber veya bilgi demek değildir. Bunlar istihbaratın sadece birer girdileridir.
2. Hangi kurum tarafından yapılırsa yapılsın istihbaratın bir hedefi vardır. Bu hedef bir devlet, bir suç örgütü veya bir terör örgütü olabilir.
     3. İstihbarat sadece hedefi değil o hedefin içinde bulunduğu; hava, arazi vb. diğer koşulları da inceler.
4. İstihbarat rastgele yapılan bir faaliyet değildir. Bir amacı ve ulaşmak istediği bazı sonuçlar vardır.
5. İstihbarat; haber, bilgi, belge, doküman vb. girdilerin belirli bir işleme tabi tutularak bazı değerlendirilmiş sonuçların/ürünlerin elde edildiği bir süreç içinde gerçekleşen bir faaliyettir.
6. İstihbarat sadece gizli bilgilerin elde edilmesi ile ilgilenmez, açık kapalı her türlü kaynaktan elde edilen ve amaca hizmet edecek tüm bilgilerle ilgilenir.
7. İstihbarat; örtülü operasyonlar, psikolojik harp, bilgi harbi, propaganda gibi hususları kapsamaz. Olsa olsa bunları yapacak birimler için gerekli bilgileri sağlar.
8. İstihbarat sistemi; sadece askeri harekâtlar, polis operasyonları ve hükumet organları için faaliyette bulunmaz. Devletin tüm kurumlarının ihtiyaçlarına göre hareket eder.
9. İstihbarat sürekli bir faaliyettir. Askeri istihbarat; barış zamanında da, emniyet istihbaratı; emniyeti ihlal eden bir durum henüz ortada yokken de, diğer istihbarat organları da herhangi bir kritik durum ortaya çıkmamışken de, yani tüm yıl boyunca, tam zamanlı olarak faaliyet gösterirler.
9. Bu faaliyetler esnasında sürekliliği olan bilgiler bir arşiv veya bilgi havuzunda toplanır. Yeni bilgiler bu bilgilerle karşılaştırılarak elde edilen sonuçlar kullanılır ve bunlardan gerekli görülenler bu havuza ilave edilir.
10. İstihbarat geçmişle de ilgilenir, ancak geçmişe ait bilgiler genel bir bilgi altyapısı oluşturmak için kullanılır. İstihbaratın asıl ilgilendiği; mevcut durumu anlamak ve gelecekte neler olabileceğine dair öngörülerde bulunmaktır.
11. İstihbaratta kaynakların çeşitliliği önemlidir.
12. İstihbarat önceden tespit edilen ihtiyaçlara göre yürütülür. Yani planlı bir faaliyettir.
13. İstihbarat; devletin değişik kademelerinde görev yapan planlayıcılara, karar vericilere ve uygulayıcılara, bu faaliyetleri daha doğru ve uygun bir şekilde yapmalarına yardımcı olacak şekilde faaliyet gösterir.
Bu tespit ettiğimiz temel hususlara başka bazı konular da ilave edilebilir. Ancak tespit ettiğimiz bu hususları göz önüne alarak bütüncül bir istihbarat tanımı yapmanın mümkün olduğunu düşündüğümüzden değerlendirmelerimize burada son veriyoruz.
Konuyu tüm yönleriyle ele alarak değerlendirdikten sonra şöyle bir istihbarat tanımı yapmanın uygun olduğunu düşünüyorum: İstihbarat; ‘’Devletin her kademesindeki planlayıcıların; doğru planlama yapmaları, karar vericilerin; doğru karar vermeleri ve uygulayıcıların; uygun hareket tarzlarını doğru bir şekilde uygulamaları için, faaliyet gösterdikleri alanlarla ilgili olarak önceden belirlenen hedefler hakkında, her türlü kaynaktan elde edilen haber ve bilgilerin; (toplanması, değerlendirilmesi, yorumlanması ve birleştirilmesi suretiyle) analiz edilmesi sonucunda hedefin mevcut durumunun ortaya konulması ve gelecekte neler yapabileceğine dair öngörülerde bulunulması sürecidir.’’




