Ordudaki
Değişim Sürecinde Ortaya Çıkan Gelişmeler, 2. Meşrutiyet Döneminde Ordu Siyaset
İlişkileri ve Bunun Cumhuriyet Dönemine Yansımaları.
Özet:
Türk tarihine kısaca bakıldığında ordunun siyasal hayatta
her zaman merkezi bir rol oynadığı görülmektedir. Toplumun askeri bir sistem
içerisinde örgütlenmesinden kaynaklanan bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun
devlet merkezinde konuşlu merkezi, daimi bir ordu kurup devleti ve toplumu
merkezi bir sistem olarak örgütlemesiyle yeni bir boyut kazanmıştır.
Devletin en organize unsuru olan bu askeri gücü bundan
sonra her zaman iktidar mücadelesinin içinde olmuş ve belirleyici bir rol
üslenmiştir. Padişahların ve devletin en tepesindeki yönetim mekanizmasının
zayıflaması ile hem merkezde hem de çevrede yeni güç odakları ortaya çıkmış,
ordu bazen bunlara karşı merkezin yanında yer alırken bazen de bunların bir
kısmıyla işbirliği içinde yönetime müdahalelerde bulunmuştur.
Bu darbelere bakınca bunların genellikle Osmanlı
İmparatorluğu’nun iç dinamiklerinden kaynaklanan girişimler olduğu
görülmektedir. Darbeler genellikle başta ulema olmak üzere devletin üst
kademelerindeki hiziplerin kışkırtması ile merkezi ordu tarafından siyasete
müdahaleler şeklinde gerçekleşmiştir. Bu isyan ve darbelerin temelinde siyasi ve ideolojik bir dayanak bulunmamakta, darbe ile amaçlanan
yönetim değişikliği gerçekleşince ordu tekrar kışlalarına dönmektedir.
Darbelerin hedefinde daima kişiler olmuş, o kişilerin bulunduğu makamlar ve
yetkileri sorgulanmamıştır.
Ancak 3’üncü Selim’in başlattığı ve 2’nci Mahmut
zamanında gerçekleştirilen köklü yenileşme hareketlerinden sonra durum tamamen
değişmiştir. Padişah eliyle klasik güç merkezleri ve ulemanın etkisiz hale
getirilmesi ve merkezi bir devlet yapısı ile güçlü bir bürokrasi
oluşturulmasından sonra devlete bu bürokratlar hâkim olmuş, mücadele de bunlar
ile padişah ve bunların kendi aralarında meydana gelmiştir. Bu bürokratlar
siyasi olarak modernist ancak otoriter bir düzenin temellerini atmışlar ve
devleti bu çerçevede yönetmişlerdir.
Ancak eğitim sisteminin yaygınlaşması, Avrupa’da meydana
gelen devrimler, çeşitli fikir akımları vb. sebeplerle hürriyet, demokrasi,
vatan, millet gibi kavramları ön plana çıkaran yeni bir aydın sınıfı oluşmuş,
bunlar da hem padişaha hem de otoriter bürokratik yönetime karşı muhalefete
başlamışlardır. Bu dönemde ordu henüz doğrudan siyasetin içine girmemiş ancak
bazı generaller sivil bürokrat ve aydınlar ile birlikte siyasi olayların içinde
bulunmuşlardır.
Bu dönemden sonra muhalefet hareketlerinin hedefi
doğrudan padişahlık makamı ve onu simgeleyen sistem olarak gelişmiş, yönetimde
bulunanların yetkilerinin sınırlandırılması yönünde hareket edilmiştir. Balkanlardaki
ayrılıkçı hareketler, dünya konjonktüründeki değişiklikler gibi faktörlerden de
etkilenen eğitimli genç subaylar giderek politik akımlara daha fazla rağbet
göstermeye başlamışlardır. İsyan ederek tekrar meşrutiyeti getiren subaylar;
ortaya çıkan karşı devrim hareketleri ile çok zor duruma düşmüş fakat gerçekleştirilen
silahlı baskın ve darbe ile siyasetin merkezine hâkim duruma gelmişlerdir.
Bu dönemde dışarıdan gelen fikirlerden de etkilenen
askerlerde kendilerini devletin ve milletin kollayıcıları ve kurtarıcıları
olarak görme eğilimi başlamıştır. Bu durum kurtuluş savaşı sırasında da devam
etmekle birlikte ordu siyasetin olabildiği kadar dışında tutulmaya
çalışılmıştır.
Cumhuriyetin kurulması ile güçlü bir bürokrasi ve tek
parti teşkilatı vasıtasıyla ordu siyasetten daima uzak tutulmuş, siyasete
hiçbir zaman müdahale edecek kadar bağımsız davranmamıştır.
Ülkede çok partili siyasi sisteme geçilmesinden sonra
ortaya çıkan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar ve kendi aralarında amansız
bir mücadeleye girmiş olan politikacılar sayesinde orduda tekrar statükoyu
koruma yönünde darbeci refleksler ortaya çıkmış, bu durum 1970 ve 1980
yıllarında da aynı gerekçelerle harekete geçmiştir.
1990’lı yıllarda siyasette dinin ağırlık kazanması, artan
terör olayları vb. sebeplerle ortaya çıkan istikrarsız durumda ordu tekrar
koruyucu-kollayıcı reflekslerle statükoyu korumak için harekete geçmiş,
siyasete müdahale etmiş ve darbe yapmadan, basın, burjuva ve diğer siyasi
partiler vasıtasıyla hükumeti değiştirebilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Silahlı Kuvvetler, Darbe, Ordu,
Yeniçeri, Muhtıra, Modernizm, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti,
Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti.
Abstract: When you look back to Turkish History,
you may see that The Army have always played a dominant role on political life.
This situation that based on ‘’organising of all population in a military
system’’took on a new dimention after Ottoman Empire constituted a central
professional Army, deployed it in the capital city and organised the nation and
tahe state in a centralist system.
This Professional armed force that was the most organised
element of the state had always attend in power struggle and played a decisive
role. While the sultans and the governance organisation started to
weaken new Powers erased both in the center and other provinces. The Army, some times had stood by the central
goverment against these new Powers, sometimes collaborate with some of them to stage
a coup against the central goverment.
When we investigate these military coups we can see that
these attempts are usually erased depending on the inner Dynamics of Ottoman
Empire. The military coup detats generally held as interventions to
policy by central army with the encouragement of Ulema and political cliques. Generally there were no ideological basics
of the rebellions and coup detats. When They achieved their goals Army went
back to its' barracks. The target of
military coups had always been persons, the posts and authority had never been questionized.
But, after the radical reforming movements started by Selim the 3’rd and achieved during sultanate of Mahmut the 2’nd,
the situation has totaly been changed.
After the classical centres of power and ulema passivated by the sultan
and created a central state structure with a powerfull bureaucracy, the bureaucracy
dominated the goverment, struggle for
power began to become between the bureaucrats and sultan or between bureaucrats. These bureaucrats were politically modernist
but authoritarian and ruled the state in that manner.
However, because of the widespread of education system, with the effects of the revolutions in Europe
and idealogical movements a new intellectual group who focused on the notions
like freedom, democracy, homeland, nation occured and began to oppose to
sultan and the bureaucratic manegement. During this era army hadn’t intervene
the political life yet but some generals in cooperation with some bureuacrats
attended in to political movements.
After this period the target of the opposition movements started to become directly the position of sultans and the political system
that symbolize their autority and they moved to delimitate their autority. Young officers who had been affected from the seperatist nationalist movements in Balkans and cyclical chances in the World, increasingly started to demand
in political movements. Officers who achieved to bring constitutional system
after uprising against the sultan, had fell in to a very dagerous situation
when a counterrevolution occured but after
an armed raid they gained a dominant position on the center of the policy.
İn this era with the influence of ideological movements
abroad, officers started to feel themselves as the defender and liberator of
the nation and the state. Athough this feeling was going on during the
independent war, army could have been warded off from the political life.
After the foundation of teh Republic, with a mono party
system and powerful bureaucracy The Army always had been kept away from policy,
and it couldn’t have ever behaved as independednt as to intervene politic
relations.
After multy party system began, a huge economic and
politic instability emerged but political parties couldn’t have foundnd any
solution for these problems because of the strict conflicts between eachother,
because of this stuation new reflex of military coup detat, to the protect the status quo, started to awake in the
Army, and this reflex acted in 1970 and 1980
with the same motives too.
İn 1990’s, because of the strenght religious effects on
policy and increasing terrorist activities etc. a new instability started to occure
and Armed Forces acted once more with the reflex of coup detat, intervened the
political system and without any military coup, with the cooperation of media, bourgeoisie and other political parties the govermend was changed.
Key Words: Armed
Forces, Military coup detat, Army, jannisary, Memorandum, Modernism, Constitutionalism, Union and
Development Community, Republican People's Party, Democrat Party.
Giriş:
Türkler genellikle ‘’Ordu Millet’’ olarak tanımlanırlar.
Bunun temel sebeplerinden birisi; tarih boyunca, en küçük boylardan en büyük
imparatorluğa kadar Ordu’nun devlet ve toplum yapısının merkezini oluşturması
ve buna bağlı olarak toplumda yaşayan ve eli silah tutan hemen herkesin aynı
zamanda ordunun da bir üyesi olmasıdır.
Şüphesiz askerler devletten önce vardılar, hatta devletin
basit şekli, savaşçı göçebe topluluklardaki askerî hiyerarşinin kurumlaşmasıyla
oluşmuştur denebilir.
Türkler, Oğuz Han destanında da anlatıldığı gibi, daima daha
devlet kurmadan önce ordu kurmuşlardır. Nitekim ilk Türk İmparatorluğu’nun
kurucusu olan Mete(Mo-tun)’de ilk
önce, bu gün de Silahlı Kuvvetlerin kuruluş yılı olarak kabul edilen M.Ö. 209
yılında, onluk sisteme göre kendi ordusunu teşkil etmiş ve bu orduyu kullanarak
bir imparatorluk kurmuştur. Göktürkleri, bağımsız bir imparatorluk haline
getiren Bumin ve İstemi Kağan da önce küçük bir ordu kurarak işe
başlamışlardır.
Bu durum, daha sonraki yıllarda da değişmemiş, Gazneliler
Devleti’ni; Samaniler Devleti ordusunda bir general olan Alptekin,
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu; Hazar Devleti ordusunda uzun süre görev yapan
Tuğrul ve Çağrı Beyler kurmuş
,
Mısır ve Suriye’de kurulan Memluk Devletlerini yine askerler kurmuş ve nihayet Osmanlı
İmparatorluğu’nu savaşçı bir gazi olan Osman Bey kurmuştur. Türkiye
Cumhuriyetini kuran kadronun çoğunluğunu da askerler oluşturmuştur.
Ordunun bu öncü rolünün sebebi esas olarak; Türklerde
sivil teşkilatla askeri teşkilatın kaynaştırılarak yürütülmesinden, sosyal
düzenin aynı zamanda askeri bir düzen haline getirilmesinden kaynaklanmaktadır.
Türklerde; aile, oba, boy, halk gibi sosyal yapılar, aynı zamanda; onluk,
yüzlük ve binlik gibi askeri birlikleri de karşılıyordu. Yani savaş halinde
bütün millet, iç teşkilatını değiştirmeye gerek kalmadan tek bir ordu gibi
harekete geçebiliyordu.
Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de değişmemiştir.
Osmanlılar başlangıçta batı Anadolu’da Uç durumunda idiler. Bu devirde aşiret
yapısı içinde oluşturdukları askeri birlikler ile akınlar yapıyorlardı. Osman
Bey başarılı harekâtlar yapınca uç bölgesindeki diğer aşiretler de onun
etrafında toplandılar. Bu dönemde askeri güç, atlı aşiret kuvvetlerinden
oluşuyordu. Osman Bey’in başarılarının artmasına paralel olarak, Orta Asya alp
geleneğinin İslamileştirilmiş hali olan gaziler ile garipler gibi unsurların da
katılmasıyla daha karmaşık ve büyük bir askeri teşkilat oluşmaya başladı.
Bunların katılımıyla Osman Bey ve askeri gücü, kutsal savaş veren bir nitelik
kazanıyor, bu durum ise ordunun daha da büyümesine sebep oluyordu. Böylece Osman
Bey kısa sürede önemli şekilde büyümüş bir ordusu ve bürokrasisi olan beylik
teşkilatını kurmayı başarmıştır.
Osman Bey devleti kurarken, Vefai şeyhi Edebalı’nın manevi
desteğini de aldığından devletin başlangıçtan itibaren dini bir vasfı olmuş
dolayısıyla ulema başlangıçtan itibaren önemli bir sınıf olarak ortaya
çıkmıştır. Dini grupların yanında, Ahi teşkilatının da desteğini kazanan Osman
Bey, bu iki örgütlü grup ve aşiretlerin askeri gücü sayesinde devletin temelini
atmıştır.
