.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

18 Aralık 2014 Perşembe

Türkiye'de Milliyetçilik ve Atatürk'ün Milliyetçilik anlayışı.


Tarih boyunca milliyetçilik, Türklerde Milliyetçilik, Fransız İhtilali ve Milliyetçilik, Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı.

Öz:
Milliyetçilik çok eski dönemlerden beri bilinen bir kavramdır. Bununla birlikte, XIX. Yüzyılda siyasi bir kavram olarak tüm dünyada etkili olmaya başlamıştır. Bu kapsamda, Osmanlı İmparatorluğu içinde de, ülkenin yıkılmasını engellemek için ortaya atılan fikirler gibi önemli bir taraftar kitlesi kazanmıştır.
Türklerde başlangıçta kültürel ağırlıklı olarak başlayan milliyetçilik akımı, ortaya çıkan gelişmelerin de etkisiyle, Türkçülük-Turancılık gibi tüm dünyadaki Türkleri birleştirmeyi hedefleyen yayılmacı bir anlayışa doğru evrilmiştir.
Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, diğer fikir akımları ile birlikte, bu tür milliyetçilik akımları da etkinliğini kaybetmiş ve Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan Milli Mücadele hareketi ile birlikte; Misak-ı Milli’de belirlenen coğrafi alanla sınırlanan, daha kapsayıcı ve kültür birliğine önem veren yeni bir milliyetçilik anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bu milliyetçilik anlayışı; din ve ırk birliği gibi objektif unsurlara değil, dil, kültür tarih birliği ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gibi sübjektif unsurlara dayanan modern bir yaklaşım arz etmektedir.
Anahtar Kelime: Millet, Milliyetçilik, Türkçülük, Turancılık.