[1] Ahmet YÜKSEL,2’nci Mahmut Devrinde Osmanlı İstihbaratı, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 23.
[2] http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.52dddbf01a99e6.42057183.
[5] KKT 30-5, Muharebe Sahası İstihbarat Faaliyetleri, K.K. Basımevi, Ankara, 2002, s. 3-1.
[6] TSK İstihbarat Okulu, İstihbarat Subay Temel Ders Notları.
[7] Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, İstihbarat Teorisi, Kripto Yayınevi, 4. Baskı, Ankara, 2010,  s. 27.
[8] ÖZDAĞ, a.g.e.,s. 30.
[9] Sait YILMAZ, Dünyayı Yöneten Güç, İstihbarat Bilimi, Kripto Yayınevi, Ankara, 2013, s.99.
[10] Sait YILMAZ, a.g.e., s.119.
[11] Sait YILMAZ, a.g.e., s.155.

21 Ocak 2014 Salı

Suriye İç Savaşının Jeopolitiği. (Türkiye, Mısır, İran, Suudi Arabistan, Lübnan.)

Suriye İç Savaşının Jeopolitiği.


Stratfor Düşünce Kuruluşu'nun Sitesinin bir yazısından tercüme edilmiştir. Makale yazarı Reva Bhalla'dır.  Yazıda son durumla ilgili değerlendirmeler yapılmıştır. Ayrıca benim ABD ve AB ülkelerinde artık görmeye alıştığım bir genel tavır bu yazıda ve haritalarda da görülmektedir. Suriye'de oldukça önemli miktarda Türk/Türkmen bulunmaktadır. Ama nedense bu yazı ve haritalarında bu Türklerden hiç bahsedilmemektedir. 
Stratfor
22 Ocak tarihinde uluslararası diplomatlar, üç yıldır devam eden Suriye iç savaşını sona erdirecek bir çözün bulmak için, İsviçre'nin Montreux kasabasında toplanacaklar. Her şeye rağmen bu konferans Suriye'deki savaş ortamı gerçeklerinden oldukça uzak olacak. Konferansın başlamasından sadece günler önce BM'nin İran'ı konferansa davet etmesinin ardından Suriyeli muhaliflerin (isyancıların) temsilcileri teklifin iptal edilmesini istediler. Daha  görüşmelere kimin katılacağı konusunda bile bir karara varmanın imkansızlığı, hiçbir zaman çok verimli olamayacakmış gibi görünen diplomatik çabalar açısından bir talihsizliktir. 
Bu konferansın bir sonuca varacağı konusunda şüpheci olmak için iyi sebepler bulunmaktadır. Suriye devlet başkanı Beşar Esad'ın kuvvetleri giderek fraksiyonlara bölünen isyancı kuvvetlere karşı konumunu güçlendirmeye devam ederken,  Rusya ve İran tarafından şiddetle desteklenen rejim için,  özellikle ABD, İran ile görüşmelere de başlamışken, Washington'un ısrarıyla mezhepsel rakiplerine taviz vermek için teşvik edici çok az sebep vardır.  Esad'ın göz hekimliği okulundan arkadaşı ve Suriye'nin sabık muhalefetinin uzun süredir bir üyesi olan ve şimdi bir şekilde Suriye Uzlaşma Bakanlığını layıkıyla  yapan Ali Haydar, ''Cenova-2'den bir şey beklemeyin. Ne Cenova-2, ne Cenova-3 ve ne de Cenova-5 Suriye krizini çözemez. Çözüm başladı ve devletin askeri zaferi ile devam edecektir.'' diyerek rejimin görüşmeler hakkındaki bakış açısını netleştirmiştir.