Bu dönemde ordu ağırlıklı olarak süvari birliklerden
oluşuyor, süvari birliklerine verilen önem sebebiyle gayrimüslim unsurların
süvari birlikleri de kullanılıyordu. Bursa’nın zaptı esnasında süvari
birliklerinin kale kuşatmalarında yetersiz kaldığı görülünce; Orhan Bey daimi
bir yaya ordusu oluşturdu. Aşiret kuvvetlerinden faydalanmaya devam edilirken,
devletin büyümesinin ve daimi merkezi bir orduya ihtiyaç duyulmasının gereği olarak; daimi süvari (müsellem)
kuvvetleri de teşkil edildi.
Orhan Bey zamanında Osmanlı Ordusu; merkezi daimi orduyu
oluşturan yaya ve müsellemler, aşiret süvari birlikleri ve Gaziyan, Abdalan,
Ahiyan ve Baciyan gibi ahilere ve batıni mezheplere mensup kişilerden kurulu
birliklerden oluşuyordu.
1361 yılında, 1. Murat zamanında, savaşta alınan
esirlerden padişahın hakkı olan beşte birlik pay toplanarak vezir Çandarlı’nın
öncülüğünde yeni ve daimi bir ordu oluşturuldu. Bunlara Kapıkulu askeri
denildi. Kapı Kulu askerleri yaya ve süvari olmak üzere iki gruba ayrılıyordu.
Yayalar; Yeniçeriler, Cebeciler ve Topçular’dan, Süvariler ise; Sipah,
Silahdar, Sağ Ulufeciler, Sağ ve Sol Gariplerden oluşuyordu.
Artık Osmanlı Ordusu iki grup halinde teşekkül etmiş oluyordu:
Merkezde bir daimi ordu (maaşlı Kapıkulu Askerleri) ve diğer bölgelerde Eyalet
Askerleri (Tımarlı Sipahiler, Azap Askerleri, Akıncılar ile devletin egemenliği
altına girmiş Hristiyan tebaanın oluşturduğu Voynuk ve Martolos gibi
birlikler).
Fetret Devrinden sonra fetihlerin durmasıyla, yeterince esir
alınamayınca kapıkulu ocağına devletin vatandaşı olan gayrimüslimlerin çocuklarından uygun
olanların asker olarak devşirilmesi kuralı getirildi. Böylece Yeniçeri Ocağı
sürekli bir personel kaynağına sahip, merkezi bir ordu olarak gelişmeye devam
etti.
Yıldırım Beyazıt, ülkeyi merkezileştirip merkezde
kuvvetli bir bürokrasi kurdu. Bu bürokrasinin personelini de daha çok kapıkulu
ocaklarından yetişenlerden seçmeye başladı ve Kapıkulu askerlerinin sayısını
7.000’e çıkardı. Bu davranışı yüzünden eski aristokrat aileler kendisine cephe
aldılar.
Yine de, Fatih’e kadar, devletin yönetiminde eski
aristokrat ailelerin ve ulema sınıfından gelenlerin etkinliği devam ediyordu.
Ancak, İstanbul’u fethedip devleti imparatorluk haline getiren Fatih tam bir merkezi
imparatorluk teşkilatı oluşturdu. Kendisine direnebilecek tüm kesimleri yavaş
yavaş ortadan kaldırdığından aristokrat aileleri de etkisiz hale getirmek
istiyordu. Kapıkulu teşkilatının kurulmasından beri, gün geçtikçe zayıflayan
aristokrat aileleri Çandarlı’nın idamıyla birlikte tamamen etkisiz hale
getirdi. Fatih; ilk tahta çıktığında kendisinin tahttan indirilmesini sağlayan
Yeniçerileri de cezalandırdı ve bunları tam olarak kendi kontrolü altına soktu.
Kendi sarayındaki kapıkullarından ‘’sekban’’ adıyla Yeniçeri birlikleri oluşturarak
merkezi orduyu 10.000 kişilik bir güce çıkardı.
Fatih bu düzenlemelerle, ordunun devlet işlerinde daha
etkin bir konumda olmasını sağlayan bir yapının da temellerini atmış oldu. Sipahilerin
ve Yeniçerilerin doğrudan padişaha bağlı olması, padişahın yeniçeri ocağının
başı olması gibi özellikler de bu askeri grubun ülkede özerk ve ayrıcalıklı bir
konum edinmesine sebep oldu. Fatih’in biri hariç bütün vezirlerini kapıkulları
arasından seçmesi, kendi otoritesinin artmasına, aristokratların etkisiz hale
gelmesine ve kapıkulu teşkilatının, yani devşirme askeri kökenlilerin devlet
idaresinde ayrıcalıklı bir yere sahip olmasına sebep oldu. Bunun etkisi ise
padişahın ölümünden hemen sonra kendini gösterdi. İstanbul’a giren Yeniçeriler,
Cem Sultan’ı tutan Vezir Karamani Mehmet’i öldürerek Bayezid’i tahta
çıkardılar. Fatih’in devleti ve padişahı korumak için güçlendirdiği bu askeri
teşkilat fazla güçlenmiş ve bundan sonra devletin ve padişahların geleceğini
belirleyecek ana unsur haline gelmişti.
Yeniçeri Ocağı kurulurken Babai dervişlerinin etkisinde
iken 15’inci Yüzyılın başından itibaren kendisi de bir Babai şeyhi olan Hacı
Bektaş-ı Velinin adıyla anılan Bektaşilik, ocağın temel dini inancı haline
geldi. Bu durum ocağın kaldırılışına kadar devam etti. Ocağı bu şekilde bir
tarikat ile başlangıçtan itibaren içli dışlı olması, daha sonra yapılan bütün
Yeniçeri isyanlarında bu isyanların aynı zamanda dini gruplarca da
desteklenmesinin temel nedenlerinden birini oluşturmuştur.
16’nci Yüzyıl ortalarında, Ordu’yu oluşturan merkezi
birlikler yaya olan; Yeniçeri, Cebeci, Torçu, Top Arabacı ve birer bölüklü
Humbaracı ve Lağımcılar’dan, süvari olan; Sipahi, Silahdar, Sağ ve Sol
Ulufeciler, Sağ ve Sol Garipler’den oluşurken, Eyaletler ve Sınırdaki Birlikler
ise; Tımarlı Sipahiler, Azaplar, Akıncılar, Deliler, Yayalar, Müsellemler,
Yürükler, Canbazlar, Garipler, Tatarlar, Voynuklar, Gönüllüler, Beşliler,
Farisan, Yerli Yeniçeriler, Cebeci ve Topçular, Mortoloslar, Yerli
Humbaracılar, Yerli Lağımcılar’dan oluşuyordu.
Bu askeri düzen temelde 1826 yılına kadar kısmi
değişikliklerle devam etmekle beraber Kanuni döneminde tüfek kullanacak asker
ihtiyacı sebebiyle Anadolu’dan geçici sürelerle görev yapacak sekban ve saruca
ismiyle ücretli askerler toplanmıştır.
Teknolojik gelişmelerin etkisi arttıkça bir zamanlar ordunun büyük kısmını
teşkil eden Tımarlı Sipahilerin sayısında giderek hızlanan bir şekilde azalma
yaşanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu kuruluşuyla birlikte deniz
kuvvetleri oluşturmaya da başlamış, bu kuvvet 1. Murat zamanında oldukça
genişlemiş ancak İmparatorluğun hiçbir döneminde en etkin kuvvet haline
gelememiştir. Kara Kuvvetleri her zaman devletin
asıl askeri kuvveti olarak kabul edilmiş, deniz kuvvetleri daha çok; sahiller
ve kıyıya yakın bölgelerinin emniyeti, asker ve silah nakletme, deniz hâkimiyeti
mücadelesi, deniz yollarının korunması ve adaların fethi gibi faaliyetlerde
kullanılmıştır. 16’ncı yüzyıl ortalarından itibaren yarım asır boyunca
Avrupa’nın en önemli kuvveti haline gelen Deniz Kuvvetleri 17’nci Yüzyıldan
itibaren tedrici bir şekilde bu gücünü kaybetmiştir.
Kanuni’nin son dönemlerinden itibaren devlet; paranın
değer kaybetmesi, ekonomik krizler, saray içi mücadeleler, seferlerin azalması
ve savaşların çoğunlukla kaybedilmesi gibi sebeplerle sürekli krizler yaşamıştır.
Kriz ortamlarını aşmak için mücadele edebilecek bir aristokrat sınıfı veya
burjuvazi sınıfı ve batıdaki kilise teşkilatları gibi örgütlü güçlü dini
yapılar olmadığından bu krizlerin sebep olduğu yönetim bunalımları, genellikle
esnaf, ulema ve Yeniçeri işbirliği ile gerçekleştirilen isyan ve darbelerle aşılmıştır.
Bu durum ise ordunun yönetimde daha etkin olmasına sebep olmuştur.
17’nci Yüzyıldan itibaren merkezi otoritenin
zayıflamasına koşut olarak birçok bölgede ayanlar ortaya çıkmış ve giderek
güçlenmişlerdir. Ayanlar, kendi bölgelerinden asker toplayıp yerel ordular
kurmaya başlamışlar, böylece yeni bir askeri grup ortaya çıkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, erken dönemde daimi ve profesyonel
bir merkezi ordu kurmuş, bu orduya ilaveten büyük askeri kuvvetler
toplayabilecek şekilde toplum yapısını ve toprak sistemini düzenlemiştir. Bu
sistemin sonucunda ordu; devletin de, politikanın da, ekonominin de, toplum
yapılanmasının da, toprak sisteminin de merkezinde olmuştur. Bu güçlü konumuyla
her zaman politikanın içinde olmuş, siyasete sadece müdahale etmemiş siyasetin belirleyicisi
olmuştur.
Gerçi, tahta kimin çıkacağının belirlenmesinde; uç beyleri, ulema ve saray
hizipleri vb. unsurlar da de etkili olmuş
ancak daima başta yeniçeriler olmak üzere askeri birliklerin desteğine ihtiyaç
duymuşlardır. Bu durum ise ordunun siyasete daha fazla müdahil olmasına sebep
olmuştur. Nitekim Osmanlı Sultanlarının üçte biri askeri müdahaleler sonucu
tahttan indirilmiştir.
Ardı ardına gelen askeri yenilgiler, sürekli isyan ve
darbeler yüzünden silahlı kuvvetlerde yenilik yapılması düşüncesi ile bazı
girişimler yapılmış, ancak mevcut konumlarını kaybedeceğini düşünen
Yeniçeriler, çıkarları sarsılan diğer unsurlarla birlikte isyan çıkararak bu
gelişmeleri daima engellemiştir.
Nihayet 2. Mahmut; siyasi ve askeri gelişmeleri iyi
değerlendirerek
1826’da Yeniçeri Ocağı’nı tüm kökleri ve dayanakları ile birlikte adeta katliam
denebilecek bir sertlikle ortadan kaldırmıştır.
Bu döneme kadar olan isyanların en önemli sebeplerinden
birinin Osmanlı İmparatorluğunun, daha çok erken dönemlerinden itibaren merkezi
bir ordu kurması olduğu görülmektedir.
İsyan ve darbelerde diğer önemli sebep ise Osmanlı toplum
yapısıdır. Osmanlılarda toplum genel olarak yönetici sınıfı ve reaya (halk)
diye ikiye ayrılmaktaydı. Yönetenler; saray, seyfiye (askerler), ilmiye ve
kalemiye diye dört gruba ayrılıyordu. Seyfiye sınıfı olan askerler devletin en
organize olan gücünü oluştururken, ilmiye sınıfı; din ve hukuk işlerinden
sorumlu olan insanlardan, kalemiye sınıfı da bugünkü anlamda bürokrasi diye
tarif edilen evrak işlerini yapan insanlardan oluşmaktaydı.
Geniş halk tabakaları çiftçilik, esnaflık ve tüccarlık
gibi ana iş kollarında faaliyet gösteriyor, çiftçiler daha çok tımar sistemi
içinde başlarındaki yönetici tarafından yönetilirken, esnaflar ise ahi
teşkilatı altında teşkilatlanmış bulunuyordu. Görüldüğü gibi.sosyal ve siyasi yapı, devleti ve
onu temsil eden padişahı merkeze koyan bir yapı halinde teşkilatlanmıştı. Padişahı
ve diğer yönetici kesimi dengeleyecek, dizginleyecek bir kurum yoktu.