Giriş

İnsanlar, tarihin en eski dönemlerinden beri kendilerine benzeyen ve aynı kökten geldiklerine inandıkları insanların daha üstün olduğu duygusu içinde olmuşlardır. Bu durum tam olarak bu günkü milliyetçilik kelimesi ile ifade edilen anlama gelmese de yine de milletlerin ve milliyetçilik kavramının oluşmasına kaynaklık teşkil etmiştir.
Bununla birlikte Milliyetçilik açısından en önemli gelişmeler XIX. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu dönemde milliyetçilik fikri tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Bu sebeple bu dönemde başlayan fikirler XX. yüzyıldaki gelişmelerin de temelini oluşturmuştur.[1]
Milliyetçilik konusunu ele almadan önce kısaca milleti tarif etmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğüne göre millet: ‘’Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus; bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes ve benzer özellikleri olan topluluk’’ olarak tarif edilmektedir.[2]
Burada, devletin resmi bir kurumunun ülkede geçerli anayasal millet tanımının dışına çıkmamaya gayret ederek bir tanım yapmaya çalıştığı görülmektedir. Mesela bu tanımda ırk, soy veya din birliğinden bahsedilmemektedir. Ancak tarih boyunca gerek dünyada, gerekse Türk devlet geleneğinde yapılan millet tanımlarında genellikle bu unsurlara göre de millet tanımı yapılmıştır. Nitekim Millet kelimesi Türk diline Arapçadan geçmiştir. Arapça millet kelimesi; din birliği çerçevesinde birbirlerine bağlı insan topluluklarını ifade etmektedir. Bu anlam Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Milli Mücadele döneminde de benzer anlamda kullanılmıştır. Batı dillerinde kabul gören millet tarifi ise, Fransızca “nation” kelimesinin karşılığı olarak; aynı kökten ve aynı soydan gelen, aralarında ortak bağları olan insan topluluğu şeklindedir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar olan süreçte, millet kelimesi dini anlamda kullanılmış olsa da, gerek eğitim vb. amaçlarla Avrupa’ya giden, gerek yabancı kaynakları okuyup araştıran ve gerekse batı ile daha yakın teması olan Hristiyan azınlıklarının milliyetçilik hareketlerinden etkilenen bazı Türkler zamanla Fransız ihtilali’nin yaydığı fikirlerden etkilenen ‘’nation’’ anlamında millet ve milliyetçilik tanımlarına yaklaşan millet tanımlamaları yapmaya ve buna bağlı olarak bir Türk milliyetçiliği fikrini geliştirmeye başlamışlardır.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, zaman içinde, millet tarifinde hâkim olmuş iki görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi, objektif millet anlayışıdır. Bu görüşe göre; millet aynı ırktan gelen, aynı dili konuşan ve aynı dine inanan insanların meydana getirdiği topluluktur. İkinci görüş ise, sübjektif veya kültürel millet anlayışıdır. Bu anlayışa göre ise; bir milletin meydana gelmesinde, ırk, dil veya din esas alınarak yapılan tanımlar eksiktir. Yani bir toplumdaki fertlerin arasında, kültür birliği, gönül birliği, ülkü birliği, birlikte yaşama ve ortak tarih şuurunun var olması gerekmektedir.[3]
Milliyetçilik ise milliyet duygusundan hareket eden bir fikir akımıdır. Bu duygu kişilerin, milli tarihlerine, milletlerin mazideki hem parlak, hem de felâket ve ıstıraplarına karşı derin bir içsel bağlılık ve saygı hissi şeklinde ortaya çıkar. Yani milliyetçilik kişinin milletini sevmesi, milletine güven duyması, onun varlığını ve güçlenmesini savunmasıdır.
Türklerde Millet ve Milliyetçilik.
Millet ve milliyetçilik kavramları Türklerde tarihin en eski dönemlerinden itibaren var olmuştur. Tarihte ilk defa Türk boylarını bir bayrak altında toplayan ve Mete ile birlikte Türklerin milli birliklerini kurdukları bilinmektedir.[4]
Yine Orhun abidelerinde geçen kavramlar incelendiğinde Türk milletinin geçmişinde de milli duygunun ve milliyet fikrinin var olduğu görülmektedir. Türk milliyetçiliğinin en önemli yazılı belgelerinden biri olan Orhun abidelerinde millet, milliyetçilik hatta Türk birliği fikrini açıkça görmek mümkündür. Dahası bu devletin adı bile Göktürk Devleti’dir.
Bu abidelerde;“Ben Gök Tanrı gibi gökte yaratılmış Bilge Kağan’ım. Türk ulusu, sesimi sonsuzluğa kadar işit..”, “Ey Türk ulusu! Tutsaksan özgür, yoksulsan varlıklı, çıplaksan giyimli olacaksın. Niçin yenik düştüğünü, niçin tutsak olduğunu bilmelisin ve hiç unutmamalısın!”[5] sözleri yaklaşık 1300 yıl öncesinde de Türklerde millet duygusunun var olduğunu göstermektedir. Yine aynı kitabelerde yer alan “Ey Türk ulusu, bu gerçekleri işitin, bilin! Yukarıda gök çökmedikçe aşağıda yağız yer delinmedikçe, Türk ulusu, senin ülkeni kim alabilir? Töreni kim bozabilir? Ey, Türk ulusu, titre ve kendine dön!”[6] denilerek Türk milletinin sonsuza dek yaşayacağına olan inanç açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Türklerdeki milli duygular ve millet bilincinin,  İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra da devam ettiğini görmekteyiz. Nitekim Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ü Lügat-it Türk” isimli eserinde bu milli duygular açıkça görülmektedir. Kaşgarlı Mahmut, eserinde “Türklerin Hazreti Muhammed tarafından övüldüğüne” dair Hadis’lere yer vermiştir.[7]
Ahmet Yesevi, Yunus Emre gibi önemli kililer de milli duyguları dil birliği içinde devam ettirmişlerdir. Bu dönemlerde, Karamanlı Mehmet Bey, Türkçe’nin yazı ve saray dili olmasını emrederek Türkçe’nin Arapça ve Farsça karşısında gerilemesine karşı çıkmıştır. Onun Türkçe’ye verdiği bu önem, dilde milliyetçilik olarak kabul edilebilir.
XV. asırda Ali Şir Nevai de dil milliyetçiliğine bir örnek olarak gösterilebilir. Ali Şir Nevai yaşamı boyunca Türk dil ve kültürünün Fars dil ve kültüründen üstün olduğunu göstermeye gayret etmiştir. O “Muhakemet-ül Lûgateyn” adlı eserini de bunu ispat etmek için yazmıştır. Hatta bazı yazılarında Türklerin Farslara göre zekâ ve anlayış olarak ta üstün olduğunu savunmuştur.[8]
Aynı milli duygu ve uygulamalar Osmanlı Devleti’nin bazı dönemlerinde de görülmektedir. Bunlardan biri de Türklerin üstünlüğünü Kur’an ayetleri ve hadisleri örnek göstererek ispatlamaya çalışan Vani Mehmet Efendi’dir.[9]
Her ne kadar, yukarıda belirtildiği gibi çok eski devirlerden beri Türklerin yazılı edebiyatlarında ve devlet uygulamalarında milliyetçilik izlerine rastlanıyorsa da Türklerde bugünkü anlamda milliyetçilik, Fransız ihtilâlinde sonraki gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Bu anlayış kısa süre içinde tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Bu durum ise Osmanlı İmparatorluğu içindeki azınlıkların devlete karşı milliyetçi isyanlar başlatmalarına sebep olmuştur. Önceleri Hristiyan Balkan milletleri arasında başlayan milliyetçilik hareketleri ve isyanlar sonraki yıllarda imparatorlukta yaşayan Müslümanlar arasında da görülmeye başlamıştır. Bu gelişmeler Osmanlı Türk aydınlarının da uyanmasına ve Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına etki etmiştir.
Osmanlı Türklerinde Milliyetçilik Fikrinin Ortaya Çıkması.
Osmanlı Türklerinde milliyetçilik fikrinin ortaya çıkmasında, yukarıda da bahsedildiği gibi,  birçok sebepler vardır. Bütün bu sebeplerin sonucunda Türk aydınlarında milliyetçiliğe doğru bir hareketin başladığını görmekteyiz.
Milliyetçiliğin sistemli bir fikir akımı olarak ortaya çıkması daha sonra meydana gelen gelişmelerle olmuştur. Özellikle, ortaya çıkan isyanlarla giderek artan toprak kayıpları karşısında Türklerin, devleti ayakta tutmak için gösterdikleri dayanışma Türk milliyetçiliğinin gelişmesi için kuvvetli bir zemin hazırlamıştır.
Milliyetçiliğin gelişmesinde başka bir faktör de, XIX. yüzyıldan itibaren başlayan toprak kayıplarının bir sonucu olarak elde kalan topraklara Kırım, Kafkasya ve Balkanlardan birçok insanın göç etmesidir. Kaybedilen topraklardan göçlerle gelen bu insanlar arasında eğitim düzeyi yüksek birçok aydın bulunmaktaydı. Osmanlı siyasi ve kültürel hayatında önemli roller oynayan bu insanlarda özellikle şiddetli bir Rus düşmanlığı ve vatanlarına karşı duygusal bağlılık mevcuttu. Bunlardaki milliyetçi düşünceler Osmanlıdaki Türk aydınlarım da etkiledi.
Özellikle Kırım savaşından sonra Osmanlı devletinin Rusya’daki Türklerle ilgilenmesi ve siyasi münasebetleri milliyetçi düşüncelerin canlanmasında daha da etkili olmuştur. Bütün bu gelişmeler önceleri İslâmi dayanışmayı güçlendirmiş daha sonraları ise, gelişen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik olayların tesiriyle Türk milliyetçiliğinin gelişmesini sağlamıştır.
Devletin içindeki Hristiyan unsurlar ve daha sonra Türk olmayan Müslüman nüfus, özellikle de Araplar arasında milliyetçiliğinin ortaya çıkmasıyla, Türkler de giderek daha da artan bir oranda kendilerini ayrı bir millet olarak hissetmeye başlamışlardır.
Öte yandan, Osmanlı devletinde meydana gelen bütün bu milliyetçi gelişmeler devlet yöneticilerini bazı tedbirler almaya yöneltmiştir. İmparatorluğun bütünlüğünü korumak için azınlıklar arasındaki milliyetçi gelişmelere karşı askeri, siyasi ve idari tedbirler alınmaya başlanmış, ülke içindeki milletleri imparatorluk fikri etrafında bir arada tutmaya çalışılmıştır.
Bu maksatla gelişen Osmanlıcılık fikri özellikle Genç Osmanlılar tarafından bir ideoloji olarak geliştirilmeye çalışılmıştır. Böylece Osmanlıcılık Türklerde değişik anlamda da olsa ilk nasyonalizm kavramı olmuştur. Amaç imparatorluk içindeki milletleri eşit siyasi haklara sahip bir Osmanlı milleti olarak tanımlamak ve ortak bir vatan mefhumu etrafında birleştirmekti. Ancak 1908 yılındaki II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İmparatorluğun değişik unsurları arasında görülen kısa bir kucaklaşmanın hemen ardından, Osmanlılık kavramının boş bir ütopya olduğu ortaya çıkmaya başladı.[10] Bu durum Balkan Savaşları sonucunda tamamen netleşmiş oldu.
Hristiyan Balkan uluslarının bağımsızlığı ve Balkan coğrafyasının çoğunun elimizden çıkmasının ardından ülkede halkın büyük bir çoğunluğu Müslümanlardan oluşur hale geldi. Bunun sonucunda da gayrimüslimleri de kapsayan Osmanlıcılık fikri tamamen ortadan kalkmasa da giderek zayıfladı ve artık daha az telaffuz edilir hale geldi.
Osmanlıcılık fikri ile devletin bir arada tutulamayacağını anlayan yöneticiler ve aydınlar arasında bu sefer daha II. Abdülhamit devrinde devletin bir arada tutulmasında uygulanan siyasi bir kavram olan ve artık imparatorluğun ezici bir çoğunluğunu teşkil eden Müslümanları bir arada tutmak düşüncesi ağır basmaya başladı. Bu düşünce, padişahın aynı zamanda halife olması sebebiyle, imparatorluğun en yaygın ideolojik gücü durumuna geldi.  Ancak kısa süre içinde İslâmcılık düşüncesi ile de devleti bir arada tutmanın mümkün olamayacağı ortaya çıktı. Çünkü imparatorluk içerisindeki Türk olmayan Müslüman gruplarda da milliyetçi hareketler giderek güçlenmeye başladı.
Osmanlıcılığı ve Panislâmcılığı ortaya çıkaran unsurların pek çoğu aynı zamanda o dönemde henüz başlangıç hâlinde olan Türk milliyetçiliğinin de gelişmesine yol açmıştır. Bu iki fikir akımının yetersizliklerinin zamanla ortaya çıkması sonucunda Türk milliyetçiliği giderek daha da güçlenmiştir. Bunda 1910 yılından itibaren yoğun bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’na gelen birçok Asyalı Türk aydınının da katkısı olmuştur. Bunlar ayrıca daha çok ülke sınırları içinde sınırlı olan diğer iki görüşün aksine dikkatlerin Rusya, İran ve değişik bölgelerde yaşayan Türklerle bir birlik oluşturma düşüncesine çevrilmesine sebep olmuşlardır. Çünkü söz konusu bölgedeki halklar Türklerle sadece aynı ırka değil aynı zamanda aynı dine de mensuptular.[11]
Artık Osmanlıcılık fikrinin devleti bir arada tutamayacağı anlaşılmış, İslâmcılık fikrinin de Müslümanların birleştirmediği görülmeye başlanmıştır. Tüm bunların etkisiyle çeşitlenen siyasi hayat içinde milliyetçilik akımı II. Meşrutiyetten sonra iyice belirginleşmiş ve değişik hedefleri olan ulusçuluk tartışmalarını başlatmıştır. Bundan sonra Milliyetçilik, kültürel alanda, fikri alanda, siyasi alanda gelişmeye, yayılmaya ve Türklerin kurtuluşu için tek çare olarak görülmeye başlanmıştır.
Bu üç fikir akımının mevcut durum göz önüne alınarak değerlendirilmesi ve Türkçülük veya Milliyetçilik fikrinin en uygun çözüm olduğunun ispatlanmaya çalışılması ise ilk olarak Yusuf Akçura tarafından, Kazan’da yazılıp Mısır’daki ‘’Türk Dergisi’’nde yayımlanan  ‘’Üç Tarz-ı Siyaset’’ isimli yazı ile ortaya konulmuştur. Diğer görüşleri savunanlar tarafından yoğun eleştirilere uğrayan bu yayım tüm olumsuz eleştirilere rağmen milliyetçilik anlayışının daha sonraki gelişiminde oldukça önemli etkiler bırakmıştır.
Akçura bu eserinde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerinin olumlu ve olumsuz (güçlü ve güçsüz) yönlerini açıkladıktan sonra kendi görüşüne göre ülkenin ve milletin geleceği için en uygun çare olacağını düşündüğü Türkçülük hakkında değerlendirmeler yapmıştır. Buna göre; önce Osmanlı İmparatorluğu içindeki Türkler ve az da olsa Türkleşmiş olan diğer Müslüman unsurlar (Türkleştirilerek) ile Türk milliyetçiliği esasında bir birlik sağlanması, müteakiben Asya ve Doğu Avrupa’daki Türklerle birleşerek büyük bir Türk birliği kurulmasına çalışılması en uygun çözümdür.[12]
Milliyetçiliğin oldukça uzun bir zamandır dil, kültür ve fikir alanında etkinliğini sürdürmesine rağmen bu yaklaşım büyük bir siyasi Türk birliğinin kurulmasını ortaya atan sistemli ilk yaklaşım olmuştur. Bu yaklaşım daha sonra; bir yönüyle milliyetçilerin bir kısmının ‘’Turancılık’’ diye ifade edilen Türk birliğini savunmasına yol açtığı gibi diğer yönüyle (Türk çoğunluğu ve azda olsa Türkleşmiş diğer unsurların tamamen Türkleştirilmesi anlamında) de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yeni bir millet oluşturma sürecine etki etmiştir. Yusuf Akçura 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelmiş ve bu fikirlerini ‘’Türk Yurdu Gazetesi’’nde yayımladığı yazılarla geniş kitlelere açıklamaya başlamıştır.
Türk milliyetçiliğinin temelleri dil, tarih ve edebiyat sahasındaki çalışmalarda o tarihe kadar büyük merhaleler kaydetmiş ve kültürel temelleri atılmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris kolu daha 1902 ve 1906 döneminde milliyetçilik görüşünü benimsemiş ve buna göre faaliyetlere başlamıştı.[13] Bunların da etkisiyle milliyetçilik fikri daha hızlı yayılmaya ve teşkilâtlanmaya başladı. Bu dönemde milliyetçiliği savunan birçok yayının yanında birçok cemiyet de kurulmuştur.
Bu sırada Türklerde milleti sosyal bir gerçek olarak ilk defa tarif eden kişi Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp, milleti meydana getiren temel faktörlerin ırk, kavim, coğrafya olmadığını ifade etmiş milletin; dilce ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan topluluk olduğunu belirtmiştir.[14]