Çatışmaları sona erdirmek için fonksiyonel güç paylaşımı anlaşması konusunda artan kötümserlik, Suriye'nin mezhepsel olarak ayrı devletlere bölüneceği veya Ali Haydar'ın da iddia ettiği gibi, Nusayrilerin tam kontrolü tekrar sağlayarak statükoyu geri getireceği ve Sünnileri boyun eğmeye mecbur bırakacağına dair dramatik spekülasyonlara sebep olmaktadır. Aslında, her iki senaryo da sorunlu görünmektedir. Uluslararası ara bulucular krizin bu safhasında bir güç paylaşım anlaşması sağlamayı başaramazlarsa ve Suriyeyi idare eden Nusayri azınlık onu tekrar bir araya getirmekte olağanüstü zorluklarla karşılaşırsa bile bu ülkeyi mezhepsel çerçevede belli bölgelere bölmek oldukça zordur.  
Suriye Jeopolitiği
1916 yılında yapılan Sykes-Picot anlaşmasından önce, karma bir etnik yapıya sahip olan Suriye; tüccarlar, politikacılar ve askerler tarafından Kuzeyde Toros Dağları, batıda Akdeniz, Güneyde Sina Yarımadası ve doğuda çöl ile kaplı araziler arasında uzanan bir coğrafi bölge olarak tanımlanmaktaydı. Eğer 18'inci Yüzyıl Paris'inde, Akdeniz'in öbür tarafındaki yün ve baharat bolluğunu düşünerek yaşıyor olsaydınız, bu bölgeyi Levant olarak bilirdiniz. Levant kelimesi latince 'Levare'' kökünden türemiş bir kelimedir ve güneşin doğudan doğuşunu ifade edecek şekilde yükselmek anlamına gelmektedir. Eğer antik dönemde, bir kervan yolunda, Hicaz (Modern zaman Suudi Arabistan'ı)'dan kuzeye yolculuk yapan bir Arap tüccar olsaydınız, bu bölge için Bilad al Sham veya Arap Yarmadası'nda İslamın kutsal bölgelerinin  ''terkedileceği topraklar'' olarak bahsederdiniz.
İster doğudan, ister batıdan, ister kuzeyden veya güneyden bakın, Suriye kendisini her zaman kendisinden çok daha güçlü devletlerle sarılmış şanssız bir pozisyonda bulmuştur.  Küçük Asya ve Avrupayı birleştiren kuzeyde Marmara Denizi bölgesindeki zengin ve verimli topraklar, güneyde Nil Nehri Vadisi ve doğuda Dicle ile Fırat nehri arasındaki topraklar daha fazla ve daha yoğun nüfusun yaşamasına imkan vermektedir. Bu bölgelerin kontrolünü bir güç ele geçirince, bu güç daha fazla genişlemek için kaçınılmaz olarak; kanların döküldüğü, ırkların birbirine karıştığı, dinlerin birbiriyle ilişkiye girdiği,malların canlı bir şekilde ticaretinin yapıldığı, şiddetin kol gezdiği Suriye'ye gelmektedir.
Bu nedenle, Suriye'nin modern öncesi tarihinde sadece iki defa bu bölgede egemen ve bağımsız bir devlet kurulabilmiştir. Bunlardan birincisi; bu günkü Antakya merkezli Helenistik dönem Seleucid Hanedanı(MÖ: 301-141) ve ikincisi ise Şam merkezli Umayyad Halifeliği (MS:661-749) olmuştur. Suriye genellikle; bölünmüş veya komşularınca işgal edilmiş, çok zayıf, iç yapı olarak parçalanmış, coğrafi olarak kırılgan olduğundan kendi ayakları üzerinde hiç bir zaman duramamıştır. Bu durum aslında güç merkezleri arasındaki sınır bölgelerinin genel kaderidir.
Nil vadisinin aksine, Suriye'nin coğrafyası, iç parçalanmaları önleyecek güçlü ve doğal bir  yapıdan yoksundur. Bir Suriye devleti, var olabilmek için, sadece deniz ticareti yapabileceği bir sahile ve deniz güçlerine karşı korunmaya değil aynı zamanda gıda ve güvenlik sağlayacak verimli bir araziye de ihtiyaç duymaktadır. Ancak Suriye'nin zorlu coğrafyası ve parçalı azınlık mezhep gruplarından oluşan nüfus yapısı genel olarak en büyük sorunu olmuştur.