Toplumsal muhalefet hiçbir zaman yaşam alanı
bulamadığından Osmanlı’da darbeler ve yönetim değişiklikleri genellikle
başkentte yaşayan yönetici sınıf, ulema ve esnafların katılımıyla askerler
tarafından yapılmıştır. İsyan ve darbelerin genellikle ideolojik veya sınıfsal
bir yönü olmayıp daha çok devleti yönetmek isteyen hiziplerin çıkar çatışmaları
ve yöneticilerin zayıflığı sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu isyan ve darbelere;
ekonomik darboğazlar, paranın değer kaybetmesi, yoğun göçlerin yarattığı
problemler, yönetimde ortaya çıkan yolsuzluklar ve baskılar, kaybedilen
savaşlar, doğal afetlerin yarattığı yıkımlar, başkentte ortaya çıkan yiyecek
sıkıntısı vb. hususlar uygun ortam hazırlamıştır.
Aslında sistemle bir sorunu olmayan darbeciler, sistemi
değiştirmek bir yana sisteme uygun olarak derhal meşruiyet kazanma yoluna
gitmişlerdir. Meşruiyet kaynaklarının başında da din gelmekteydi. Daha isyanın başından itibaren, bazı din
adamlarını kendi yanlarına çekmeye veya fetva almaya çalışmışlardır. Meşruiyet
kaynaklarından biri de peygamber soyundan gelen seyit ve şeriflerin
isyancıların yanında yer almalarıydı. Onun için bu kişiler de hep isyanlara
katılmaya teşvik edilmiş veya zorlanmışlardır.
İsyanlar genelde uzun süreli iktidarların yarattığı
rahatsızlıklardan kaynaklanmaktaydı. Uzun süreli iktidarlar, beraberinde
kadrolaşmayı ve tekelleşmeyi getirmekte bu durum da zamanla kendine muhalif bir
kitleyi ortaya çıkarmaktaydı.
Bu sebeple bu isyanların çoğuna askeri darbe demek bile doğru değildir. Bu
darbeler askerlerin birer enstrüman olarak kullanıldığı saray darbeleridir.
Askeri isyanların artmasına rağmen cephelerdeki askeri
yenilgilerin artmasıyla prestijleri sarsılan askeri bürokrasi 18’nci yüzyıldan
itibaren devlet yönetiminde etkinliğini kaybetmiş ve sivil bürokrasi ile ulema
daha ön plana çıkmıştır. Ancak darbe zihniyeti bu sivil kişilerde de
değişmemiştir. Mesela, 1782 yılında vezir olan mülkiye sınıfından Ispartalı Halil
Paşa, yenilik hareketlerinde yetersiz gördüğü 1. Abdülhamit’i indirip
yerine 3. Selim’i getirmek için bir darbe planlamıştır.
3’üncü Selim’e yapılan darbe de aslında yeniliklerin
çıkarlarına zarar vereceğini değerlendiren ulema ve ayanlar tarafından
çıkartılmıştır. Nizam-ı Cedit Ordusunun Napolyon’a karşı kazandığı başarı
karşısında endişelenen yeniçeriler de ulema ile birleşerek 3’üncü Selim’i
tahttan indirmiştir.
Bu dönemin eski devirlerden farkı, devletin zayıflamaya
başlamasıyla ortaya çıkan ve giderek güçlenen ayanlar ve derebeylerin artık
padişahın gücünü sınırlayabilecek bir güç haline gelmiş olmasıdır. Nitekim
devlet merkezinin aşırı zayıflamasının kendi varlığını sürdürmesi için bir
tehlike olduğunu değerlendiren Rusçuk ayanı, kendi birlikleri ile İstanbul’a
gelerek bir karşı darbe yapmış ve 4. Mustafa’yı tahttan indirip yerine
2. Mahmut’u çıkarmıştır.
Aslında sistemde değişiklik
yaratacak sonuçları olan ilk darbe de bu olmuştur. Bu darbeyi yapan Alemdar
Mustafa Paşa, tüm ayanları İstanbul’a davet etmiş, gelen ayanlarla bir toplantı
düzenlemiş ve ayanlar ile merkezi otoritenin yetkilerini belirleyen bir
mutabakat hazırlatmış ve padişaha sunmuştur. Bu mutabakat Osmanlı
İmparatorluğu’nda merkezin yetkilerinin sınırlayan İngiltere’deki Magna Karta benzeri
ilk belgedir. Ancak etkinliklerini kaybeden Yeniçerilerin yeni durumdan
rahatsız olan diğer kesimlerle işbirliğine giderek yaptığı bir hükumet darbesi sonucunda
Alemdar öldürülmüş ve bu mutabakat uygulanamadan ortadan kalkmıştır.
Bu darbeyi yetkilerinin kısıtlanmasından rahatsız olan
2. Mahmut’un da desteklediği veya bilerek isyana müdahale etmediği iddia
edilmektedir. Bundan sonra diğer ayanları da teker teker denetim altına alan,
direnenleri de ortadan kaldıran padişah, mutlak otoritesini kurmasına tek engel
olarak gördüğü Yeniçeri Ocağı’nı, Yunanistan mağlubiyetinin askerler üzerinde
yarattığı prestij kaybından da yararlanarak ortadan kaldırmıştır.
Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasından sonra 2. Mahmut, Batı’da olduğu gibi iktidara sadık bir ordu kurma çalışmalarına başlamış
(Asakir-i Mansure-i Muhammediye) ve bu orduyu bürokratik yapı içinde kendisine
sıkı sıkıya bağlamıştır. 2. Mahmut, Silahlı Kuvvetleri sadece silah ve
teçhizat olarak değiştirmemiş, aynı zamanda komuta ve kontrol teşkilatını ve
hiyerarşik yapısını da yeniden düzenlemiştir.
Bütün orduyu eskiden de var olan seraskerlik makamına
bağlamış ve emir komuta birliği sağlayarak kontrolünü kolaylaştırmaya çalışmıştır.
Bu makamı, bu günkü genelkurmay başkanlığı ve savunma bakanlığı yetkilerinin
birleşimi olan yeni yetkilerle donatmış, yeni ordu için bir kanun hazırlatmış,
mecburi askerlik sistemini kurmuş, Prusya ve Avusturya’dan askeri uzmanlar
getirtmiş ve Avrupa’daki bazı askeri okullara öğrenciler göndermiştir.
2. Mahmut, Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren devlet
yönetiminde söz sahibi olan askeri ve dini bürokrasiyi, bunlarla bağlantılı
olan tarikat vb. yapıların tüm özerkliklerini sınırlamış, devletin yapısını
tamamen dönüştürerek bürokratik, merkezi bir yapı kurmaya çalışmıştır. Bu
sebeple; artık tüm avantajlarını yitiren sınıflar uzun süre seslerini
çıkaramayacak, bunun yerine devlet yeni yetişen sivil bürokratlar tarafından
yönetilecektir.
2. Mahmut bunları yaparak, etkileri bugünkü silahlı
kuvvetlerimize kadar devam edecek olan yeni bir sistemin temellerini de atmıştır.
1826 yılında Askeri Tıbbiye okulunu, 1831’de Mızıka-i Hümayun Mektebi’ni, 1834
yılında ise Mekteb-i Ulum-i Harbiye’yi kurmuş, etkinliği kalmayan Sipahi ordusunu
ise tamamen ortadan kaldırmıştır. 1841’de, yerel komutanlar olan eyalet
orduları teşkil edilmiş, merkezi bürokrasi güçlendirilerek ordu saflarındaki
siyasileşme bertaraf edilmeye çalışılmıştır.
İktidarın, büyük ölçüde mülkiye sınıfının eline geçmesi,
dış güçlerin devletin iç işlerine doğrudan müdahale eder hale gelmeleri, ordunu
depolitize oluşu gibi sebeplerden dolayı artık isyan ederek padişahı tahttan
indirebilecek bağımsız güçlerin etkinliği tamamen ortadan kalkmıştır. Bu açık
güçler ortadan kalkınca yönetimin baskılarına karşı direnişler bundan böyle
gizli örgütler eliyle yapılmaya başlanacaktır.
Yeni ordu, başlangıçta
Prusyalılar da kullanılmakla birlikte, daha çok Fransız subaylar tarafından
eğitilmeye başlanmış, bu subaylar ise ülkelerinden gelirken askeri kitaplarla
birlikte Fransız İhtilali’ni hazırlayan düşünce adamlarının kitapları ve
devrime ait yayınları da beraberlerinde getirmişlerdir. Modernleşme ve modern
eğitim daha çok ordu üzerinden yürütüldüğünden kısa sürede batılı fikirlere
aşina, Fransızca bilen ve modernist bir asker kitlesi oluşmaya
başlamıştır.
2. Mahmut’un diğer önemli yeniliklerinden biri de; dış
ilişkiler ile ilgili işleri yürüten Hristiyan veya Yahudi tercümanları görevden
uzaklaştırarak bir tercüme odası kurmasıdır.
Buradaki görevlere Türk ve Müslüman kimselerin atanmış, 3. Selim
zamanında başlayan fakat daha sonra ara verilen yabancı ülkelerin
başkentlerinde kalıcı elçilikler tekrar açılmıştır. Tercüme odalarından yetişen
ve Fransızca başta olmak üzere bazı batı dillerini öğrenen bu genç bürokrat
kesimi daha sonra yurt dışındaki elçiliklerde atanmış, dünyadaki gelişmeleri
daha yakından takip etmiş ve Osmanlı yenileşme hareketlerinde ve devlet idaresinde
önemli görevler üstlenmişlerdir. Ordunun baskı altına alınması, Bektaşi
Tarikatının Yeniçerilerle birlikte neredeyse tamamen ortadan kaldırılacak kadar
etkisizleştirilmesi, devletin dini bürokrasisinin yetkilerinin birçoğu kaldırılarak
zayıflatılması sebebiyle Osmanlı İmparatorluğunda 50 sene boyunca herhangi bir
darbe yaşanmamıştır. Bu güçler zayıflarken, yeni yetişen hariciyeciler devletin
yönetiminde etkin olmuş ve devletin modernleşmesi bunlar eliyle yürütülmüştür.
Aslında 1859 yılında, Abdülmecit’e karşı bir darbe
örgütlenmesi ortaya çıkmış ancak bu grup daha darbe girişiminin başında etkisiz
hale getirilmiştir. ‘’Kuleli Vakası’’ diye de bilinen bu olay çoğu yabancı
yazarın iddia ettiği gibi büyük bir hareket değildir. 40-50 kişilik bir grubun
planladığı
bu hareketin içinde bazı askerler de yer almakla birlikte hareketin mensupları;
Şinasi gibi yazarlardan tarikat şeyhlerine ve eski kafalı yaşlı paşalara kadar
çeşitli kişilerden oluşuyordu. Bunların siyasi görüşleri de birbirinden çok
farklı idi.
Ordunun politikleşmeye
başlaması:
Abdülmecit, genelde ılımlı bir padişah iken, onun yerine
geçen Abdülaziz daha otoriter ve gücü kendi elinde toplama eğiliminde olan
birisiydi.
Ancak
2. Mahmut zamanında Avrupa’ya gitmeye başlayan öğrenciler, Osmanlı askeri okullarında
ders veren Avrupalı subaylar ve 1848 isyanlarından sonra Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan Macar ve Polonyalılar gelirlerken Avrupa’da yaygınlaşan
özgürlük ve demokrasi fikirlerini de beraberlerinde getirmişlerdi. Abdülaziz’in otoriter tavrı karşısında
tepkiler bu dışarıdan getirilen fikirlerin de etkisiyle hızla güçlenmeye
başlamıştır. Devleti idare eden bürokratlar ise modernist olmakla birlikte
otokrat bir yönetim sergiliyorlardı.
Modernist ama özgürlükçü olarak yetişen yeni aydın ve
yönetici sınıfı bu otokratik tavra karşı muhalefete başladılar. İlk örgütlü
muhalefet; Namık Kemal’in de içinde bulunduğu bu aydınlar tarafından
kurulmuştur. Bu kadro tarafından anayasal reform talepleri ortaya atılmaya
başlanmış ve bunlar daha sonra ‘’Genç Osmanlılar’’ adını almışlardır. Genç
Osmanlılar, mevcut sistemin anayasalı bir rejime doğru evirilmesi için
mücadeleye başlamışlardır. Bu grubun içinde Namık Kemal gibi şair ve yazarlar,
Ali Suavi gibi dindar ve hacı olan bir muhafazakâr ve Mustafa Fazıl Paşa gibi
Mısır hanedanına mensup kişiler bulunmakta idi. Bu şahıslar, zaman zaman, başta
Paris olmak üzere batılı ülkelere kaçıp faaliyetlerini orada sürdürdüler. Bu
sürgün yıllarında; Türk tarihi konusunda kitapları olan Leon Cahun gibi
yazarlar ile Paris ve diğer Avrupa şehirlerindeki ideolojik hareketlerin
liderlerini de tanıma fırsatı buldular. Bu durum ise, daha sonra tüm tarihimizi
etkileyecek fikir akımlarının ilk tohumlarının atılmasına sebep oldu.