Buraya kadar bahsedilmeyen ve oldukça etkili olan diğre bir fikir akımı da Batıcılık’tır.[15] Ancak bu fikir kendi başına milliyetçilik üzerinde müstakil bir etkiye sahip olmadığı gibi diğer fikir akımlarını savunanların da büyük bir kısmı, birbirlerinden oldukça farklı yorumlasalar da, aynı zamanda Batıcılık akımına taraftardırlar. Bu sebeple detaylı olarak bu konudan bahsedilmemiştir.
Milli Mücadele ve Milliyetçilik.
II. Meşrutiyet döneminin Türkçülük faaliyetleri ve bu dönem Türkçülerinin fikir ve düşünceleri Osmanlı Devleti içerisinde günden güne en büyük ve etkin güç olmaya devam ederken, Osmanlı Devleti kendisini Birinci Dünya Harbi içerisinde bulmuştu. Bu savaş esnasında Müslüman Arapların İngilizlerle işbirliği içine girmeleri ve bağımsızlık peşine düşmeleri sonucunda İslamcılık fikri artık daha geri plana atılarak Türkçülük-Turancılık fikirleri ön plana çıkmıştır.
Rusya’da Ekim devrimi’nin ardından Kafkasya’da yeni Türk ve Müslüman devletlerin ortaya çıkması sonucunda, artık Türk olmayan Müslüman Ortadoğu da devletin elinden çıkmaya başlayınca, Türkçülük/Turancılık ideolojisi kapsamında devleti yönetenler Kafkasya’ya doğru ilerleyerek bir çıkış yolu bulmaya çalışmıştır. Fakat Osmanlı Devleti dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı sonucunda müttefikleriyle beraber yenilince bu girişim de akamete uğramıştır.
Savaşın sonunda 30 Ekim 1918 Tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu durum resmiyet kazanmıştır. Böylece öne sürülen bu üç fikrin de (Osmanlıcılık-İslamcılık-Tuarncılık/Türkçülük) ülkeyi kurtaramayacağı ortaya çıkmış oldu.  Fakat yeni oluşan şartlar altında yeni bir milliyetçilik için uygun şarlar ortaya çıkmaya başlamıştı.[16] Bunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan kısımlarının elden çıkmış olmasının ve artık çoğunluğu Türklerle meskûn arazilerin de paylaşılmaya başlamasının etkisi büyük oldu.
Ancak bunda; fikri, siyasi ve hukuki düzeyde en büyük etken, ABD Başkanı Wilson’un daha savaş devam ederken, içinde; ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Türklerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerinin Türklere bırakılacağına’’ dair ilan ettiği prensipler ve daha sonra Lenin’in milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı söylemleri oldu. Nitekim Mütareke’nin hemen ardından, işgal edilmemiş Osmanlı toprakları içinde kalan her bölgede, Osmanlı Devleti sınırları içinde kalmaya devam etmek için bölgelerinde Türklerin çoğunluğu oluşturduğunu tüm dünyaya, özellikle de İtilaf Devletlerine, ispatlamaya çalışan ve isimleri genellikle ‘’Müdafayı Hukuk’’ olan örgütler kurulmaya başlandı. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi bu örgütler, kendi bölgelerindeki Türk halkının Wilson prensiplerine göre hakkını ve hukukunu korumayı amaçlayan faaliyetlere başladılar.
Bu anlayış işgal edilmemiş tüm topraklara yayılarak belirli bir coğrafyaya ve o coğrafya üzerinde yaşayan insanların çoğunluğuna dayanan yeni bir milliyetçilik anlayışının gelişmesine yol açtı. Artık, bu örgütlerin başını çeken milliyetçiler; Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman henüz işgal edilmemiş topraklarda nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu ve bu sınırların yeni Türk sınırları olarak kabul edilmesini isteyen bir milliyetçilik anlayışını savunmaya başladılar.
İşte bu yeni yaklaşım Samsun’a çıkan ve bu anlayışın ülkenin kurtuluşu için tek çare olduğunu her yere duyuran Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki ekibin de başlangıçtan itibaren hâkim ideolojisi haline geldi. Mevcut durumu çok iyi bir şekilde okuyan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki harekete katılanlar, kurtuluşun belli sınırlar içinde bir birlik kurulması esasına dayanan milli gayelere yönelmekle elde edileceği düşüncesine varmışlardı. Bu düşüncenin kısa sürede taraftar bulmasında Türklerin yüzyıllar boyunca idare ettikleri ve dini olarak ta kendilerine denk görmedikleri Yunanlıların İzmir’i ve Ermenilerin de Doğu Anadolu’da bazı bölgeleri işgal etmelerinin halkın duyguları üzerinde yarattığı infial de önemli katkıda bulunmuştur.
Bu dönemde Amasya Tamimi ile başlayıp, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle devam eden ve Ankara’da süreklilik kazanan söylemlerde kullanılan kelimelere dikkat ettiğimizde, milli duyguların ne kadar ilerde olduğu görülmektedir. “Milli istiklâl, Milli Mücadele, Milli Hareket, Milli Zafer, İrade-i Milliye, Hâkimiyet-i Milliye, Kuva-yı Milliye, Misâk-ı Milli, Büyük Millet Meclisi” gibi kelimeler buna en büyük delildir. Bu kelimeler incelendiğinde içerisinde yüksek bir milliyetçilik anlamını taşıdığı görülmektedir.
Ancak; bu milliyetçiliğin belli sınırları ve sınırlamaları vardır. Bir defa bu milliyetçilik yayılmacı değil savunmacı ve bir coğrafya ile sınırlı hedefleri olan bir anlayıştır. Mücadelenin başından itibaren kullanılan söylemlere bakılırsa, kullanılan millet ifadesiyle, sadece etnik anlamda Türkler değil, Türk olmasa bile belirlenen coğrafyada yaşayan tüm Müslümanlar da ifade edilmektedir. Yani ırk temelinden çok belli bir coğrafyada yaşayan aynı dinden ve kültürden insanların birliğini savunmaktadır. Bu durum Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan ve ‘’Irkı ve meshebine bakılmaksızın belirlenen sınırlar içinde yaşayan tüm Müslüman unsurların bir birinden ayrılmaz öz kardeş oldukları’’ hakkındaki kararda da net olarak görülmektedir. Bu milliyetçilik esas olarak Misakı Milli esaslarına göre tam bağımsız bir devlet kurmayı savunan siyasi bir yaklaşımdır.[17]
Bu hareket yabancı devletler ve bu arada işgalci İtilaf Devletleri temsilcileri tarafından da başından itibaren milliyetçi bir hareket olarak görülmüş ve bu şekilde isimlendirilmiştir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Lord Curzon’a çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafta Türk milliyetçiliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır: “Çanakkale Savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, bir ay kadar önce ordu müfettişi olarak Samsun’a varışından bu yana kendisini anti yabancı düşüncenin ve milliyetçi düşüncenin merkezine koymaktadır.”[18]
Bu dönemdeki milliyetçilik söylemi tüm ülkeyi etkilemiş ve yeni Türk milliyetçiliğinin temellerinin oluşturulmasında etkili olmuştur. Bu dönemde İstanbul’da yapılan mitinglerle işgal kuvvetlerinin protesto edilmesi ve arkasından Anadolu’da oluşan tepkiler millet bilincinin ülkenin her yerine yayıldığını göstermektedir. Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’nde alınan kararlar[19], Misak-i Milli kararlan, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı da hep milli bilincin birer ifadesidir. Bu milliyetçilik; vatan, din ve siyasi birlik temelli bir milliyetçilik olmuştur.
Milli Mücadeleyi besleyen Kuva-yı Milliye ruhuna, yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm dininin birleştirici gücünün büyük bir tesiri olduğu bir gerçektir. Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü namazdan sonra açılması ve vatanın her tarafında “Kuran-ı Kerim” ve Buhar-i Şerif okutulması Mustafa Kemal Paşa’ya Gazi unvanının verilmesi ve Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı istiklâl Marşı” Milli Mücadele’de milli birliğin sağlanmasında dinin etkinliğini göstermektedir.[20]
Buradaki milliyetçiliğin diğer bir yönü de Batı devletlerinin sömürgecilik ihtirasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmasıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde başarıyla idare edilen ülkenin bağımsızlık savaşı diğer tüm duygu ve idelojilerden farklı olarak vatanseverlik, vatanı işgalcilere karşı korumak duygusunu işleyerek halkın desteğini harekete geçirmiştir. Bu durum daha sonraları başka milletlere de örnek teşkil etmiştir.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Milliyetçilik İlkesi ve Atatürk.
Milli Mücadele sonucunda, Osmanlı Devleti tarihe karışmış ve yerine yeni bir devlet ve yeni bir sistemle idare edilen Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kurulan yeni cumhuriyet Türklerin çoğunlukla olduğu bölgeler üzerinde kurulmuş milli karakter taşıyan büyük oranda Türklerden oluşan milli bir devlettir. Milli mücadelenin başından beri devam eden milliyetçilik anlayışı cumhuriyet döneminde devletin resmi ideolojisinin de en önemli unsuru olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması daha önce hüküm süren bütün ana politik ideolojileri itibardan düşürmüştür. Osmanlıcılık var oluş nedenini yitirmiş, İslamcılık ve Pantürkizm ise İmparatorluğu kurtarmayı başaramamıştır. Dolayısıyla 1923’ten itibaren Mustafa Kemal yeni Cumhuriyeti milliyetçiliğin birleştirici yeni bir anlayışı ile idare etmek için çaba sarf etmiştir. Zaten Mustafa Kemal Atatürk daha 1921 yılında, Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada; “Ne İslâm birliği ne de Türk birliği bizim için bir doktrin veya mantıklı bir politika meydana getirebilir. Bundan böyle yeni Türkiye’nin, hükümet politikası kendi milli sınırlan içinde Türkiye’nin kendi öz egemenliğine dayanma ve bağımsız yaşamadan meydana gelmektedir.” demiştir.[21]
Bağımsız yaşama, milli sınırlar içinde kalma, milli egemenliğe dayanma fikri, Atatürk’ün Cumhuriyet kurulduktan sonra da savunduğu temel fikirlerdir. Her ne kadar bazı yazar ve arştırmacılar tarafından; ‘’Başlangıçta çok sık vurgulanan ’milli’ ve ‘millet’ kavramlarının dini temelli millet kavramı anlamında kullanılmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal Türkçülüğü ön plana getirmiş ve Türk milliyetçiliğini ortak dil, kültür ve ideal temelinde şekillendirmiştir.’’[22] deseler de Türk milliyetçiliği hiçbir zaman ırk veya soy temelli olmamış, kapsayıcı ve kültürel temelli olmuştur. Ayrıca yeni milliyetçilik tanımı beynelminelcilikten çok Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm insanları tek bir millet çatısı altında toplamaya yöneliktir.
Bunu Atatürk’ün değişik zamanlarda millet ve milliyetçilik ile ilgili yaptığı konuşmalarda da görmek mümkündür. Örneğin onun; ‘’Biz doğrudan milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsiyle meşbu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyette o kadar kuvvetli olur.’’[23], ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.’’ ve ‘’Zengin bir anılar mirasına sahip olan, sahip olunan mirasın korunmasında ve devamı hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden vücuda gelen topluma millet adı verilir.’’[24] şeklindeki konuşmaları buna örnek olarak gösterilebilir.
Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, Atatürk’ün ortaya koyduğu yeni milliyetçilik anlayışının etkisiyle Pantürkizmi savunan Meşrutiyet dönemi Türkçü ve milliyetçi aydınların da fikirlerini, kısmen veya tamamen değiştirmişlerdir.
Mehmet Emin (Yurdakul) kendi şiirlerini yeniden düzenleyerek Turan kelimesi yerine vatan kelimesi kullanmaya başlamıştır. Ahmet Ağaoğlu basın bürosu müdürlüğünü kabul etmiştir. Ağaoğlu bir Fransız gazeteciye “Ankara, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun gösterişinden feragat ederek milliyetçidir. Etnografik Türk sınırları ile tahdit edilmiş mütevazı bir Türk Yurdu kurmayı dilemektedir. Bunun için barışa ve huzura ihtiyaç duymaktadır.” demiştir.[25]
 Yusuf Akçura ise, bir tarih profesörü olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni Pantürkist görüşlerinin gerçekleştiği bir ülke olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Meşrutiyet dönemi Türkçülerinden Tekin Alp da bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçi düşüncelerini benimsemiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan milliyetçilik anlayışı, Türk toplumunun çağdaşlaşmasını öngören ileriye dönük bir milliyetçilik olmuştur. Milli Mücadele yıllarında vatanın savunulması ve kurtarılması şeklinde sadece siyasi bir gaye olarak ele alınan milliyetçilik, Milli Mücadele’nin gerçekleşmesinden sonra anlamı genişleyerek siyasi, kültürel ve ekonomik olmak üzere bütün hayat ve faaliyetlerin hepsini ifade eden bir gaye halini almıştır. Atatürk’ün tabiriyle; ‘’Türk ulusunun yönetiminde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz dikilen ülküdür.’’, ‘’Çünkü, ulusal varlığın temeli, ulusal bilinçte ve ulusal birlikte’’ görülmektedir.[26]
Sonuç.
Tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Atatürk’ün savunduğu milliyetçilik anlayışının, daha önceki Türkçülük ve Turancılık gibi birbirine benzer fikirlerden farklı olarak bazı belirli özellikleri vardır.
Bir defa bu anlayış antiemperyalisttir.[27] Yani her türlü emperyalizme karşı milli bağımsızlığı savunur. Bu anlamda kendisi de barışçı ve savunmacıdır. Emperyalist ve yayılmacı amaçlar taşımaz.
Bu anlayış ayrıca milli sınırlara, yani bir vatan kavramına dayanır. Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde yaşayan herkesi Türk milletinin birer üyesi olarak kabul eder. Irkçı ve ayrımcı değil kapsayıcıdır. Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa devletlerinin çoğunun benimsendiği gibi; vatandaşlık, dil birliği, kültür ve tarih birliği gibi unsurlara dayanır.
Bu anlamda ülke içinde tüm insanların aynı ülkü içerisinde, dini, mezhepsel, etnik vb. ayrımcılıktan uzak olarak bir tek ulus olmanın bilincine varmalarını sağlamaya çalışan, milli birlik ve bütünlüğe büyük önem veren bir anlayıştır. Bu sebeple aynı zamanda laik bir anlayışa sahiptir.
 Millet egemenliği ilkesiyle bağlantılı olarak; halkçıdır, eşitlikçidir ve demokrasiye yöneliktir. Belli bir sınıfa değil ülkede yaşayan halkın tümüne dayanmayı öngörür.
KAYNAKLAR:
Kitaplar:
ACUN; Fatma, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008.
AKÇURA; Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.
Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
CEVİZOĞLU; Hüseyin, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981.
GENTİZON; Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.
GÖKALP; Ziya, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.
İNCEDAYI; Cevdet Kerim, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007.
MERAM; Ali, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969.
KONGAR; Emre, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002.
KUBALI; Nail, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973.
OKUR; Mehmet, KÜÇÜKUĞURLU; Murat, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006.
OLCAYTU;Turhan, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara.
SAFA; Peyami, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011.
Elektronik Yayınlar:
AYIN;Faruk, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.
TDK Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime &guid=TDK.GTS.5484302e846524.25543852.