Suriye'nin uzun ve çok dar olan sahil şeridi, içeriye doğru gidildikçe hemen bir dağlar ve platolar zincirine dönüşmektedir. Bu batı şeridi boyunca; Nusayriler, Hristiyanlar ve Dürzileri de kapsayan azınlık cepleri kendilerini; hepsi aynı oranda güvenilmez olan doğulu gruplara karşı olduğu gibi batıdan gelen yabancılara karşı da tecrit ederler fakat varlıklarını garanti edecek olanlarla, kim olurlarsa olsun işbirliği yaparlar. Uzun dağ bariyeri, Asi Irmağı boyunca kendini düzlüklere bırakır ve Bekaa Vadisi, Anti Lübnan Dağları bölgesi, Havran Platosu ve Dürzi Dağları boyunca tekrar keskin bir şekilde yükselmeden önce, zulme uğramış mezheplere, korunmak ve kendilerini korumaya hazırlanmak için büyük bir engebeli arazi sağlar.
Anti Lübnan Dağlarının hemen doğusunda, Barada Nehri doğuya doğru akar ve çölde bir vaha oluşturur. Burası Şam olarak bilinir. Sahile karşı iki dağ silsilesi ile korunan ve doğuda çöllerle çevrilmiş olan Şam doğal bir kale şehri gibidir ve buranın başkent yapılması akıllıca bir seçimdir.Fakat, bu kalenin bir başkent olarak bölgesel bir değeri olabilmesi için, dağlar arasından batıya, antik Fenike (Lübnan) sahillerindeki Akdeniz limanlarına giden bir koridora ve aynı zamanda kuzeye doğru, yarı kurak stepler boyunca; Humus, Hama, İdlip ve Halep'e giden yollara  ihtiyacı vardır.
Şam'dan kuzeye giden arazi şeridi burayı, genellikle baş eğmez sahil şeridine göre, homojen bir nüfus için ayrışmadan çok birleşmeye daha müsait kılan kısmen akıcı bir arazidir. Halep; Bereketli Hilal'in ağzı boyunca konuşlanmış, Anadolu ve kuzey arasında Humus kapısı yoluyla batıya, Akdeniz'e  ve güneye doğru Şam'a açılan bir doğal ticaret koridorudur. Halep tarihi olarak dominant Anadolu güçlerine karşı kırılgan bir durumda olmakla birlikte, zaman zaman Şam'a göreceli olarak uzak mesafede oluşunu Şam'a karşı isyan etmek için kullanmış ve her zaman Şam yönetimi için hayati bir ekonomik merkez olmuştur.
En son alarak, Şam'dan doğuya gidince; geniş, zorlu bir çöllük alan, Mezepotamya ve Suriye arasında bağlantıyı sağlayan çorak bir bölge, bulunmaktadır. Bu çok seyrek nüfuslu bölge uzun bir süre kervan tüccarlarından Bedevi aşiretlerine ve modern zaman cihadçılarına kadar küçük göçebe grupları tarafından kullanılmıştır.
Demografik Durum.
Suriye'nin demografisi zamanın egemen gücüne göre büyük oranda değişiklik göstermiştir. Bizans dönemi Suriyesinde çoğunluğu genel olarak Ortodoks Doğu Hristiyanları oluşturmuştur. Müteakiben Müslümanların fethi  daha bölünmüş bir dini ve mezhepsel çeşitliliğe sebep olmuş, bir miktar Şii nüfus ta bölgeye yerleşmiştir. Zamanla, Mezapotamya, Nil Vadisi ve Küçük Asya'dan gelen birçok Sünni hanedanlıklar sayesinde nüfusun çoğunluğu, bu gün de olduğu gibi, Sünnilere geçmiştir. Sünniler ağırlıklı nüfus haline gelirken; Arap Çölü ve Şam ile Halep arasında kalan bölgedeki daha muhafazalı sahile yakın dağlık bölge bir azınlıklar mozaiği haline gelmiştir. Tipik bir şekilde bu azınlıklar, birbirleri ile ittifaklar kurarak ve deniz aşırı uzak bir deniz gücü ile işbirliği yaparak iç bölgelerdeki dominant Sünni çoğunluğa karşı bir denge kurmaya çalışmışlardır.