Siyasi arenada bunlar olurken, Silahlı Kuvvetler’de, Abdülaziz’in
kişisel gayretleri ile büyük bir değişim ve gelişme yaşanıyordu. Osmanlı
donanması, yeni alınan gemilerle birlikte, Avrupa’nın en güçlü üçüncü donanması
haline gelmişti. Kara Kuvvetleri de aynı şekilde gelişmekteydi.
Bu arada Avrupa dengeleri de değişmeye başlamıştı. 1871
yılında, Prusya, Fransa’yı yenerek
Avrupa’da yeni bir süper güç olarak ortaya çıktı. Fransa, aldığı bu darbeden
sonra gözden düşmüş ve genç Alman İmparatorluğu ilgi odağı olmaya başlamıştı. Bunun
sonucu olarak; ordu için Alman ekolü örnek alınmaya ve Alman askeri heyetleri
kısa süre sonra ülkeye gelmeye başlayacaktır.
Abdülaziz, devleti; Ali ve Fuad Paşaların desteğiyle
yönetiyor, bunlar da muhalifleri kontrol altında tutmayı başarıyordu. 1868
yılında Fuad Paşa, 1871 yılında Ali Paşa ölünce yerine getirilen Mahmut Nedim
Paşa aynı dirayeti gösteremedi. Artan dış borçlar, devletin bu borçlarını
ödemekte zorlanması vb. sebepler de eklenince Abdülaziz’e karşı duyulan
tepkiler iyice arttı.
1876 yılında, üç asker (Serasker, Donanma Komutanı, Harp
Okulu Komutanı) ve iki sivil (Sadrazam, Adalet Nazırı) üst düzey bürokrat
tarafından oluşturulan bir örgüt tarafından Abdülaziz tahttan indirildi.
Darbeyi planlayanların içinde asker de olmasına ve darbenin sarayın karadan ve
denizden askeri birliklerce kuşatılarak gerçekleştirilmesine rağmen bu darbe
askeri bir darbe olarak değerlendirilemez. Çünkü bu darbe, ordunun ayaklanması şeklinde
değil, üst düzey birkaç askerin sivil bürokratlarla birlikte yaptığı saray
darbesi şeklinde cereyan etmiştir.
Darbe sonrası, Şehzade
Murat tahta geçirilmiş ancak bazı ruhsal sorunlar yaşayınca iktidardan
uzaklaştırılarak yerine Meşrutiyeti ilan etme sözü veren 2. Abdülhamit tahta
çıkarılmıştır. Tahta çıkar çıkmaz, iktidarını güçlendirmek ve gücü elinde
toplamak isteyen 2. Abdülhamit, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nin yarattığı
yıkımdan da faydalanarak, meclisi bir daha toplamamış ve daha otoriter, daha
saray odaklı bir yönetim oluşturmuştur.
Abdülhamit önce, kendini iktidara taşıyan Meşrutiyet
taraftarı üst düzey sivil ve askeri bürokratları etkisiz hale getirdi. Daha
sonra, ordu ve donanmayı kontrol altına alarak bütün devlet yönetimini tamamen
kendi eline geçirdi. Abdülhamit, kendi iktidarına en büyük tehdit olarak orduyu
gördüğünden, batılı fikirlerden etkilenmiş okullu subayları uzak bölgelere
atayıp, merkezde kritik görevlere hep kendisine sadık alaylı subayları
yerleştirdi. Muhalefet odaklarını ortadan kaldıran, orduyu kontrol altına alan,
kurduğu istihbarat teşkilatıyla her türlü yönetim aleyhtarı hareketi derhal
bastıran Abdülhamit, uzun süreli
istibdat yönetimiyle ülkeyi idare etmiş, bu sebeple kendisini tahttan
indirebilecek bir kadro ortaya çıkamamıştır.
Fakat öte yandan yönetimde oldukça baskıcı
ve otoriter olan Abdülhamit, devlet idaresinde modernist adımlar atıyordu. Eğitimi
ülkenin geneline yaygınlaştırmaya çalıştı.
Askeri
okullar ülke çapında yaygınlaşmış, birçok yerde askeri lise ve harp okulu
kurulmuştu. Abdülhamit, farkında olmadan kendine muhalif askeri bir sınıfın
oluşmasının temellerini atıyordu.
Abdülhamit’in diğer bir kararı ise, bu sınıfın siyasi yapısı ve dünya
görüşünü derinden etkileyerek belki de iktidarının sonunu hazırlayan esas amil
olmuştur. Abdülhamit, Avrupa’da oluşan güç mücadelesinden yararlanarak denge
politikaları uygulamış, İngiltere ve Rusya’ya karşı Avrupa’nın yeni süper
güçlerinden olan Almanya’ya yanaşmaya başlamıştır. Bu kapsamda orduya Alman
uzmanlar ile askeri okullara yetenekli Alman öğretmenler getirmiştir.
Bu öğretmenler ise, Osmanlı Ordusu’nun yeni yetişen
subaylarına, özellikle de kurmay subaylarına, Alman militarizminin temel fikirlerini
aşılamışlardır. Almanya’nın ortaya çıkıp süper güç olmasını sağlayan savaşlar
süreci içinde gelişen bu fikirlere göre ordu; devletin ve milletin dayanağı ve
itici gücü, aynı zamanda sahibi, koruyucusu ve savunucusudur. Bu fikir orduda
yerleşerek etkilerini günümüze kadar sürdürmüştür.
O dönemde askerler arasında
yerleşmeye başlayan ülkeyi ancak ordu kurtarır fikrinin Atatürk’ü de etkilediği
görülmektedir. Atatürk bir konuşmasında
şöyle demektedir: ‘
’Türk milleti ne vakit
yükselmek için adım atmak istemişse, bu adımların önünde daima önder olarak,
daima yüksek milli ideali gerçekleştiren hareketlerin önderi olarak kendi
kahraman evlatlarından kurulan ordusunu görmüştür.’’
Milliyetçi ve militarist özellikler taşıyan bu fikirler,
1830 ve 1848 ihtilallerinin getirdiği özgürlük fikirleriyle de birleşince
Silahlı Kuvvetler’in seçkin personelinden başlayarak orduda genel bir politikleşme
ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ordu bünyesinde devrimci
örgütlenmelerin başlaması ve gelişmesi.
Tüm bunların sonucu olarak Abdülhamit yönetimine karşı
kurulan ilk örgüt, Askeri Tıbbiye öğrencilerinin 1889 yılında oluşturduğu ‘’İttihad-ı
Osmani’’ oldu. Bu örgüt Paris’te yaşayan meşrutiyet taraftarları ile irtibata
geçince, ‘’Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’’ adını aldı.
Meşrutiyet taraftarlığı Rumeli’de de hızla yayılmaya
başlamıştı. Bunun sonucu olarak, Selanik’te; ‘’Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’’
kuruldu. Kurulmasının hemen ardından, daha sonra önemli mevkilere gelecek olan genç
subaylar da bu örgüte üye olmaya başladılar. Bu cemiyet; 1907 yılında Paris
grubu ile birleşerek İttihat ve Terakki adını aldı.
Bu birleşmeden sonra örgüt, ülke çapında hızla yayılarak güçlendi. Artık,
ülkeyi sadece kendilerinin kurtarabileceğine inanan genç subaylar ve bazı sivil
aydınlar 2. Abdülhamit’i tahttan indirip Meşrutiyeti geri getirmek için
harekete geçmeye hazırdılar.
1908 yılında, Rus Çarı ve İngiltere Kralı arasında
yapılan Reval Görüşmeleri’nde ülkenin paylaşıldığı haberinin de etkisiyle, ülkenin
parçalanmak üzere olduğunu düşünen bazı subayların komutasında askeri birlikler
isyan ederek padişahı meclisi toplamaya ve anayasayı yürürlüğe koymaya mecbur
ettiler.
Okullu subaylar padişaha isyan edip meşrutiyeti getirirken,
öte yandan 13 Nisan (31 Mart) günü Taşkışla’da bulunan avcı taburu askerleri ‘’Şeriat
isteriz!’’ diye ayaklandılar. Subayları hapseden ve etrafına sivil bazı
şahısları da toplayan bu askerlere kısa sürede diğer askeri birlikler de
katılmaya başladı. Bunlara ulema ve medrese öğrencileri de katılınca bir karşı
devrim hareketi ortaya çıkmış oldu. İsyancılar, klasik Yeniçeri isyanlarında
olduğu gibi Şeyhülislam’ı konağından alıp Ayasofya’ya getirdiler. Başlangıçta
Harbiye Nazırı ve başlarındaki subayların görevden alınması gibi birkaç istekte
bulunan isyancılar daha sonra, Derviş Vahdeti ve bazı hocaların, İttihad-ı
Muhammedi örgütünün ve Ahrar Fırkasının yönlendirmesiyle işi hükumetin
istifasını istemeye kadar götürdüler. Bunlara İttihatçılara düşman başka bazı
kimseler de katılınca durum oldukça vahim bir hal aldı. Hükumet isyancıların
baskısı ve meclisin kararıyla düşürüldü.
İsyancılar yeni kabine kurulduktan sonra da
taşkınlıklarına devam ettiler. İttihatçı ve meşrutiyetçi avına çıktılar. Bu
arada birçok kişiyi de öldürdüler. Kısa süre sonra, Bursa’da, İttihat-ı Muhammediye örgütü tarafından
kışkırtılan kalkışma ortaya çıktı. Bunlar İstanbul’daki isyancıları
desteklediklerini ilan ettiler. Erzurum’da da askerler ve dini gruplar
tarafından benzer bir hareket ortaya çıktı. Bunu ise Erzurum ve Adana
ayaklanmaları takip etti.
Bu olayı haber alan ve Merkezi halen Selanik’te bulunan
İttihat ve Terakki Cemiyeti, İttihatçıların hâkim olduğu 3. Ordu ile derhal
görüşmelere başladı. Aynı zamanda tüm ülke çapındaki merkezlerinden İstanbul
telgraf yağmuruna tutuldu.
Selanik’te yapılan görüşmelerden sonra İstanbul’a asker
göndermeye karar verildi. Mahmut Şevket Paşa komutasında Hareket Ordusu
oluşturularak İstanbul’a doğru harekete geçildi. Bu ordu 23 Nisan günü
İstanbul’a girdi. 27 Nisan tarihinde ise olayda sorumluluğu olduğu iddiasıyla
Sultan 2. Abdülhamit tahttan indirildi.
İttihat ve Terakki’nin iktidarı dolaylı olarak elinde
bulundurduğu ilk dönem içerisinde bazı muhalefet hareketleri de ortaya çıkmıştı.
Bu muhalifler, hem sivil politikada ve askeri alanda etkinlik göstermeye ve
İttihat ve Terakki grubunu sıkıştırmaya başladılar.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ise durumun kendi aleyhine
dönmesini engellemek için ordu içinde bazı tedbirler uygulayarak bunlara cevap
verdi. İlk olarak Abdülhamit döneminden kalma alaylı subaylar emekli edilerek
yerlerine mektepli genç subaylar getirildi. Bu genç subayların da İttihat ve
Terakki Cemiyetine yakın kişiler olmasına özen gösterildi. Bunun sonucu olarak
orduda ikilikler oluşmaya başladı ve ‘’Halaskar Zabitan Grubu’’ diye muhalif
bir grup ortaya çıktı.
1910 Arnavutluk isyanı ve 1911 Trablusgarp Savaşı
sebebiyle İttihat ve Terakki’ci genç subayların cephelerde bulunmasından da
yararlanan muhalefet, İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ni iyice sıkıştırmaya başladı. Nitekim Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti
kurulunca işler tamamen tersine dönerek İttihatçı subay ve memurlar baskı
görmeye başladılar. Hatta birçok İttihatçı, tutuklanma korkusuyla yurt dışına kaçtı.
Kaçmayan İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden bir kısmı tutuklanarak hapse
atıldılar. Bu arada çıkan Balkan Savaşı kötü gelişmelere sahne olunca hükümet
düştü ancak yerine gelen hükumet te İttihat ve Terakki’ye karşı olanlar
tarafından kurulmuştu.
Balkan topraklarının tamamı kaybedilip Bulgarlar
Edirne’ye dayanınca ülkede genel bir heyecan ortaya çıktı. İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin önde gelen asker üyeleri de bu durumu kullanarak ‘’Edirne elden
gidiyor!’’ diye propaganda yapıyorlardı. Nitekim savaş giderek daha da kötü bir
gelişme seyredince Enver ve Talat Bey başkanlığında yapılan gizli toplantılarda
bir darbe ile hükumetin ele geçirilmesine karar verildi. 23 Ocak 1913 günü
Enver Bey liderliğinde bir Grup Bab-ı Ali’yi basarak Nazım Paşa’yı vurdular.