[1] Faruk Ayın, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.
5484302e846524.25543852.
[3] Ayın, a.g.m.
[4] Ayın, a.g.m.
[5] Ali Meram, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969, s.14.
[6] Meram, a.g.e., s.17.
[7] Meram, a.g.e., s.41-42.
[8] Meram, a.g.e., s.59-60.
[9] Detaylı bilgi için bkz. ‘’Meram, a.g.e., s.69-74.’’
[10] Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, s.66.
[11] Gentizon, a.g.e., s.66.
[12] Detaylı bilgi için bkz.; ‘’Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.’’
[13] Fatma Acun, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008, s.138.
[14] Detaylı bilgi için bkz.: ‘’Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.’’
[15] Turhan Olcaytu, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara, s.48.
[16] Peyami Safa, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, s.90-91.
[17] Nail Kubalı, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973, s. 112.
[18] Mehmet Okur, Murat Küçükuğurlı, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006,s.
[19] Cevdet Kerim İncedayı, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007,s.33-42.
[20] Ayın, a.g.m.
[21] Ayın, a.g.m.
[22] Acun, a.g.e. s.139.
[23] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981, s.32.
[24] Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s.18.
[25] Ayın, a.g.m.
[26] Hüseyin Cevizoğlu, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982, s. 37.
[27] Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002, s.315.