Levant ile en güçlü kolonyal bağlantıları olan Fransızlar, azınlıkları maniple etme stratejisinin ustaları olmuşlardır. Fakat bu yaklaşım aynı zamanda bunun çok acı sonuçlarının bu güne kadar gelmesine de sebep olmuştur. Lübnan'da Fransızlar; Maruni Hristiyanları desteklemiş ve bunun sonucunda Maruniler, Akdeniz deniz ticaretinde, Beyrut dışında tüm liman şehirlerinde, Sünni tüccarların aleyhine, hakim duruma gelmişlerdir. Fransa aynı zamanda Suriye sahil kesiminde yaşayan ve Nusayri olarak bilinen bir grubu da ön plana çıkarmış,  dini bir statü ve kabul edilebilirlik kazandırmak için  onları Alevi olarak isimlendirmiş ve Fransız mandası süresince Suriye ordusunu bunlarla doldurmuştur. (M.Ç. Not: Arap alevisi diye bir şey yoktur. Bunlar Şiiliğin 7 imamcı koluna benzer karmaşık bir inanç sistemi olan, reinkarnasyona da inanan Nusayri inancındandırlar. Fransızlar bunlara sırf politik maksatlarla kullanabilmek için Arap Alevisi ismini vermişlerdir. Fransız mandası öncesinde böyle bir isimlendirme tarih boyunca yoktur. Ne inançları ve ne de dini ritüelleri Alevi Türkmenlere hiç benzememektedir. )
1943 yılında Fransız mandası sona erince, ordu içindeki Nusayriler büyük dini ve etnik isyanlara hazır idiler ve Hafız Esat'ın 1970 yılındaki kansız darbesi ile Suriye'de tam olarak Nusayri egemenliği başlamış oldu. Mezhepsel denge şu anda İran ve onun mezhepsel müttefikleri lehine kayarken Fransa'nın Suudi Arabistan ile birlikte kendi kurduğu Nusayri rejimi aleyhine Sünnileri en çok destekleyen devlet olarak mevcut politikası bir ironi olarak görülebilir, fakat bu durum sadece bölgede bir klasik güçler dengesi mantığının uzantısından ibarettir. 

Gerçekçi Beklentiler Ortaya Koymak

Bu hafta İsviçre'de Suriye konusunu görüşecek olan delegeler, Antik çağlardan beri bu bölgeyi yöneten jeopolitikalardan kaynaklanan bir seri uzlaşmaz gerçekle yüz yüze geleceklerdir. Azınlık Nusayri grubunun Suriyeyi yönetmesi anormalliği yakın bir zamanda sona erecek gibi görünmüyor. Nusayri güçleri Şam'daki mevzilerini ellerinde tutmakta ve hızla  banliyölerdeki bölgeleri tekrar ele geçirmektedir. Lübnan Şii örgütü Hizbullah, mezhepsel motivasyonu gereği Nusayrilerin iktidarda kalmasını garanti altına almak için Şam'dan Bekaa Vadisi yoluyla Lübnan sahillerine ulaşan geleneksel yolun ve Asi Nehri vadisi boyunca Nusayrilerin kontrolündeki Suriye sahillerine ulaşan yolun emniyetini sağlamaktadır. Şam'ı ellerinde bulundurdukları sürece Nusayriler'in ekonomik kalpgahlardan vazgeçmeleri de mümkün değilir. Bu sebeple Esad'a sadık Suriye güçleri, Halep'in kontrolünü ele geçirmek için saldırılar düzenliyorlar. Saldırılarının limitlerine ulaşıncaya kadar rejim lokal ateşkesler için batılıların çağrılarını manipüle edecektir. Kuvvetlerini muhafaza etmek için bu fasılaları kullanacak ve rejimle işbirliği yapan asi birliklerine yiyecek desteği verecektir.  En uzaktaki doğu ve kuzey bölgelerindeki Kürt grupları da bu günlerde kendi otonom bölgelerini kurmaya çalışmakla meşguller. Fakat Nusayri rejimi, bu noktadan sonra, Kürt ayrılıkçılığının  Şam'dan çok Türkiye için bir tehdit olduğunu  bildiği için hayli rahat davranmaktadır.