Sadrazam Kamil Paşa’yı zorla istifa ettirdiler. Bu olaydan sonra İttihat ve
Terakki Cemiyeti iktidarını sağlamlaştırırken cemiyetin asker üyeleri de devletin
kaderine hâkim olacak yerlere geldiler.
Bu gün bazı kesimlerce, işte bu örnek gösterilerek; Silahlı
Kuvvetlerin, Osmanlı Devletinin son dönemlerinden itibaren yönetim ve
siyasette etkili olduğu ve giderek bu etkili konumunu güçlendirdiği ileri
sürülmektedir. Ordunun, o zamandan beri savunmadan ziyade politikayla
ilgilendiği iddia edilmektedir.
Bu değerlendirmeler ilk bakışta doğru gibi görünse de aslında
sadece bazı sonuçlara bakarak bir akıl yürütme işleminden başka bir şey
değildir. Bu kişiler nedenler üzerinde hiç durmamaktadır. O zamanın
uluslararası askeri ve siyasi durumunu, Osmanlı İmparatorluğunun toplum
yapısını, ekonomik durumunu ve daha birçok değişik etkeni görmezden gelerek
mevcut olaylar hakkında yorum yapmaktadırlar. Bu sebeple değerlendirmeleri
eksik kalmaktadır. Zaten bu değerlendirmelerin çoğu bilimsel olmaktan ziyade
ideolojik ve inanç temelli iddialardır.
Peki, ama bu ülkede asker sürekli olarak siyasete
müdahale etmemiş midir? Bu apaçık bir gerçek değil midir? Askerler bundan
sorumlu değil midir?
Bunlara elbette ki olumlu cevap vermek mümkündür. Ancak
tüm bunlar askerlerin şahsi hırsları, alışkanlıkları vb. yüzünden bunların
olduğunu iddia etmek hatalı bir yaklaşımdır. Bu olaylarda bazılarının yaptığı
gibi hep bir yabancı parmağı aramak ta beyhude bir çabadır.
Olayı
tüm yönleriyle inceleyip bir bütünlük içinde alarak daha doğru bir sonuca
varılabilir.
Objektif bir gözle bakıldığında, gerek Osmanlı ve
Türkiye’de, gerekse dünyanın başka yerlerinde yapılan tüm isyanlar ve
ihtilaller sadece kişisel kararlarla ortaya çıkan hareketler değildirler.
Aslında ihtilaller ve darbeler, çok uzun bir süreçte (devlet yönetimi, ekonomi,
savaşlar, göç ve getirdiği sorunlar, toplum yapısı, fikir akımları vb. şeylerin
etkisiyle) ortaya çıkan ve siyasetin tıkanmasından kaynaklanan sonuçlardır.
Osmanlı ordusundaki bu politik hareketler de uzun süreli
gelişmelerin dönemsel etkenlerle güçlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Yeni
okullardaki Batılı fikirlere açık olarak yetişen, yabancı yayınları,
dolayısıyla dünyadaki gelişmeleri takip eden yeni nesiller ile onların başına
getirilen komutanlar arasında bir uyumsuzluk ve siyasi fikirlerde bir kırılma
yaratmıştır. Önceleri kendi eğitim seviyelerine göre oldukça yetersiz
komutanlarına karşı oluşan memnuniyetsizlik giderek onları etkili makamlara görevlendiren
Padişaha ve onun uyguladığı istibdat rejimine yönelmiştir. Ülkede sivil bir
muhalefetin oluşamaması, oluşanların da süratle bastırılması, askerleri değişimin
öncüleri olabilecek tek güç haline getirmiştir.
Ülkede sivil üniversiteler yaygın olmadığından ve gelişmiş
bir sanayi de bulunmadığından askerlik en cazip mesleklerden biri olarak
görülmektedir. Bu sebeple zeki gençlerin çoğu askeri okullara girerek subay
olmuş, birçoğu Avrupa gören veya Balkanlarda yeni bağımsız olan devletleri
takip edebilen bu gençler ülkelerinde gördükleri sefalet ve kötü yönetim
sebebiyle öfkeye kapılmışlar, bunun sonucu olarak subaylar hoşnutsuzluk ve
başkaldırının merkezi haline gelmeye başlamıştır.
Bu
sebeple, 1876 – 1908 arasında, ‘’ordu-siyaset-devlet’’ üçgeninde ordu giderek
aktif hale gelmiş ve sonunda en etkin güç olarak ortaya çıkmıştır.
İttihat ve Terakki’yi oluşturan bir kanat hala
sivillerden oluşmasına rağmen bu örgütün merkezini Selanik’e taşıması askerlerin
cemiyete akın etmesi açısından önemli sonuçlar doğuran başka bir etken
olmuştur. Balkanlarda yaşanan milliyetçilik hareketleri ve Hristiyanların
kurduğu çetelerle mücadeleye girişen askeri birlikler ülkenin geleceği ile
ilgili daha fazla endişe duymaya ve politikleşmeye başlamışlardır. Daha
önceleri sivil şahıslar öncülüğünde isyan ve darbelerin daha çok fiziki gücünü
oluşturan askerler artık yeni muhalefet hareketinin bizzat itici gücü olmaya
başlamışlardır. Bunun da bir sonucu olarak askerler, ülkenin içine düştüğü duruma çare olabileceğini
düşündükleri siyasi hareketlere daha yoğun olarak katılmaya başlamışlardır.
Çetelerle yaptıkları mücadelede küçük silahlı güçlerin ne
kadar büyük etkiler yaratabileceğini görmüşler ve komitacılık ruhlarına
işlemiştir. Bunun sonucunda bazı subaylarda silahlı bir isyan fikri ortaya
çıkmaya başlamış ve sonunda Enver Bey’in de aralarında bulunduğu bazı subaylar
birlikleriyle beraber dağa çıkarak isyan hareketini fiilen başlatmışlardır.
Ordudaki bu politikleşme ise kendi karşıtını da yaratmış
ve ordu saflarında farklı gruplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Muhafazakârlar
ve alaylı subaylar Padişaha bağlılık hissederlerken, İttihatçılar ordunun
öncülüğüne ve politikada etkinliğine inanıyorlardı. Ancak bu bölünmenin orduya
ve devlete zarar vereceğini düşünenler ordunun politikaya karışmasına karşı
çıkmış, İttihatçılar arasında önemli bir kesim de ihtilalden sonra ordunun
politikadan ayrılarak asli görevine dönmesi gerektiğini savunmuştur. Bunların
başında da Mahmut Şevket Paşa geliyordu. Ordu, 31 Mart olayından sonra esas
olarak mesleki gerekçelerle hareket ederken cemiyet, meşrutiyeti savunmaktaydı.
Meşrutiyet ilan edilmiş ve ordu görevini tamamlamıştı. Onun için artık yönetimi
sivillere bırakıp kışlasına çekilmeliydi. Ancak gelişmeler bunun tam tersinin
yaşanmasına sebep oldu.
2.’nci Meşrutiyet Devri’nde ordu-siyaset ilişkilerinin bir
başka önemli olayı da 1912‟de gerçekleşen Halaskar Zabitan Hareketi’dir.
Kendilerine “Kurtarıcı Subaylar” diyen bir grup, seçimlerin yenilenmesini ve
ordunun siyaset yapmamasını talep ediyordu. Sundukları beyannamede aslında kendileri
de siyaset yapmaktaydılar. Bu hareket ve diğer muhaliflerin baskısı neticesinde
ittihatçı kesimce desteklenen Sait Paşa hükümeti çekilmek zorunda kaldı.
Cumhuriyet’in kuruluş
yılları ve Tek Parti Dönemi:
Kurtuluş Savaşı başlı başına Osmanlı Genelkurmay’ındaki
bir grubun projesidir. Mondros Mütarekesi’nden sonra, özellikle de Paris Konferansı
sırasında Genelkurmay bir dizi atama yaparak Kurtuluş savaşını idare edecek
komutanları Anadolu’daki birliklerin başına göndermiş, Albay Bekir Sami Bey gibi
komutanları da Ege Bölgesindeki birliklerin başına atayarak direniş
faaliyetlerinin örgütlenmesine çalışılmıştır.
Atatürk’ün Samsun’a çıkışından sonra Amasya Tamimi ile ana esasları belirlenen
Kurtuluş Savaşının her evresi işte bu atanan komutanların girişim ve
destekleriyle yürütülmüştür. Erzurum Kongresi; Kazım Karabekir ve bölgedeki Kuvayı
Milliye teşkilatınca yapılmış, Sivas Kongresi de Atatürk ve istişare içinde
olduğu birlik komutanlarınca planlanmış ve yürütülmüş, Meclisin kurulması ve
savaşın yönetilmesi de hep bu askeri kişilerin öncülüğünde yapılmıştır.
Kurucu Güç Konumundaki Ordu ile birlikte eski
ittihatçılar, bürokratlar ve aydınların çoğu da direnişin arkasında
durmuşlardır. 1923’te,Cumhuriyet’in kuruluşunda da bu kadrolar başrolde olmuşlardır.
Kurtuluş Savaşı yılları asker-sivil ilişkileri açısından oldukça
önemlidir. Çünkü bu yıllarda asker siyasetten uzakta tutulmak istense de savaş şartları
sebebiyle asker de siyaset yapıyordu. Bu yıllarda savaşın da etkisiyle ordu
giderek daha merkezi ve özerk bir hal almıştır. Ancak yine de ordunun
siyasetten uzaklaştırılmasına çalışılmış, Askeri Ceza Kanunu’nda yapılan
düzenlemelerle ordunun siyasete karışma yasağı pekiştirilmiştir. Açıktan siyasi
konuşma yapmak, siyasi nitelikli bildiri hazırlamak, imzalamak veya basına
yollamak ordu mensupları için yasaklanmıştır.
Atatürk, kurtuluş savaşı sırasında ve sonrasında, bir
yandan orduyu siyaset dışında tutarken öte yandan ordunun kendine sadık
kalmasına da çalışmıştır. Çünkü yürütülen savaş ve yapılacak devrimler için
elinde itici bir güce ihtiyacı vardı. Bu sebeple orduda kendisine karşı çıkacak
kişilerin görev başında olmamasına özellikle dikkat göstermekteydi. Kurtuluş
savaşı esnasında dönemin şartları içinde tam bir kontrol mümkün olmamışsa da
savaş sonrası ortaya çıkan fırsatlar bu maksatla değerlendirilmiştir.
Mesela 1924’teki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
deneyiminden sonra ve İzmir suikast girişimi (1926) sonrasında ordudaki muhaliflere
dönük bazı yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemelerin en önemlisi aynı
anda hem orduda hem de siyasette yer alınmasını yasaklayan kanundur. Burada
maksat ordunun politikleşerek yeni çatışmalara sebep olmasının ve kurulan yeni
rejime tehdit oluşturmasının tamamen önlenmesidir.
1930’daki Serbest Cumhuriyet
Fırkası tecrübesinden sonra çok partili sistem sona ermiş, artık uzun süreli
tek parti devrine girilmiştir. Bu şekilde muhaliflerin örgütlenmesinin önü
kapatılarak yeni rejimin yerleştirilmesi ve güçlendirilmesine girişilmiştir.
Tek parti döneminde asker-sivil ilişkilerinde asker daima geri planda kalmış ve
politikaya müdahale edememiştir. Bu dönemde ordunun sivil siyasette ağırlık
taşımamasının nedenini, devletin başında Kurtuluş Savaşı kahramanları olan
askerlerin bulunması sebebiyle kontrol altına alınmış olması ve rakip bir
iktidar odağı olarak ortaya çıkmamasına özen gösterilmesi olarak
değerlendirenler vardır. Ancak benim kanaatimce bunun başka sebepleri de
bulunmaktadır. Bunların en önemlisi ise devletin yeni merkez teşkilatının
yapısıdır. Yeni kurulan rejim esas olarak iki kurumu güçlendirmiştir. Bunlardan
birisi Cumhuriyet Halk Partisi, diğeri de bürokrasidir. Cumhuriyet Halk Partisi
en küçük yerleşim yerine kadar örgütlenmiş, Halk Evleri teşkilatı ile de tüm
toplumu kavrayacak şekilde yaygınlaşmıştır. Cumhuriyetin kuruluşunda öncülük
edenlere bakıldığında bunların ezici bir çoğunluğunun askeri ve sivil bürokratlardan
oluştuğu görülür. Kuruluşundan itibaren bürokratların etkin olduğu Cumhuriyet
güçlü bir bürokratik yapı kurarak merkezden taşraya tüm idari mekanizmayı
kontrol altına almıştır.