21 Ekim 2014 Salı

Ankara'da yaşayan insanların son günlerde en sık yaşadıkları sorunlar.


Ankara'da yaşayan insanların son günlerde en sık yaşadıkları sorunlar. IŞİD, Suriye, Türkiye, Ankara, Dilenci, Güvenlik, Çocuk, Kadın vb. sorunlar.


Son günlerde Ankara'da sokakta dolaşmaya çekiniyorum. Yanlış anlamayın, kimseden korktuğum filan yok. Sıkıntım sokaklarda giderek artan ve içimi burkan dilencilik olayları. 
Daha dün Kızılay'a gittim. Dolmuştan inip Güven Park'a girer girmez beni kucağında daha bir yaşını bile doldurmamış bir çocukla bir kadın dilenci karşıladı. Çocuğu ile arapça ko-nuşmasından Suriyeli olduğunu düşündüm. Çıplak ayaklarıyla beton zemine, yere oturmuş bu genç kadın içimi burktu. Hava oldukça soğuk olduğundan kadının yanakları ve çıplak ayakları kıpkırmızı olmuştu.

Metro alt geçidinden geçip karşıya çıktığımda eski PTT binası önünde ağzı maskeli halde ve bir kadının kucağında yerde upuzun yatan 18-19 yaşlarında bir genç gördüm. Ankara'ya ameliyat için gelmiş ve yardım toplamak için anası ile birlikte dileniyor. Ama hani biz sosyal devlet olmuştuk. Sağlık hizmetleri bedavaydı. Çağ filan atlamıştık.

Işıklardan karşıya Garanti Bankası'nın bulunduğu tarafa geçtim ve Kolej (Cebeci) istikametinde yürümeye başladım. Bankadan 20-25 metre ilerde yerde bir mukavva üzerine kucaklarında 1-2 yaşlarında yarı çıplak bir çocuk bulunan maksimum 30 yaşlarında bir adam ve kadın gördüm. Önlerinde bir karton üzerinde ''Suriye'liyiz, açız, yardım edin.'' yazıyordu. Adamın üzerinde tişört ve yırtık bir ayakkabı, kadının üzerinde de ince basmadan bir entari vardı. Bir yandan dilenirlerken bir yandan da çocuklarıyla birlikte soğuktan titriyorlardı. 

Biraz ileri gidince ayağında yırtık bir terlik ve üzerinde eski bir tişörtle soğuktan mosmor kesilmiş en fazla 20 yaşlarında bir delikanlıyı oturup dilenirken gördüm. Onun da önünde Suriyeli olduğuna dair benzer şeyler yazan bir kağıt vardı. 50-60 metre ileride de bir başka Suriyeli.