Lübnan ve Suriye'nin kaderi her zaman hayli karmaşık olmuştur. 19'uncu Yüzyılda yoğun bir nüfusa sahip sahile yakın dağlarda Dürziler ve Maruniler arasındaki iç savaş hızla Lübnan Dağı'ndan Şam'a yayılmıştı. Bu sefer mevcut durumda akım tersine gelişmekte, Suriye'deki iç savaş Lübnan'a yayılmaktadır. Nusayriler, Suriye'de İran ve Hizbullah'ın yardımıyla kontrolü ellerinde tutarlarken, Suudi Arabistan tarafından desteklenen bir Sünni cihadist  dalgası Lübnan'da daha aktif bir duruma gelmektedir. Bu ise mevcut Şii-Sünni saldırı dalgasında Lübnan Dağı'nı önemli bir konuma getirecektir.
ABD, kötü talihli ''Suriye'yi yeniden yapılandırma'' konferansına liderlik ediyor olabilir fakat aslında ABD'nin Suriye'ye karşı kuvvetli bir ilgisi yoktur. İç savaşın kötü insani sonuçları ABD'yi durumu düzeltmek için bir şeyler yaptığını göstermeye zorluyor fakat Washington'un bölge ile ilgili şu andaki esas ilgilendiği konu İran ile başlayan diyaloğu korumak ve geliştirmektir. ABD; Esat'ın Suriye'nin değişiminde bir seçenek olmamasını garanti altına almak üzerinde duruyor ve bu nokta Washington ve Tahran arasındaki birçok görüşme konusundan birisi olabilir. Bununla birlikte, Esat, onun esas patronu olan İran, Doğu Akdeniz'de belirli bir kuvvet bulunduran tek güç olan ABD ile görüşürken daha fazla baskı altında kalabilir. 
Güneyde, Nil Vadisi gücü olan Mısır tamamen kendi iç sorunları ile uğraşmaktadır. Arap dünyasında bir Türk maceracılığına çok az imkan veren sert bir iç güç mücadesi yaşayan Kuzeydeki ana güç olan Türkiye de aynı durumdadır. Bu durum, İran ve Suudi Arabistan'ı Suriye'deki mezhep çatışmalarını maniple edebilecek ana bölgesel güçler haline getirmiştir. Nusayrilerle ilişkilerini ve Akdeniz'e erişimini muhafaza etmek isteyen İran, Rusya ile beraber hareket ederek, bu savaşta üstün gelmektedir. Fakat, Suriye'yi Mezepotamyaya bağlayan çöl Suudi Arabistan tarafından desteklenen ve rakip mezhebi etkisiz hale getirmek isteyen Sünni militan grupları ile doludur. Ve bu yüzden çatışmalar devam edecektir. 
Her iki mezhep grubu da diğerini savaş meydanında yenebilecek güce sahip değildir ancak her iki taraf ta savaşı sürdürmeleri için bölgesel destekçilere sahiptirler. İran, Suudi desteği alanları bir görüşmeye razı etmenin göreli avantajını kullanmaya çalışacak fakat cesareti oldukça kırılmış olan Suudi Arabistan, Sünni direnişçiler savaşmaya devam ettiği sürece direnmeye devam edecektir. Savaş gittikçe Lübnan'a yayılırken, cephedeki savaşçılar alakasız dış unsurların önderlik ettiği ateşkes görüşmelerini maniple etmek için gayret sarf edeceklerdir. Suriye devleti, Cenova'da yapılacak konferans sonucunda dikte edilecek hususlarla, ne parçalanacak ve mezhepsel bölgelere ayrılacak, ne de tek bir ulus halinde tekrar birleşebilecektir. Suriye'de nasıl bir rejim kurulursa kurulsun; aşiret mozaiğinin bağlılığı ile Şam'ı denize ve ekonominin kalbine (Halep'e) bağlı tutma zorunluluğu, zayıf bir şekilde de olsa ülkeyi bir arada tutabilir.