Dünyadaki tüm ihtilaller,
devrimler ve darbeler aslında güce ve baskıya karşı isyan etmemişlerdir.
Bunları tetikleyen, ortada bir gücün bulunmaması veya mevcut gücün zayıflamaya
başlamasıdır. Cumhuriyet, başlangıçtan itibaren güçlendirdiği bu iki yapı
vasıtasıyla hem devleti hem de toplumu sıkı bir şekilde kavrayıp idare etmeye
başlayınca başta ordu olmak üzere siyasete hiçbir güç odağı müdahale
edememiştir. Bu yönetime karşı çıkan bazı yerel hareketler olsa da bunlar kısa
sürede başarıyla etkisiz hale getirilmiştir.
Ordu bu dönemde
tamamen hükumetin kontrolünde kalmış ve inkılapların uygulanmasında ve yeni
rejimin yerleştirilmesinde sivil idarenin bir aracı olarak görev yapmıştır. Atatürk’ün
ölümünden sonra, İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasıyla ordunun üst kademesinde yeni
düzenlemelere gidilmiş, yeni hükümet eski komutanların yerine yeni personel atamış,
kendisine muhalefet edebilecek kadroları tasfiye etmiştir. Bunun son adımı
olarak ta 1944 yılında Fevzi Çakmak emekliliğe sevk edilmiştir. Çakmak sonrası
Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığı’na karşı sorumlu hale
getirilmesiyle ordunun özerkliği daha da kısıtlanmıştır. Görüldüğü gibi
iktidara gelen kim olursa olsun, her zaman yönetime alternatif olabilecek veya
yönetimi değiştirebilecek en önemli güç olan orduyu kontrol altına alarak çok
eski bir Türk yönetim geleneğini sürdürmeye devam etmiştir.
2’nci Dünya Savaşı’nın sonlarından itibaren dünya
konjonktüründe ortaya çıkan gelişmeler tek parti iktidarını yönetimde bazı
değişimlere gitmek zorunda bırakmıştır. Sovyetlerin yeni ve büyük bir tehdit olarak
ortaya çıkması sonucu Batı’ya yanaşmak gereğini duyan yönetim, rejimde de Batı
politik sistemine doğru adımlar atmaya başlamış ve çok partili rejime geçişin
şartlarını hazırlamıştır.
Çok partili sisteme geçer geçmez, uzun süredir kendi
kabuğuna çekilen bazı dini ve etnik merkezkaç kuvvetler, seçim sisteminin
sağladığı serbestlikten de yararlanarak yavaş yavaş yuvalandıkları yerlerden
çıkarak güç toplamaya başlamışlardır. Siyasi rekabet sebebiyle oy alma
derdindeki siyasi partiler de bu muhalif hareketleri istismar etmekten
çekinmemişler ve klasik Osmanlı dönemi yapıları tekrar seslerini duyurmaya
başlamışlardır.
1950’deki iktidar değişikliği aslında aynı zamanda rejim
değişikliğiydi. Tek partili otoriter düzenden çok partili daha demokratik bir
düzene geçilmiştir.
Bu değişim sadece şekilde de kalmayacak, yönetim felsefesinden ekonomiye kadar
köklü değişiklikler ortaya çıkacaktır. Demokrat Parti, devletin şimdiye kadar
uyguladığı politikaları terk etmiş, liberal ekonomik ve sosyal politikalar
uygulayarak, planlı ekonomik politika ve kültür politikası başta olmak üzere
eski politikaları tamamen askıya almıştır. Bu dönemde yönetici sınıf değişmiş,
iktidar; bürokrat ve asker kesiminin oluşturduğu orta sınıftan tek parti
döneminde belli bir sermaye birikimi yaparak çıkan küçük burjuvazi ve büyük
toprak sahiplerinin temsil ettiği insanlara geçmiştir. Bu durumu kolayca
kabullenemeyen CHP ve bürokrasi hükümete karşı sıkı bir direnişe geçmiş ancak
seçim sistemi yüzünden mecliste gücü tamamen eline geçiren yeni iktidar bunları
tasfiye ve baskılama yoluna giderek bu direnişe cevap vermiştir.
Demokrat Parti; iktidara geliş sürecinde ve iktidarı
sırasında, tek parti yönetiminin yanlış uygulamalarına karşı olan sıradan
insanların yanında, Cumhuriyet Devrimleri yüzünden itibarları sarsılmış olan
cemaat, tarikat ve aşiret reisleri ile de işbirliği içine girmiş, yaptığı
uygulamalar bazı kesimlerde karşı devrim ve geriye dönüş endişesi yaratmıştır.
Tüm bu gelişmeler sonucu toplum adeta iki kampa bölünmüş ve genel bir gerilim
ortaya çıkmıştır. Bu durum yavaş yavaş orduya da sirayet etmiş ve bu tepkiler,
değişik faktörlerden de etkilenerek hızla genişlemeye başlamıştır.
1952 yılında NATO’ya ise girilmesi ordunun yapısını köklü
biçimde etkilemiştir. Ordu; teşkilat, karargâh yapılanması, eğitim ve planlama
gibi hususlarda NATO’ya uyumlu hale getirilmiş ve değişime uğramıştır. Bu
kapsamda birçok subay eğitim görmek için başta ABD ve İngiltere olmak üzere
batı ülkelerine gitmiş ve buralardan belirli bir değişime uğrayarak dönmüşlerdir.
Batı ülkelerini gören ve yönetim biçimi dâhil devlet ve hükümete ait birçok
konuda batı ve Türkiye arasında kıyaslamalar yapmaya başlayan subaylar giderek
politikaya daha fazla ilgi duymaya ve kendi içlerinde örgütlenmeye
başlamışlardır.
Demokrat Parti yönetimi ilk iki dönemde belli bir
ekonomik ve sosyal liberalleşme yaratmış, dış borçlanma ile ülkede büyük bir
kalkınma da sağlanmıştır. Ancak üçüncü dönemde işler ters gitmeye ve memnuniyetsiz
kitle büyümeye başlamıştır. Yönetim, sosyal ve ekonomik alanda liberal
politikalar izlerken siyasi alanda otoriterleşmeye ve tüm muhalif hareketlere
ve siyasi partilere karşı bir sindirme siyaseti gütmeye başlamıştır.
Meclis çoğunluğunu elde eden bu siyasi parti milli
iradeyi temsil yetkisini yalnızca kendisinde gördüğünden Hükümet ve parti
içinde oluşan dar bir oligarşi, partinin meclis grubunu da denetim altına
alarak milli iradenin tek sözcüsü kimliğine bürünmüştür. 1957 seçimlerinden
sonra Menderes artık iyice kendi otoritesini kurmaya yönelmiş, başta Cumhurbaşkanı
Bayar olmak üzere en yakın arkadaşları ile bile bu davranışları yüzünden
sürtüşmeler yaşamaya başlamıştır.
Bu
durum iktidar partisi içinde de rahatsızlık yaratmış ve partiden bazı kopmalar
olmuştur.
Bu sırada Dünya’da da siyasi durum hızla değişmektedir. İdeolojik
akımlar Batı dâhil dünyanın her yerinde yükselişe geçmiş, bu durum Türkiye’de
de yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak
üniversiteler hareketlenmiş ve protesto gösterileri her geçen gün artan bir
ivmeyle yayılmaya başlamıştır.
Demokrat Parti zamanında ülkenin demografik yapısında ve
ekonomisinde de büyük değişimler olmuştur. Kırdan kente göç artmış, şehirler
büyümüş, sanayi tesisleri ve ulaşım imkânları artmıştır. Köyden kente göç
edenler ve sanayi tesislerinde çalışanlar arttıkça bunların yarattığı bazı
sosyal sorunlar ortaya çıkmıştır. Köyden kente göç ve üniversitelerin politikleşmesinin yanında ülkede işçi hareketleri ortaya çıkmış ancak hükumet bunlara çözüm bulmak yerine kuvvet
kullanarak bastırmayı tercih etmiştir.
10 yıllık D.P. yönetimi sırasında, büyük toprak
sahiplerinde, tüccarlarda ve bazı sanayicilerde belirli bir miktar sermaye
birikmiş, tek parti iktidarı döneminde uygulanan devletçilik politikaları
sonucu kurulan sanayi tesislerinde yetişen teknik personel liberalleşen ekonomi
ile birlikte sermaye sahipleri tarafından kurulan yeni sanayi tesislerinde
çalışmaya başlamıştır. Fakat Liberal politikalar sonucu palazlanan yeni sanayi
kesimi, bu politikaların serbest ithalat uygulamaları yüzünden iç pazarda
yeterli büyümeyi sağlayamıyordu. Planlı ekonomiden tamamen vaz geçilmesi ise
ekonomide genel bir karmaşaya sebep olmaya başlamış, bu durum da sanayici ve
sermaye sahiplerini sıkıntıya sokmaya başlamıştır. Yeni güçlenmeye başlayan
burjuva, önünü görebileceği daha planlı bir ekonomiye, dış rekabet ile mücadele
edebileceği gümrük koruma duvarlarına ihtiyaç duyuyordu.
Geniş toplum kesimlerinin eline daha fazla para geçmesi,
şehirlerde işçi ve memur kesiminin artması gibi sebeplerle eskiden sadece batı
ülkelerinde yaygın olarak kullanılan; radyo, buzdolabı gibi teknolojik cihazlar
daha geniş halk kitleleri tarafından kullanılmaya ve talep edilmeye başlanmıştır.
Tüketim alışkanlıkları değişen ve tüketim ihtiyaçları artan bu şehirli kesim
ekonomide ortaya çıkmaya başlayan daralmadan rahatsız olmaya ve bunu göstermeye
başlamıştır.
Silahlı Kuvvetler de bu değişimlerden nasibini almıştır.
Subay ve Astsubay maaşlarının düşmesi ve yaşam standartlarının sıkıntıya
girmesi bu kitlede belli bir rahatsızlık meydana getirmiştir. Bu sebeple orduda
hükümete tepkiler artmış, genç subaylar arasında bazı gizli örgütlenmeler
ortaya çıkmış ve önemli miktarda da taraftar bulmuştur. Bu dönemde kurtuluş
savaşına komuta etmiş karizmatik komutanların tamamına yakını, ya emekli olmuş
veya ölmüş olduğundan bu genç subayları dizginleyebilecek bir önder de
bulunmuyordu.
Orduda o yıllarda her kademede çok fazla general ve üst
rütbeli subay vardı. Bu durum , alt rütbeli subaylar için terfi şikâyetlerini
gündeme getirmekteydi. Öte yandan, genç subaylar tarafından, ordunun
modernizasyonu için eski subayların birer engel oluşturduğuna inanılıyordu.
Hükumet bu gelişmelerin hiç birini doğru bir şekilde
değerlendiremedi. Tüm sorunlara kulak tıkadı veya bunları dile getirenleri
baskı ile susturmaya çalıştı. Yine hatalı bir değerlendirme ile ordudan bir
darbe de beklemiyorlardı. Çünkü ordunun üst kademelerindeki komutanların
sadakatine güveniyorlardı. Hatta darbe örgütlenmesini bir subay ihbar etmiş
ancak bunun üzerinde ciddiyetle durulmamış ve darbeciler değil ihbarcı bu subay
cezalandırılmıştır. Ancak hükumet unutmuş olsa da İttihat ve Terakki tecrübesi
çok eskilerde kalmış bir deneyim değildi. Bu dönemi yaşamış, babalarından
dinlemiş veya kitaplardan okumuş bazı genç subaylarda darbe fikri, yabancı bir
fikir değildi.
O dönemde, uluslararası ortam da darbelere çok yabancı
değildir. 1950’li yıllarda, 20 Latin Amerika ülkesinin 13’ü, darbe ile iktidara
gelmiş askeri rejimler tarafından yönetilmekteydi.
Ortadoğu’da da durum çok farklı değildir. Mısır’da; 23 Temmuz 1952’de Cemal
Abdülnasır liderliğinde kurulan Hür Subaylar Cemiyeti tarafından,
Irak’ta 14 Temmuz 1958’de General Kasım
tarafından,
Suriye’de ise; 1949’dan itibaren bir seri askeri darbenin ardından 25 Şubat
1954’de yine ordu tarafından yapılan askeri darbeler ile yönetim el
değiştirmiş, bu Arap ülkelerinin yanı sıra İran’da da 1953 yılında Musaddık
yönetimi bir askeri darbe sonucu son bulmuştur. Komşu Müslüman devletlerdeki bu
bir seri darbe de ordu içindeki bu yapılanmalar için önemli birer örnek olmuştur.
Bu darbelerden Irak’ta yapılan darbe başta Menderes olmak üzere hükumette de
genel bir endişe yaratmış
ancak kısa süre sonra bu endişe sert siyasi kavgaların arasında unutulup
gitmiştir.