İnsanın bu insanları görüp içi parçalanıyor. Beni ise bu iç parçalanmasına ilaveten üzen başka şeyler de var. 1991-1992 yıllarında Almanya'ya gitmiştim. Orada Afrika'daki iç savaşlardan gelmiş birçok mülteci gördüm. Almanca veya Türkçe bilmediklerinden iletişim sorunları vardı. Ama hemen hepsi İngilizce bildiğinden ne zaman Türk derneği ve camisine gelseler beni bulup dertlerini anlatıyorlar ve yardım istiyorlardı.

Bu sığınmacıların hepsi Alman devletinin kendilerine tahsis ettiği bir bölgedeki apartmanlarda kalıyorlardı. Bu bölgeden şehre çıkarken kapıdaki Alman görevliden izin alıyorlar ve çıkış defterine çıkış saatlerini kayıt ettiriyorlardı. Alman devleti bunların barınma ve yemek ihtiyaçlarını karşılıyor, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için cüzi miktarda bir paraya karşılık gelen fişler veriyordu. Bu sığınmacılar bu fişlerle alışveriş merkezleri ve dükkanlardan alışveriş yapıyorlardı. 

Akşam olunca da kaldıkları yerlere dönmek zorundaydılar. Orada ne başıboş gezen bir sığınmacı, ne de dilenen birini görmedim.

Bizim hükumetimiz neden bu insanları Türkiye'nin her yerine serebestçe gidecek şekilde kontrolsüz ve sahipsiz bırakıyor? Bunların yaptığı dilencilik  bizi etkileyen olumsuz sonuçlardan sadece bir tanesi. Bu insanlar; cinayet, fuhuş, uyuşturucu da dahil her türlü suça da açık bir şekilde yaşıyorlar. Görevliler uyuyor mu? Hükümet neden tedbir almıyor?

Genelde dilencilik, özelde Suriye'den gelenlerin dilenciliği her geçen gün giderek artıyor. Vatandaş aç ve çaresiz olmasa neden dilensin. Suriye'den gelenler belirli bir yaşam şartlarına sahip olsalar neden dilensin. Demek ki ülkemizin durumu giderek kötüye gidiyor. Açlık ve sefalet yayılıyor.

Öyle; bölgesel güç olduk, dünya devleti olduk hikayeleriyle büyük devlet olunmuyor. Büyük devlet olduysak bunun gereğini hükümet ve görevliler yapmak zorunda. Yoksa bu sorun önümüzdeki günlerde onulmaz yaralar açabilecek başka sorunlar yaratabilir. Benden söylemesi....

Saygılar sunarım. 21.10.2014.

26 Eylül 2014 Cuma

Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) Dünyaya Yayılıyor (MU?). Türkiye ne yapmalı?


Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)
Afganistan ve Pakistan'da birçok eski El Kaide militanı ve sempatizanı da dahil olmak üzere çok sayısa gönüllünün IŞİD'e katıldığına dahil haber ve yorumlar son günlerde giderek artıyor.
Görünen o ki önemli liderleri öldürüldükten sonra artık bir tıkanma noktasına gelen El Kaide taraftarları da IŞİD'a katılıyor. Bundan başka eylem yapmakta ve popüler olmakta sıkıntılar yaşayan diğer radikal dini örgütlerin tabanında da IŞİD'e yönelik bir kayma var.
Bu da  giderek büyüyen IŞİD'in önümüzdeki günlerde yeni ve sansasyonel eylemler yapma kapasitesinin artacağı anlamına geliyor.
Bilindiği gibi IŞİD şimdiye kadar Irak ve Suriye alanında, daha çok yerel düzeyde eylemler yapan bir örgüttü. Şimdi, artan popülaritesiyle daha önce uluslar arası arenada asimetrik eylemler yapan diğer örgütlerin kadrolarının bir kısmını devşirmeye başladığına göre eylemlerini bu yeni katılanların tecrübe ve bilgi birikimlerinden de yararlanarak uluslararası düzeyde yaygınlaştırabilir.
Böyle bir durum ise Türkiye'yi doğrudan doğruya etkileyebilecek bir gelişmedir. Çünkü El Kaide örneğinde de gördüğümüz gibi Türkiye bazı sansasyonel eylemler yapmak açısından hem psikolojik, hem teknik, hem altyapı (terörist sempatizanlarının yaşadığı ve faaliyette bulunduğu bir ülke olarak) ve hem de örgüte coğrafi yakınlık açısından en uygun ülkelerden biridir.
Böyle bir eylem ülkemizde huzursuzluk ve iç istirarsızlık yaratarak Türkiye'ye sorun yaratabilir.
Diğer önemli bir husus ta bölgede şu anda hava müdahalesi şeklinde başlamış olan Batılı ülkelerin bölgeye yeni ve köklü müdahalelerini getirebilir. Bu da bölgeyi daha da istikrarsızlaştırarak bizi de derinden etkileyecek yeni bölgesel sorunlar yaratabilir.
Bilidiği gibi bölgeye demokrasi ve istikrar getirmek iddiasıyla Irak'a yapılan ABD müdahalesi sonuçları daha uzun yıllar devam edecek gibi görünen yeni istikrarsızlıkları getirmekten başka hiçbir işe yaramamıştır. Bu istikrarsızlıklar güvenlik, dış politika, ekonomi vb. birçok alanda en çok Türkiye'yi etkilemiştir.
IŞİD militanları arasında birçok Türk vatandaşının da olduğu bilinmektedir. Bu örgütün eylemlerini genişletmesi her açıdan bizi etkileyecektir.
Türk güvenlik güçlerinin gerekli önlemleri almak için örgütün etkinliğini ülkemize de yayabileceğini göz önüne alarak şimdiden tedbir almaları zorunludur.

Saygılar sunarım.

26.9.2014. M.Ç.

IŞİD hakkında başka bir yazı okumak için lütfen tıklayınız.

12 Eylül 2014 Cuma

Derebeylik geri mi geliyor? Sahiller talan ediliyor. Vatandaş uğruna hayatını ortaya koyduğu vatanının deniz kenarlarını kullanamıyor.


Bu yaz sahil kenarında küçük bir köye gittim. Eskiden de hemen heryıl gittiğim bu köy hem tarihi hem de doğal sit alanı olduğu için hala yazlıkçı terörü tarafından harap edilmemiş bir köy. Fakat bu zeytinlikle ilgili yasa sanırım bu doğal sit alanı olma vasfını kaldıracak. Yani köyün ve sahillerin talan edilmesi ve bu arada içine edilmesi süreci başlayacak. Ama ben burada esas olarak bundan bahsetmeyeceğim.
Turizm gelişmese de köyde bazı değişiklikler olmuş. Eskiden rahatça gidip denize girdiğimiz koylara artık o kadar rahat gidilemiyor. Bazı koylar ''Beach'' saçmalığı ile kapatılmış. Ücret ödemeden giremiyorsunuz. Bazılarına ise girmek daha kolay ancak arabanızla giderseniz park ücreti ödemek zorundasınız. Yolun üstüne park etseniz bile.
Bu ne biçim iştir demiyorum çünkü ülke en tepeden en alta kadar talancıların, soyguncuların kontrolüne girmiş. Her vatandaşın ortak malı ve serbestçe kullanabileceği bir alan olan denizlerimiz ve sahillerimiz, hoteller ve yazlıklardan sonra şimdi de beach saçmalığı ve sahile yakın tarlası olan uyanıklar tarafından halkın kullanımına kapatılmış durumda. Denize ulaşmak ve girmek için mutlaka birilerine haraç ödemek zorundasınız.
Ben; Fransa, İspanya, Suriye, Portekiz, Hollanda, Fas ve İngiltere'de sahillere gittim. Bazılarında denize de girdim. Hiç birinde ne hotellerin ne de başka talancıların sahilleri kapattığını görmedim. Bu nasıl bir iştir anlayamıyorum.
Ne doğuda, ne güneyde ve ne de batıda böyle bir şey yokken bizde nasıl oluyor. Dahası, gariban halkımız böyle bir soygunculuğa nasıl tepki göstermiyor. Böyle uysal koyun modunda daha ne kadar her şeye tahammül göstereceğiz? Bu uysallık bizi korkarım ki kendi ülkemizde bir esir veya köleye dönüştürecek.
Saygılar sunarım.

Telefon bankacılığı mı, yoksa telefonda işkence mi?