Yani 1960 yılına gelindiğinde ülkede bir darbe olması
için tüm şartlar oluşmuştu. 27 Mayıs 1960’ta ordu içinde örgütlenmiş bir grup,
yönetimi devirmek için müdahale ettiğinde mevcut durumdan mağdur olmuş geniş kitleler
ve değişim isteyen yeni burjuvazi tarafından destek gördü. Diğer
siyasi partiler ise darbe kendilerine dokunmadığı ve hatta avantaj
sağlayabileceği için doğrudan olmasa bile sessiz kalarak veya yönetimde
işbirliği yaparak darbeyi dolaylı olarak ta olsa desteklediler. Burjuvazinin
hızlı gelişimi ve yönetimde iplerin tamamen politikacılara geçmesi sonucu
etkinliklerini yitiren sivil bürokrasi de darbeyi desteklemiştir.
Darbe İttihat ve Terakki darbesinde olduğu gibi emir
komuta zinciri içinde yapılmamış, daha çok genç subayların oluşturduğu
örgütlenme tarafından gerçekleştirilmişti. Onlar da İttihatçıların alaylı
subayları görevden uzaklaştırması gibi gelişmeye engel olarak gördükleri bazı
subay ve generalleri tasfiye etmekle işe başladılar. Siyasetçilerle birlikte
başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere birçok asker de yargılandı.
Darbeden sonra Milli Birlik Komitesi (MBK) adıyla 38
kişilik bir grup oluşturuldu ve Mayıs-Ekim 1960 arası bu komite iktidardaydı.
Daha sonra, ordu destekli İnönü hükümetleri kurulsa da sivil siyasete geçiş
süreci sorunlu oldu. Cemal Gürsel liderliğindeki MBK yasama organı olmanın yanı
sıra fiilen perde arkasındaki kabine gibi hareket etmekteydi. MBK lideri Gürsel
ve general arkadaşları iktidarı sivillere devretmeden önce bu erken dönüşe
muhalefet eden komite üyelerini bertaraf etmek zorundaydılar. Bu durum, MBK
içinde krize yol açtı ve bazı gruplar komiteden atıldılar. Bu tasfiyenin bir
sebebinin de rütbeler arası çekişmeler olduğu bilinmektedir.
Darbeciler, gerek eski mevcut siyasi sistemin, gerekse
ekonomik sistemin mahsurlarını giderecek ve kendilerine destek veren değişik
kesimlerin beklentilerine cevap verecek değişiklikler yaptılar. Tek parti
iktidarlarının baskıcılığını dengelemek için parlamentoyu iki kanatlı hale
getirerek yasama yetkisini böldüler. Böylece millet meclisinde bir parti
çoğunluğu ele geçirse bile senato hükümeti dizginleyebilecek bir organ olarak
ortaya çıkıyordu. Çoğunluğun tahakküm riskine karşı yeni bir denetim organı
olarak Anayasa Mahkemesi kuruldu. Ekonomideki başıboşluğu ortadan kaldırmak
için Devlet Planlama Teşkilatını kurdular. Üniversiteler ve işçi sendikaları
daha demokratik ve daha güçlü hale getirildiler. “Sosyal Devlet” ilkesi
anayasaya girdi. Hiçbir darbeciden beklenmeyecek kadar demokratik bir anayasa
yaptılar. Sanayi için koruma duvarları oluşturdular ve desteklediler. İthal
ikameci ve korumacı bir ekonomik politika ortaya koydular.
Öte yandan politikayı kontrol edebilecek yapılar da
oluşturdular. 1961 Anayasası’yla birlikte Silahlı Kuvvetler, anayasal bir kurum
olan MGK aracılığıyla Bakanlar Kurulu’na eş düzeyde bir konuma yerleştirildi.
Böylece MGK, Bakanlar Kurulu ile askeri bürokrasi arasında bağlantı da kuran
bir kurum durumuna getirilmiştir. Öte yandan ordudaki bazı yeni müdahaleci
hareketler de devam etmekteydi. Başarısız bazı darbe girişimleri ortaya çıktı
ve hepsi cezalandırıldı. 1962 ve 1963 arası dönemde de çeşitli komplo
hareketleri gözlemlenmektedir. Bu istikrarsız dönemin yatışmasından sonra
göreli de olsa bir asker-sivil uzlaşısı ortaya çıktı.
Askerlerin kendilerini siyasal ve yönetsel alanda
konumlamalarının, onların kendilerini Atatürk Devrimlerinin savunucusu olarak
görmelerinden güç aldığı bilinmektedir. 1961 Anayasasının getirdiği özgürlükler
sonucunda Türkiye’de siyasi ve toplumsal yapıda o anda dünyadaki gelişmelere
daha koşut ve bunlardan daha fazla etkilenen bir ortam yaratmıştır. Tüm dünyada
olduğu gibi siyasi akımlar hızla güçlenmeye ve çatışmalar yönetici elitten tüm
topluma doğru yayılmaya başlamıştır. Bu durum ise toplumda yeni kutuplaşmalara
ve çatışmalara sebep olmuştur. Bunu ülkemizdeki hızlı ekonomik ve toplumsal
değişim de tetiklemiştir.
1950-1960 yılları arasında gelişmeye başlayan özel sektör,
1960 darbesinden sonra da devlet destekli olarak büyümeye devam etmiştir.
Uygulanan ithal ikameci ekonomi politikaları sayesinde mevcut sanayi
kuruluşları yükselişe geçerken bunlara yenileri de eklenmeye başlamıştır. Gümrük
vergisi duvarlarıyla korunan sanayi üretimi oldukça artmıştır. Artan sanayi
üretimi ile birlikte şehirlerde kurulan fabrikalar artmış, milli gelirin
neredeyse yarısı sanayiden elde edilmeye başlamıştır. Bu durum ise zaten mevcut
olan köyden kente göçü bir çığ haline getirmiştir. Hızlı kentleşme beraberinde yeni
sorunları da getirmiştir. Şehirlerin etrafında geniş bir gecekondulaşma
oluşmuş, işçi sayısı hızla artmış, sendikalar güçlenmiş, bu da sosyal ve siyasi
alanda yeni çalkantılara sebep olmuştur. Bu dönemde sağ ve solda kurulan yeni
siyasi örgütler artık aralarında çatışmaya başlamışlar ve ülke genel bir kaosa
doğru sürüklenmeye başlamıştır.
Bu durum Silahlı Kuvvetlere de yansımış, orduda aşırı sol
örgütlenmeler artmış ve bunların bir darbe yapacağına dair beklentiler oluşmaya
başlamıştır. Ordu-siyaset ilişkisi bakımından bu dönemdeki önemli bir olay, o
zaman Hava Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Muhsin Batur tarafından sivil
otoriteye verilen muhtıradır. Batur, Ocak 1970’te siyasal, ekonomik ve sosyal
bunalımlara referans veren ve reformların gerekliliğini vurgulayan bir dosyayı MGK’ya
sunmuştur. Ancak bu muhtıralardan bunalımların tasfiyesi veya reformların
icrası gibi neticeler çıkmamıştır.
Muhtıranın
ardından; parlamento feshedilmemiş, partiler kapatılmamış ve anayasa askıya
alınmamıştır. Fakat bu darbe de koşulları çok değiştirmiştir. Askerler, tarafsız
bir teknokrat hükümet istiyordu ve bunun için tarafsız bir başbakan gerekiyordu
bununda meclis içinden çıkması lazımdı ve güvenoyu alması şarttı. Sonunda CHP
Kocaeli milletvekili Nihat Erim üzerinde anlaşıldı.
Erim hükümeti toplumun ekonomik ve sosyal yapısının
değişimine yönelik birtakım yasa tasarıları hazırlayıp, parlamentoya sunmuş
ancak TBMM’nin tepkisiyle karşılaşmıştır. Öte yandan, muhtırayı sunan askerler
yasal çerçevede kimi değişikliklere gitmişlerdir. 22 Eylül 1971’de yapılan kanun
değişikliği ile sıkıyönetim konusunda yeni düzenlemelere gidilmiş; “Savaş hali,
ayaklanma olması ya da vatan ve rejime karşı kuvvetli bir eylem olduğunu
gösterir kesin belirtilerin meydana çıkması gibi sıkıyönetim ilanını gerektiren
hallere, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü içten veya dıştan tehlikeye
sokmak veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet
hareketleri gibi haller’’ de eklenmiştir.
12 Mart müdahalesi yalnız iktidardaki Adalet Partisi
açısından değil, Türk siyasal tarihi açısından da bir kilometre taşı olmuştur.
Çünkü bu tarihten itibaren 1961 düzeninin getirdiği özgürlükler askerler
tarafından budanmaya başlanmış ve bu durum 12 Eylül darbesi ile sürdürülmüştür.
Muhtıra sonrası rejim ekonomide de bazı gelişmeleri
beraberinde getirmiştir. Sanayi artık belirli bir seviyeye gelmiş, kendisi ufak
tefek teknoloji üretmeye başlamıştır. Bu dönemde özel sektör artık devletin
korumasından kurtulmaya ve kendi başına ayakta duracak hale gelmeye başlamıştır.
Bundan sonra devletin ekonomide ve özel sektör üzerindeki ağırlığı azalmış,
devlet daha çok genel planları yapan ve özel sektörün önünü açan bir konuma
gelmiştir. İleri ithal ikameci denilen bu sistem ile özel sektör artık yabancı
sanayi devleriyle teknoloji transferi ve ortaklık anlaşmaları yapmaya başlamıştır.
Mart 1973’teki cumhurbaşkanlığı seçiminde, siyasetçiler
askerlere karşı birleşerek güçlerini göstermiş ve gücün tekrar politikacılara
geçtiğinin işaretini vermişlerdir. 1961 ve 1965’te Meclis, komutanların sunduğu
adayları cumhurbaşkanlığı makamına seçmesine rağmen, 1973’te komutanların adayı
olan Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler yerine siyasi partilerin adayı olan
Oramiral Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu durum ise 12 Mart rejiminin
fiilen sonu olmuştur.
1970’li yıllarda özel sektör gelişmesine devam ederken
siyasi çalkantılar ve gençlik hareketleri iyice artmıştır. Bu durum ülkeyi yeni
bir açmaza sürüklemeye başlamıştır. Grevler, işyerlerinin tahribi vb.
sebeplerle sanayi üretiminde duraklama yaşanmaya başlamış, siyasi partiler
kısır bir döngü içinde kaldığından ülkenin sorunlarına çare bulamaz hale
gelmişlerdir. Ülkede yaşanan iç çatışmalar, ekonomik krizler, darboğazlar ve
karaborsalar toplumda genel bir ümitsizlik havası yaratmış, politikacılar
bunlara çözüm getirmekte yetersiz kalınca insanlar bir kurtarıcı bekler duruma
gelmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yasal süresi içinde yapılamaması ve
yeni bir siyasi kriz içine girilmesi üzerine 12 Eylül 1980 yılında ordu
yönetime el koymuştur.
Bu darbe emir komuta zinciri içinde yapıldığından,
darbeciler kısa sürede hem ordu içinde hem de tüm ülkede kontrolü sağlamayı
başarmışlardır. Anarşinin sona ermesi, karaborsa ve darboğazların ortadan
kalkması gibi sebeplerle darbe geniş halk kitlelerinin desteğini almıştır.
Burjuvazi de, üretim için gerekli istikrarı getirdiği için darbeyi
desteklemiştir.
12 Eylül yönetimi, geçiş süresinden sonra yeniden serbest
seçimlere gitmiş ve yönetimi sivillere devretmiştir. Bu dönemde yapılan
düzenlemelerle hayatın neredeyse tüm alanlarında geniş ve derin değişiklikler
yapılmıştır. Bunlardan en önemli değişim ise ekonomi alanında olmuştur. Demirel Hükümeti’nin 24 Ocak 1980‟de yürürlüğe
koyduğu ekonomik istikrar programı askerlerce aynen korunmuş, buna ilaveten
ekonomide daha liberal yöne doğru bir gelişme yaratılmıştır.
1982 Anayasası’nın askeri otoriteye kazandırdığı yeni
yetkilere bakacak olursak, bu Anayasanın muhtelif hükümleriyle askerlerin sivil
yönetime geçişten sonra da devletin genel düzeni içinde etkili olmasını
sağlayan bazı garantiler elde ettiğini görürüz. Kenan Evren, anayasa gereği
Cumhurbaşkanı parlamento tarafından seçilmesi gerekirken, halkoyu ile
Cumhurbaşkanı olmuştur. Bu da kendisine olan halk desteğini göstermiş ve
darbeye meşruiyet kazandırmıştır.
1982 Anayasası’nın askeri otoriteyi güçlendirdiği bir
diğer nokta da Milli Güvenlik Kurulu’nun düzenlenmesinde ortaya çıkmıştır. Buna
göre, kurulun asker üyelerine sayısal üstünlük sağlanmasıyla kararların
bağlayıcılık rolü pekişmiş ve askerin sistem üzerindeki vesayeti artmıştır.
Diğer taraftan, 1982 Anayasası’nın geçici 15’inci maddesi ile Milli Güvenlik
Konseyi üyelerine ve 12 Eylül rejimindeki işlemlere sağlanan yargı bağışıklığı
da önem taşımaktadır. Çünkü bu yargı
bağışıklığı ile askeri yönetim süresince çıkarılan kanunlar, kanun hükmünde
kararnameler ve diğer tasarrufların anayasaya aykırılığı iddia edilemeyecektir.
Askeri yönetim, yapılan seçimler sonrası 6 Aralık 1983’te
resmen noktalanmıştır. 20 Mayıs 1983’te kurulan Turgut Özal’ın partisi (Anavatan
Partisi) seçimlerden galip çıkmış ve 1983’ün son günlerinde yönetimi
devralmıştır. 1980’lerde başlayan ve geleneksel siyasal yapıların çözülüşüne
tanıklık eden bu evrede, 1983 sonrası yavaş yavaş devlet-dışı aktörlerin (Sivil
Toplum Örgütleri) güç kazanmaya başladığı ve kültürel aidiyetlerin
siyasileştiği görülmektedir.
Bilindiği üzere Türkiye’de ithal ikameci sanayileşmeye
bağlı kalkınma modeli 1970’lerin sonlarına doğru bir bunalıma girmiştir. 24
Ocak Kararları ile Turgut Özal liderliğinde, kalkınma modelinin
ulusalcı-devletçi bir stratejiden köklü bir biçimde dünyaya açık liberal bir
stratejiye kaydığı görülmektedir. Bu bağlamda değişen ekonomik yapıya koşut
olarak siyasal mekanizmalar da değişime uğramış ve serbest piyasa ekonomisine
geçişle birlikte devlet, eski konumundan farklılaşmaya başlamıştır. Ekonomik
liberalleşmeyle birlikte İslami sermayenin ve tarikatların birer iktisadi aktör
olarak güç kazanmasıyla siyasal alandaki farklılaşmayı sermaye yapısındaki
farklılaşma izlemiştir.
Askeri yönetimin istikrara kavuşturduğu bir ortamda
yüksek bir parlemento desteğiyle iktidara gelen Özal, ülkede çok köklü bir
değişim yaratmıştır. Bunu yaparken de; devlete hâkim sivil bürokrasiyi zayıflatmış,
askeri bürokrasiyi de kendi kontrol ve denetimine almaya çalışmıştır.
Turgut Özal’ın
sivilleşmeye yönelik iki önemli başarısından söz edilebilir. Bunlardan biri
devlet protokolündeki yeriyle ilgilidir. Başbakan olduğu zaman yedinci sırada
olan yerini Özal, 1987 başlarında devlet protokolünde üçüncü sıraya alır.
Önceden ilk sıradaki Evren’i TBMM başkanı izliyor ondan sonraki dört sırada ise
Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin dört üyesi olan paşalar geliyordu. Özal’ın
sivilleşme yönündeki ikinci başarısı ise 1987 Haziranı’ndaki “Öztorun Paşa Operasyonu”
dur. Bu operasyon sivil otoritenin askeri otorite karşısında gücünü göstermesi
bakımından önemlidir. Öte yandan, Körfez Krizinde Özal’ın benimsediği tutum ve
Genelkurmay Başkanı Torumtay’ı ve Dışişleri Bakanlığı’nı bilgilendirmeden
adımlar atması asker ve sivil elitin büyük tepkini çekmiştir. Orgeneral
Torumtay bu olay sonrası istifasını sunmuştur. Silahlı Kuvvetlerin en üst
kademesinin uyarı ya da veto sunmak yerine istifasını sunması ordu-siyaset
ilişkilerinin seyri açısından öncellerinden farklı bir durum arz etmektedir.
24 Ocak ile başlayan ve ANAP hükümetleriyle devam eden
dönüşüm, 1990’larda siyaset, toplum ve ekonomide yeni aktörlerin ortaya çıkmasına
zemin hazırlamıştır. Bunlardan en önemlisi kısa sürede zengin olmuş yeni nesil
burjuva ve yeni şartlara göre değişim geçiren ve oldukça güçlenen tarikat ve
cemaatlerdir. Siyaset sınıfının bu aktörleri dışlaması sonucu gelişen toplumsal
kutuplaşma, bu yıllarda kriz dinamiklerini besleyen en önemli bir unsur olmuştur.
Geleneksel sağ ve sol ayrımının kaybolduğu ve siyasi partilerin temsil ve
meşruiyet krizlerine tanık olunan bu yıllarda, devletin ve milletin bölünmez
bütünlüğüne karşı PKK sorunu ile laik cumhuriyete tehdit olarak nitelenen
siyasal İslam ivme kazanmış bu ise asker-sivil ilişkilerini gerilimli bir
atmosfere taşımıştır.
1993'de Genelkurmay Başkanlığı'nın terörle mücadele
sorumluluğunu üstüne almasından itibaren asker-siyaset ilişkilerinin bir kez
daha 'uyumlu bir seyir' izlediği söylenebilir. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta çıkan
olaylar ve aydınların katledilmesi sırasında il valisinin zamanında garnizon
komutanından kuvvet talep etmemesi ve komutanın da müdahale etmemesi/edememesi
EMASYA Protokolünün hazırlanmasını gerekli kılmıştır. Daha sonra yürürlükten
kaldırılan bu protokol, benzer bir durumda garnizon komutanına, validen kuvvet
talebinde bulunulmasa bile olaylara müdahale hakkı vermekteydi.
24 Aralık 1995 genel seçimlerinden oyların yüzde 21,4’ünü
alan RP’nin sandıktan birinci parti olarak çıkması kimi asker ve sivil
çevrelerde yeni gerilimlere sebep olmuştur. Refahyol Hükümeti’nin kurulmasıyla
birlikte Cumhuriyet tarihinde ilk kez İslamcı bir partinin liderin Başbakanlık
koltuğuna oturmuştur. Siyasal literatüre “post-modern” darbe olarak geçen 28
Şubat Süreci, “çok eksenli ve çok aktörlü karmaşık değişim sürecinin ürettiği
sert çatışmaların bir sonucu” olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte laikliğin
tehdit altında olduğu iddiası seçimler sonrası kimi medya organları
aracılığıyla canlı tutulmuştur. Hükümetin görevden uzaklaştırılması için medya
ve “sivil” toplum üzerinden laiklik ilkesinin tehdit altında olduğu işlenmiş ve
TSK siyasal alandaki etkinliğini oldukça artırmıştır.
Bu dönemde, TSK’nın Refahyol Hükümeti’ni görevinden
uzaklaştırmak için başvurduğu yollardan biri de yargı mensuplarına, akademik
çevrelere ve medyaya sunduğu brifinglerdir. “Post-Modern” darbe olarak anılan
bu süreçte Refahyol Hükümeti son bulmuştur. MGK bu mücadelenin platformu haline
gelmiş, 28 Şubat 1997 günü MGK'da alınan kararlar hükümetin istifasına yol açmıştır.
28 Şubat’ın bir sonucu da Milli Görüş içinde bölünmelere
yol açmasıdır. Milli Görüş içindeki yenilikçi kanat AKP’yi kurarak 3 Kasım 2002’de
girdiği ilk seçimlerden mecliste çoğunluğu oluşturacak bir oy oranıyla çıkmıştır.
Gelenekçi kanat ise Saadet Partisi’ni kurmuş ancak çok büyük oy kaybına
uğramıştır.
Sonuç:
Tüm bunlara bakıldığında ordunun siyasete karışmasında
etkili faktörler şöyle sıralanabilir:
*Ordu Türk tarihi boyunca devlet yönetiminde hep önemli
bir konumda olmuştur. Bu durum ise siyasete müdahaleyi gelenekselleştirmiştir.
Bu da kronik bir durum yaratmıştır.
*Ordu sürekli olarak toplum ve devlet hayatındaki en
organize kuvvet olma konumunu korumuştur. Bu sebeple kriz anlarında da ilk
harekete geçen kuvvet olmuştur.
*Erken dönemlerden itibaren daimi bir profesyonel ordunun
devlet merkezinde bulunması ordunun siyasetten doğrudan etkilenmesi ve
siyasetin içine çekilmesinde etkili olmuştur.
*Ordu, sivil örgütlerden ayrı bir varlık olarak daima benliğinin
bilincinde olmuştur. Bu benlik duygusunu tarihi köklerine vurgu yaparak ta ölümsüzleştirmeye
çalışmıştır. Bu gün KKK’nın kuruluş tarihinin MÖ 209 yılına kadar uzatılması da
bu duyguların tezahürlerinden birisidir.
*Ordu daima mevcut düzenin (devletin) korunması ve devam
ettirilmesi yönünde hareket etmiştir. Mevcut sistem bir krize girdiğinde, bu
krize kimse tarafından çözüm bulunamayacağına kanaat getirdiğinde ve kendisi
müdahale ettiğinde de önünde kendisini durduracak hiçbir gücün bulunmadığına
inandığında harekete geçmiştir.
*Sadece orduyu huzursuz eden bir neden ortaya çıktığında
da isyan ve darbe hareketlerine girişildiği olmakla birlikte dirayet gösteren
liderler karşısında bunlar daima başarısızlığa uğramıştır.
*Ordu hiçbir zaman tek başına siyasete müdahale
etmemiştir. Mutlaka yanına etkili diğer güçleri de alarak harekete geçmiştir.
Bu Osmanlı’nın klasik zamanlarında genellikle esnaf ve ulema olurken, modern
zamanlarda bürokrasi, yargı mekanizması, basın, iş dünyası gibi sivil yapılar
da işbirliğine gidilen unsurlar haline gelmiştir. Çünkü ordu sivilleri işe
karıştırmadan asla devleti yönetemeyeceğini bilmektedir.
Bu sebeple her zaman mevcut durumdan memnun olmayanlarla dayanışma halinde
olmuş, bazen de bu kesimler orduyu harekete geçirmişlerdir.
*Ordu, yönetimde güçlü bir lider olduğunda veya işler
yolunda giderken hiçbir zaman siyasete müdahale edememiştir. Ordu etkin bir
güce değil, daima etkin gücün zayıflamasına isyan etmiştir.
*Eğer ülke ekonomisinin düzeyi ordunun içinden
çıkabilmeyi gözüne kestirdiği derecede azgelişmiş ise doğrudan darbe yaparak
siyasete müdahale etmiş, aksi halde buna cesaret edemeyip uyarılarla siyaseti
kendi mecraına çekme yoluna gitmiştir.
*Ordu hiçbir zaman yalnız gücüne dayanarak siyasete
müdahale etmemiştir. Uluslar arası konjonktür ve iç dinamikler de daima
müdahalelerde etkili faktörler olmuştur.
*Ordu’nun, savunma görevlerinin kapsamını geniş tutan bir
anlayışla, doğrudan askeri olmayan alanlarda karar alma sürecine katılma
eğilimine girmesinin temel sebeplerinden birisi de iktidardaki kadroların
yetersizliğidir. Savunma konularına ilgisiz ve bunu askerlerin sırtına
yüklemeye eğilimli, orduya esas görevi dışında birçok sorumluluk yükleyen ve
buna bağlı olarak geniş yetkiler veren yöneticiler orduyu kendi elleri ile
siyasete müdahaleye teşvik etmektedirler.
*Ordu her müdahalesinde bu hareketine bir meşruiyet
kazandırma ve toplumun benliğinde haklılık kazanmaya özen göstermiştir. Osmanlı
zamanında bunu Şeyhül İslam’dan fetva alarak sağlarken cumhuriyet döneminde askeri
yönetimi ve onun hazırladığı anayasayı halkoylamasına sunup onaylatarak yapmaya
çalışmıştır.
*Darbeler birer sebep değil birer sonuçturlar. Sonuçlara
odaklanarak sorunları çözmek mümkün değildir. Sorun ancak nedenler ortadan
kalkarsa kalıcı çözüme kavuşturulabilir. Bu sebeple şu kadar demokratikleştik,
iç hizmet kanunundan şu maddeyi de çıkardık artık darbe olmaz diyenler hem
kendilerini hem de milleti kandırmaktadırlar. Uygun şartlar oluşunca olmayacak
hiç bir şey yoktur. Onun için eğer bir daha darbe olması istenmiyorsa uygun
şartların oluşmaması için gerekli (siyasal, sosyal, eğitim, hukuk vb. alanlarda
düzenlemeler) tedbirler şimdiden alınmalıdır.