Bir ay kadar önce kullandığım banka kartlarından birini kaybettim. Hemen bankanın ilgili telefonunu arayarak durumu bildirdim. Bana yeni kartımın adresime gönderileceğini söylediler. Ben; tatilde olduğumu, eve Ağustos sonunda döneceğimi bildirdim ama bir şey söylemediler.
Söylediğim gibi eve Ağustos sonunda döndüm. Yolda olduğum sırada cep telefonumdan beni tanımadığım bir numara aramış. Eve gelip cevapsız aramayı görünce acil birşey için biri aramış olabilir diye bu numarayı aradım. Telefona çıkan kişi; gece vakti aradığım için kısa bir fırça çektikten sonra kendisinin kurye olduğunu ve banka kartımı belirtilen adrese getirdiğini ancak o adreste artık oturmadığımı öğrendiğini, bu sebeple aradığını söyledi. Bunun üzerine kendisine yeni adresimi yazdırdım.
Fakat kart yine gelmedi. Bunun yerine bankadan; yeni adresimi bir baka şubesine giderek veya internetten değiştirmemi bildiren bir mesaj aldım. Bu sırada para çekmek için bankaya gidiyordum. Bankaya gidince şubedeki memura adres değişikliğini yaptırdım. Ancak kartım yine gelmedi. Bunun üzerine bankanın numarasını aradım. Yaklaşık 10 dakika bekledikten sonra biri karşıma çıktı. Durumu anlatınca beni başka bir görevliye yönlendireceğini söyledi. Bunun üzerine ben yine telefonda beklemeye başladım.
Tüm görevlilerin meşgul olduğunu ve lütfen beklememi söyleyen ve bunu her 45 saniyede bir tekrarlayan bir duyuru ile müzik dinlemeye başladım. 10 dakika, 15 dakika derken daha fazla beklemeye başladım.
Okadar uzun süre bekledim ki artık dinlediğim müzikten kulağım çınlamaya ve kulak bölgem ısınmaya başladı. Ama ben yılmayıp beklemeye devam ettim. 45 dakika geçtikten sonra telefonu diğer kulağımı da kullanarak nöbetleşe dinlemeyi akıl ettim. Ama ne fayda. Görevlilerin telefonları bir türlü boşalıp benimle konuşmadılar. Ama inat edip dinlemeye devam ettim. O kadar bekledim ki telefonun şarjı bitti.
Telefonu şarja koyup kurye şirketini aradım. Beni elektronik bir mesaj sesi karşıladı ve bir internet sitesine yönlendirdi. Bilgisayarı açıp bu siteye bağlandım. Ama burada, adresimin değişmesi gerektiği ve bunun için banka şubesine gitmeyi veya internet bankacılığı vasıtasıyla adresi değiştirmem gerektiğinden başka bir şey yazmıyordu. Bu siteye durumu anlatan, bankadaki hesabımı kapatacağımı ve bunun sorumluluğunun telefon bankacılığı ile kurye hizmetinin yetersizliğinden kaynaklandığını bankaya bildireceğimi belirten bir mesaj attım.
Sonra da internet bankacılığından hesabıma girerek orada yazan tüm eski adreslerimi sildim. Yeni adresimi iki defa yazdım.
İlginçtir uzun süredir gelmeyen kartım hemen ertesi gün geldi.
Şimdi merak ediyorum. Bu telefon bakacılığı ne işe yarıyor. Bir email ve bir internet işlemi ile bu kadar kolay halledilebilen bu iş telefon kullanınca neden bir işkenceye dönüşüyor. Eğer bunu düzeltemiyorlarsa bu hizmeti kapatmaları daha iyi değil mi?
Herhangi bir bankacılık işlemi için telefon bankacılığı kullanmayı düşünüyorsanız hemen vazgeçin. Sanki tam siz aradığınız anda bütün Türkiye bu numaraları arıyor ve size bir türlü sıra gelmiyor. En iyisi internet ama telefon etmektense bir şubeye gidip sıra beklemek bile daha iyi.
Hiç olmazsa sağlığınız bozulmaz.

Saygılarımla.

10 Haziran 2014 Salı

Türkiye'nin en büyük dolandırıcılık şebekeleri....Hem de yasal olarak faaliyet gösteriyorlar.


Lafı hiç dolandırmadan söyleyeyim.
Türkiyenin en büyük dolandırıcılık şebekeleri bankalardır.


İnanmayan varsa bunu bir örnekle açıklayayım.
Mesela bankadan 10.000 TL. kredi çekeceksiniz.
Bankanın size söylediği faiz oranı da farz edelim %1.02 olsun.
Bakıyorsunuz diğer bankalara, düşük bir faiz oranı gibi geliyor ve çekmeye karar veriyorsunuz.

Ama o da ne?!....
Banka sizden 250 TL dosya masrafı kesiyor.
Ne dosyasıymış bu böyle?
Altın suyuna batırılmış kağıt mı kullanıyorsunuz?
Diye soruyorsunuz....
Cevap: Beyefendi prosedür böyle....

Tam hadi neyse diyeceksiniz kiiiii....
Bankacı hemen ilave ediyor: 250 TL de hayat sigortası var!

Haydaaa....
10.000 TL oldu mu 9.500 TL.

Faiz diye ödediğiniz parayı 9.500 TL üzerinden hesaplayınca faiz 1.073'e çıkıyor siz farkına varmadan.

Sonra da son darbeyi vuruyor banka memuru: Eğer 2 adet faturayı bizim banka üzerinden ödemezseniz aylık 10. TL civarında hesap işletim ücreti kesilecek.....

Kardeşim bana ne hesap işletim ücretinden!....
Hesap açma bana öyleyse!....
Böylece işletmek zorunda kalmazsın o hesabı.
Ben de her ay parayı getirip elden öderim.

Ama olmaaaaz.
Prosedür böyle.....

4 yıl için çektiyseniz parayı eğer, hesap işletim ücreti de 4 yılda 400 TL civarında.
Bunu da çıkarın ana paradan...
9.100 TL kalıyor elinizde.
Bu paraya göre ödeyeceğin fazi de otomatik olarak yükseliyor.
Çünkü sen 10.000 TL. üzerinden fazi öderken eline geçen 9.100 TL.

Şimdi de toplam kesintilere faiz açısından bir daha bakalım.
900 TL kesinti, 10. 000 TL olarak çektiğiniz paranın yüzde kaçı?
%9'u değil mi?
Yani banka sizden %5'i peşin %4'ü taksitle toplam %9 para kesiyor.
Bunun adı da faiz değil ya sen de yiyorsun.

Şimdi tekrar hesaplayalım.
Banka parayı çekerken %5 para kesiyor.
Sonra aylara bölünmüş olarak ödenecek şekilde paranın %4'ünü daha kesiyor.
%1.02 diye seni aldatarak çaktırmadan aylık %1.073 fazi kesiyor.
Aylık %1.073 fail yıl bazında %12.9 civarında yapıyor.

Bileşik faiz hesaplarına hiç girmeden kabaca hesaplayalım.
 %1.073+%5+%4+%12.8=Yıllık bazda toplam ödediğiniz faiz %22.87 (Halbuki siz %12.8 faiz ödediğinizi sanıyorsunuz.)
Bunu kabaca aylara bölersek sonuç %1.9 dan fazla. Yani siz aylık bazda %1.02 faiz ödediğinizi sanırken aslında %2 civarında faiz ödüyorsunuz.

Bu rakamlar aslında daha yüksek çıkar.
Biz burada kabaca bir hesaplama yaptık.

Şimdi size soruyorum...

Peki bu sahtekarlık değilde nedir?
Bu dolandırıcılık değil de nedir?
Faiz oranları çok düştü diyerek halka yalan söylemek yani yalancılık değil de nedir?

Ben İngiltere'de bir süre yaşadım.
Orada da bankadan kredi çektim.
Benden ne hesap işletim ücreti aldılar, ne de dosya masrafı....

Eğer bu konuda uluslararası bir bankacılık kuralı olsa para düşkünü İngilizler bu paraları kesinlikle alırdı.

Demek ki sadece bizim bankalarımız, aynı politikacılarımız gibi, bizim halkımızı keriz yerine koymayı kendilerinde bir hak görüyorlar..

 Milletin gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar...

Açıkçası milleti dolandırıyorlar.....

Hem de yasal olarak....

Politikacılar ne yapıyor?

Ses çıkarmıyorlar...

Çünkü milleti uyandırmaya gelmez...

Sonra bunlar kendi sahtekarlıklarının da farkına varabilir...

Peki ne yapılabilir?

Bankadan para çekmek çoğu insan için mecburiyet durumunda...

Malum borç harç gırtlağa kadar...

Ben diyorum ki ülke çapında bir protesto bu işi çözer....

Örneğin 3 ay boyunca Türkiye'de hiç kimse kredi borcunu ödemesin...

Veya bu bankaların haksız kesintilerini son taksit geldiğinde oradan kesip ödemesin...

Bankalar bununla kesinlikle başa çıkamaz ve dolandırıcılıktan vazgeçerler...

Herkesi mahkemeye verecek değiller ya...

Veren banka olursa herkes o bankadaki hesabını kapatsın...

Unutmayalım...

Bizim bankalara muhtaç olduğumuz kadar bankalar da bize muhtaç...

Hatta daha fazla.

Çünkü insan kendini sıkarsa banka olmadan yaşayabilir...

Ama bankalar biz olmadan yaşayamazlar....

Bunu okuyan herkes yayılmasına da aracılık ederse eğer, en azından bir kamuoyu oluşur bu konuda...

Şimdiden teşekkürler...

Saygılar sunarım...

10.06.2014

27 Mayıs 2014 Salı

Atatürk'ün (Mustafa Kemal Paşa’nın), Samsun'a neden çıktı?


             Mustafa Kemal Paşa’nın, 16 Mayıs 1919 Tarihine Kadar İstanbul’da Yaptığı Faaliyetler.
Adana’dan trene binen Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918 tarihinde, Haydarpaşa Tren İstasyonuna varır. İstanbul’da işgal kuvvetleri gemilerini görünce çok üzülmüştür. Kendisini karşılamaya gelen Doktor Rasim Ferid (Talay)’e; ‘’İstanbul’a gelmekle hata ettiğini, Anadolu’da kalmasının daha iyi olacağını söyler.[1]
Mustafa Kemal Paşa, aynı gün Pera Palas hoteline yerleşir. Birçok yabancı gazeteci ve Ordu mensubu da bu hotelde kaldığından veya yemek için buraya geldiğinden hotelde çok değişik insanlarla görüşme imkânı vardır. Ertesi gün, hotelde bulunan Daily Mail gazetesi muhabiri ile kendi talebi üzerine bir görüşme yapar. Aynı gün Fethi ve Rauf Beylerle buluşur.[2]  Onlarla birlikte; ‘’Yakında sizinle işbirliği yapmayı ümit ediyorum. İstanbul’a gel, sana ihtiyacım var.’’ diyerek Adana’dan kendisini İstanbul’a çağıran Ahmet İzzet Paşa’yı konağında ziyaret eder. Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım’da, sadrazamlıktan istifa etmiş, yerine Tevfik Paşa hükumet kurmakla görevlendirilmiştir. Mustafa Kemal’in de bu yeni hükumette Harbiye Nazırı olacağı konuşulmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, İzzet Paşa’ya istifa etmesinin uygun olmadığını söyler. Tevfik Paşa’nın güvenoyu almasını Meclis-i Mebusan’da engelleyerek İzzet Paşa’nın tekrar hükumet kurmasını ve kendisinin de bu hükumette görev almasını önerir. Bu amaçla büyük gayret sarf etmelerine rağmen Tevfik Paşa hükumeti güvenoyu alır.[3]  Harbiye Nazırı ise Ali Rıza Paşa olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, fahri yaveri olduğu padişahla görüşmek için de girişimlerde bulunur. 15 Kasım günü, Dolmabahçe Camii mahfilinde, görüştüğü Padişah’a hükumette yer almak düşüncesini iletip önerilerde bulunmayı umarken, kendi iktidarı derdine düşmüş olan padişah Ordu’nun kendisine sadık kalıp kalmayacağını anlamaya çalışır. Ondan Ordu’daki arkadaşlarını teskin etmesini ister. Padişah, İtilaf Devletlerinin kendisini tahttan indirebileceğini de düşünmektedir.
29 Kasım tarihinde padişah ile ikinci defa görüşür. Devleti bulunduğu tehlikeli durumdan kurtarmak için alınması gereken tedbirleri söylemeyi planlamaktadır. Fakat bundan da bir sonuç alamaz. Tam aksine padişah ile uzun süre beraber kalmasından dolayı; ‘’Padişah’ın kendisi ile meclisi dağıtmak için fikir alışverişinde bulunduğu, Mustafa Kemal’in kendisini tasvip ederek ordunun da aynı fikirde olduğu ve arkadaşları adına söz verdiği’’ şayiaları yayılır.
Bu arada değişik çevrelerden birçok kişi ile görüşmeler yapmaktadır. 20 Kasım günü, Anzak Kolordusu Komutanı İngiliz General William Birdwood’un daveti üzerine Çanakkale Muharebelerinin tartışıldığı bir görüşme yaparlar.
Hotelde kaldığı sırada Halep’ten tanıdığı Salih Fansa ile karşılaşır ve onun daveti üzerine Fansa’nın Beyoğlu’ndaki konağına taşınır. Burada da yaveri Cevat Abbas dâhil çeşitli arkadaşları ile görüşmelerine devam eder.
Basına, politikayla ilgili demeçler verir ve bu demeçlerde İngilizler hakkında kontrollü bir dil kullanır. Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası ile ilişki kurar. İttihatçılardan İsmail Canbulat, Kara Kemal, Sevkiyatçı Rıza ile de yakın ilişki içine girer.[4] 
Mustafa Kemal Paşa, bir süre sonra, Şişli Halaskar Gazi Caddesi’nde bir ev kiralar ve oraya taşınır. Ev, İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanlığı binasının karşısındadır. Annesi ve kız kardeşi de bu eve taşınırlar.
Bu dönem içinde, İstanbul’a çağırılan Kazım (Karabekir) Paşa ile de iki defa görüşür. Bu görüşmelerde Kazım Paşa, ‘’kurtuluşun Anadolu’da olduğunu düşündüğünü’’ belirtmektedir. Kazım Paşa, 23 Aralık tarihinde, Tekirdağ’da bulunan 14’üncü Kolordu Komutanlığı’na atandığından İstanbul’dan ayrılır.[5] 
Mustafa Kemal Paşa, Padişah ile üçüncü görüşmesini, 20 Aralık tarihinde, Yıldız Hamidiye Camii’nde yapar. Bu görüşmede ne konuşulduğu bilinmemekle birlikte o dönemde Meclisi Mebusan’ın kapatılması ile ilgili olduğu iddiaları yayılır. Bunda ertesi gün (21 Aralık), padişahın Meclisi Mebusan’ı dağıtması da etkili olmuştur. Anlaşılan padişah, Abdülhamit gibi tüm gücü elinde toplayıp ülkeyi saraydan idare etmeye niyet etmektedir.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da kaldığı süre içinde, Padişah ile toplam en az beş kez görüşmüş ve padişah ile irtibatı kesmemeye özen göstermiştir. Dördüncü ve beşinci görüşmesi 12 ve 16 Mayıs tarihlerinde olmuştur.
20 Aralık günü İstanbul’a gelen Ali Fuat Paşa, kendisini evinde ziyaret eder. Gün boyu tartıştıktan sonra akşam saatlerinde şu sonuca varırlar: ‘’Çıkar tek kurtuluş yolu, bir milli mukavemet hareketi oluşturmaktır. Ordu ve millet el ele vermeli ve beraberce hareket etmelidir.’’ Bunun için de şu hareket tarzlarını tespit ederler: ‘’Askerin terhisini derhal durdurmak, silah, cephane ve teçhizatı düşmana teslim etmemek, genç ve yetenekli komutanları birliklerin başına tayin etmek, milli mukavemete taraftar idarecileri iş başına getirmek, particiliğe ve parti kavgalarına son vermek, halkın maneviyatını yükseltmek.’’ Bunları yapabilmek için de, Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nazırı olmasının temin edilmesi gerektiğini düşünürler. Bu sıralarda Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa, İsmet Bey ve görüştükleri birçok arkadaşlarında hala, iyi bir hükumet ile mevcut duruma bir çözüm bulunabileceği inancı bulunmaktadır.
Bir süre sonra, Akaretler Yokuşu’ndaki evini İtalyan askerleri basar. Evi aramak isterler. Paşa, İtalyan elçiliğini arayarak kimliğini açıklar ve yapılan yanlışın düzeltmesini ister. Elçilikten verilen talimat üzerine İtalyan askerleri evi terk eder. Birkaç gün sonra da İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bu evin İtalyan korumasında olduğu ve dokunulmaması gerektiği yazılan bir levha getirilerek eve asılır. Anlaşılan İtalyan elçisi, Mustafa Kemal Paşa’yı gelecekte kendi planları için değerlendirmeyi düşündüğünden diğer İtilaf Devletlerine karşı korumaya karar vermiştir. Ancak birkaç gün sonra İngiliz askerleri tarafından ev tekrar aranır. O sıralarda Mustafa Kemal Paşa hala Harbiye Nazırı olmak için çaba göstermekle meşguldür.
Ancak, 30 Ocak 1918 tarihinde, Mustafa Kemal’in arkadaşlarının da içinde bulunduğu 35 kişi tutuklanınca siyasi faaliyetlerini azaltarak askeri faaliyetlere ağırlık vermeye başlar.[6]
Mustafa Kemal Paşa’nın bu dönemde, Sadrazam Tevfik Paşa’yı kendi şoförüne kaçırtarak hükümeti devirmek maksadıyla Fethi, İsmail Canbulat, Kara Kemal ve Rauf Bey ile bir ihtilal komitesi kurduğu ve bu çabaların Ocak 1919 tarihine kadar sürdükten sonra bundan vazgeçildiği iddiaları da bulunmaktadır.[7]
Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşa, amaçlarına ulaşmak için, hükumetle işbirliği yollarını aramaktadırlar. Ali Fuat Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı dâhiliye nazırı Mehmet Ali Paşa ile tanıştırır ve kendisine uygun bir görev verilmesi için yardımlarını talep ederler. 1919 yılının Şubat ayına geldiklerinde artık bu tür girişimlerden bir sonuç çıkmayacağına ve Anadolu’ya geçip orada bir milli mukavemet teşkil etmek gerektiğine karar vermişlerdir. Fakat görüştükleri üst rütbeli subaylardan sadece Rauf (Orbay) ve Refet (Bele) ile birkaç Tümen komutanı ve kurmay subay Anadolu’da vazife almayı kabul etmektedir.
Bunun üzerine, Mustafa Kemal Paşa’ya, geniş yetkileri olan bir görev temin ederek Anadolu’ya geçmesi için gayret sarf etmeye ve Ali Fuat Paşa’nın Konya Ereğlisi’nde bulunan kolordusunun başına giderek kolorduyu Ankara’ya taşımasına karar verirler. Bu kararı verdiklerinde üç kişidirler; Mustafa Kemal, Ali Fuat ve Rauf Bey.
Bu arada, Tevfik Paşa kabinesi istifa eder. Fakat görev yine kendisine verildiğinden 12 Ocak tarihinde hükümet tekrar kurulur. Bu kabine göreve başlar başlamaz, eski İTC mensuplarının tutuklanarak yargılanmasına başlanır. Fakat kararsız tavırları ile hiç kimseyi memnun edemeyen Tevfik Paşa, 3 Mart tarihinde istifa eder ve 4 Mart günü Damat Ferit Paşa hükumet kurar.
Partileri kapanınca örgütsüz ve savunmasız kaldıklarını düşünen İTC mensupları, gelişmeler karşısında harekete geçerler. 3 Mart 1919 tarihinde, eski İTC mensuplarınca ‘’Teceddüt Fırkası’’ kurulur. Fırkanın milletvekillerinden oluşan grubunun başkanı Fethi Bey’dir. Fethi Bey daha sonra Minber isimli bir gazete çıkarır ve Osmanlı Ahrar Fırkası’nı kurar. Mustafa Kemal Paşa, bu gazeteye ortak olur, yazılar yazar ve bu siyasi yapılanmadan bir sonuç alınıp alınamayacağını araştırır. Fakat parti bir ilerleme kaydedemez.
Bir müddet sonra İngilizler, ‘’Eski İTC mensubudur.’’ diyerek bazı aydınları tutuklamaya başlarlar. Bu arada Fethi Bey de tutuklanır. Mustafa Kemal ise, muhtemelen çeşitli çevrelerle ve bu arada sarayla geliştirdiği ilişkiler sayesinde tutuklanmaz.
Ali Fuat Paşa, 27 Nisan tarihinde, kolordusunun başına gider. Mustafa Kemal Paşa, hemen her gün Rauf Bey ile görüşmelerine devam eder. Rauf Bey etkili bir İTC mensubu olduğundan İTC’nin İstanbul’daki çevreleriyle de irtibat halindedir. Mustafa Kemal Paşa İTC’nin kurucularından Ayan Reisi Ahmet Rıza Bey ile de gizli görüşmeler yapmaktadır.
Fethi Bey’in tutuklanmasından sonra bazı gazetelerde Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’in de tutuklanması ile ilgili haberler çıkmaya başlar. Bir gün, İsmet Bey ile evinde buluştuklarında, ‘’hiçbir salahiyet ve sıfat olmadan Anadolu’ya giderek bir milli hareketin başlatılması için neresinin uygun olduğunu’’ tartışırlar. Anadolu’ya gitmek fikri kafasında oldukça güçlenmiş durumdadır. Ancak daha gitme kararı kesin değildir.
İzmir’in Yunanistan’a verileceğini öğrenen İtalyanlar, Ege Bölgesi’nde Yunanistan karşıtı bir hareket başlatmaya çalışmaktadırlar. Sforza, bu maksatla bazı kişilerle görüşmüş, onlar da; Mustafa Kemal Paşa’nın, bir Yunan işgaline karşı askeri direniş yapabilecek en uygun kişi olduğunu söylediklerinden kendisini evine davet etmiştir. Bu görüşmede Kont Sforza, kendisini kazanmak için olsa gerek, İngilizlerin bazı generalleri tutuklamasını ima ederek kendisini korumak için İtalyan elçiliğinin emrinde olduğunu bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Kont Sforza ile, en az bir defa daha görüşmüştür. Sforza’nın ülkesine gönderdiği raporlara göre; ‘’Mustafa Kemal ve arkadaşları (o onlara İttihatçılar diyor) Türkiye Birleşik Devletleri’ni kurmak için hazırlanıyorlar. Azınlıklara geniş haklar verecekler. Eğer Avrupa kontrolünden kurtulmak istiyorlarsa, İtalya ve diğer Batılı devletlerden müşavir tayin etmeleri gerektiğini kendilerine söyledim. Tek başlarına iktidara gelirlerse, İtalya’nın desteğini talep ediyorlar.’’ diyordu. Sforza anılarında ise; ‘’1919 yılı başlarında, İngiliz ajanları Mustafa Kemal’i Malta’ya sürmeyi planlıyorlardı. O, bundan haberdar oldu ve desteğime güvenip güvenemeyeceğini sordu. Ben de ona; elçilikte bir dairenin emrine amade olduğunu söyledim. Bu öğrenildi ve İngilizler diplomatik karışıklığa sebep olacak bu girişimde bulunmadılar.’’ diye yazmaktadır. 
Mustafa Kemal Paşa, bir başka yabancı şahıs olan, Fransız elçiliğinde görevli İskoç Presbiteryen Kilisesi Papazı Robert Frew ile de görüşmüştür. Fakat görüşmede neler konuşulduğunun detayları bilinmemektedir.
Kazım Karabekir Paşa, 24 Şubat 1919’da, Erzurum’daki 15’inci Kolordu’ya tayin olduktan sonra 11 Nisan günü Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey ile ayrı ayrı görüşür. Rauf Bey’e; ‘’İstanbul’da bir şey yapılamayacağını, herkesin Anadolu’ya, tercihan da Şark’a gelmesi gerektiğini’’ bildirir. Rauf Bey de; ‘’Kendisiyle hemfikir olduğunu, Mustafa Kemal Paşa’nın da aynı şekilde düşündüğünü, yakında kesin kararın verileceğini’’ söyler. Kazım Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya ise; ‘’Doğu’da değişik adlar altında toplanmış olan kuruluşları birleştirerek Erzurum’da bir karşı koyma merkezinin yaratılmasının ve Milli bir Türk hükumetinin temellerini kurarak buradan harekete geçilmesinin yerinde olacağını’’ söyler.[8]
Nisan 1919’da, İşgal Orduları Komutanlığı’nca; Samsun ve civarında Rum çetelerinin yaptığı terör olayları ve buna Türklerin gösterdiği reaksiyondan dolayı ortaya çıkan çatışmaların önlenmesi için tedbir alınması istenir. Osmanlı hükumeti de bu tür asayiş olaylarının tüm Anadolu’da yaygın olduğunu değerlendirerek tüm bunlara çözüm olur ümidiyle, ‘’Ordu Müfettişliği’’ sistemini tesis eder. Kurulan müfettişliklerden birine, Ali Fuat Paşa’nın babasının da desteğiyle, Mustafa Kemal Paşa’nın, atanması sağlanmaya çalışılır. Daha önce tanıştığı dâhiliye nazırı Mehmet Ali Bey’in aracılık etmesiyle Damat Ferit Paşa ile tanıştırılır. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta; ‘’Genelkurmayda çalışan ve amacından bir dereceye kadar haberdar olan bazı kimselerle görüştüğünü, müfettişlik görevinin kendisine verilmesinin onlar tarafından sağlandığını’’ belirtmektedir.[9] Böylece, Ordu bölgesindeki bütün askeri birliklerle sivil makamlara emir verme, bölgesine komşu askeri birlikler ve sivil makamlarla irtibat kurma gibi geniş yetkiler ve büyük bir karargâh heyeti ile 9’uncu Ordu Müfettişliği görevine atanır.[10]
Bu sıralarda, Şakir Paşa’dan sonra Harbiye Nazırı olacak olan Cevat (Çobanlı) Paşa ve Fevzi (Çakmak) Paşa, Mütareke’den sonra ülkenin bazı bölümlerinin işgal edilebileceği görüşünden hareketle neler yapılabileceği konusunda sık sık tartışmaktadırlar. Bu toplantılara zaman zaman Mustafa Kemal Paşa da katılmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, Cevat Paşa ve Fevzi Paşa gibi başta İsmet Bey olmak üzere güvendiği birçok kişi ile de benzer toplantılar yaparak bu toplantılarda bazı ortak kararlar almaktadır.[11] Nisan 1919 tarihinde bir araya gelen Mustafa Kemal, Cevat (Çobanlı) ve Fevzi (Çakmak) Paşalar ile de yapılacak şeyler hakkında genel bir mutabakata varırlar. Bu mutabakata göre; ‘’ordu müfettişliklerinin biran önce kurularak ordunun emir ve komutasını ele almak ve yeniden düzenlemek, mümkün olduğu kadar silah, mühimmat ve cephaneyi Anadolu’da depolayarak İtilaf Devletleri’ne teslim etmemek, İstanbul’daki hükumet, İngilizlerin elinde esir durumda olduğundan Anadolu’da milli bir idare vücuda getirmek, ortaya çıkmakta olan milli galeyandan yararlanarak milli kuvvetler teşkil etmek ve kurulacak milli idarenin bu kuvvetlere dayandırılmasını sağlamak, müdafaa ile birlikte saldırganlara karşı saldırı ile cevap vermek’’ esasları kabul edilmiştir.[12]
Tüm bunlardan da anlaşıldığı gibi Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a gelirken hükumette bir görev almak, Harbiye Nazırı olmak ve siyasi olarak etkili duruma gelmeye çalışmak niyetindedir. Bunun için çeşitli girişimlerde bulunup başarısız olunca, siyasi parti kurmaktan gazeteciliğe kadar değişik denemelerde bulunmuştur. İstanbul’da, başta padişah olmak üzere değişik askeri ve sivil şahıslarla görüşmüş, İngilizlerce tutuklanmamak için onlara karşı kontrollü bir dil kullanmış, bunun için İtalyanlarla bile irtibata geçmiş ancak sonunda İstanbul’da bir şey yapılamayacağı kanaatine varmıştır. Bazı İTC mensupları da dâhil olmak üzere genellikle cephelerden gelerek Harbiye Nazırlığı emrine girmiş eski ordu ve kolordu komutanları ile ülkenin kurtuluş çarelerini tartışmış ve onların çoğunun da aynı fikirde olduğunu görerek Anadolu’ya geçmenin yollarını aramıştır. Bu kapsamda mücadelenin genel esaslarını bu kişilerle konuşup tespit etmiş ve onlarla bir takım sözlü anlaşmalar yapmıştır. Tüm bu hazırlıkların sonunda ortaya çıkan Ordu Müfettişliği kurulması kararından da faydalanarak geniş bir kadro ve geniş yetkiler ile Samsun’a hareket etmiştir. Yola çıkarken elinde ana hatları ile belirlenmiş bir program, İstanbul’la haberleşmede kullanacağı gizli bir şifre ve geride kalan bazı kişilerle yaptığı sözlü anlaşmalar vardır.




[1] Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, 1’inci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991, s.337.
[2]  Yalçın, a.g.b., s. 13.
[3] Yalçın, a.g.b., s. 13-14.
[4] Yalçın, a.g.b., s.14-16.
[5] Taşkıran, Cemalettin, Milli Mücadele’de Kazım Karabekir, AAM, Ankara, 2008, s.44
[6]   Yalçın, a.g.b., s.15-18.
[7] Yalçın, a.g.b., s.15-16.
[8]  Taşkıran, a.g.e s.46-47.
[9] Nutuk, a.g.e., s.23.
[10] Aydemir, a.g.e., s.356-402.
[11]  Nutuk, s.47. Ayrıca Bkz. Aydemir, Şevket Süreyya, İkinci Adam, 1’inci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, s.124-126.
[12]  Türkmen, Yeni Devletin Şafağında…, s.11.