.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

24 Aralık 2013 Salı

Polis Teşkilatının Sorunları:Genç polisler rahatsız.


Ulusal Post'ta (http://www.ulusalpost.com/polislerden-basbakana-sert-yanit-3756h.htm
okuduğum bir yazı üzerine Polis Kürsüsü adresine biraz baktım. Çok üzüldüm. 
Siyaset-Ordu-Tarikat/Cemaat çatışmasında da, Ordu tasfiyelerle pasifize edildikten sonra; Siyaset-Cemaat savaşında da hep arada kalan kurum Emniyet Teşkilatı oldu. 
Gezi olaylarında yine onlar öne sürüldü. Dolayısıyla sıradan insanlarda polise karşı bir antipati ve güvensizlik oluşturuldu.Ama ben dahil hiç kimse ''Yahu bu polislerin durumu nedir?'' diye düşünmedik.Bu sayfayı inceleyince aslında hatalı davrandığımızı düşündüm.

Osmanlı'da iktidarı ele geçirmeye çalışanlar ya Yeniçerileri veya Sipahileri kandırıp yanına çekmeye çalışırdı. Hangisi isyan etmişse yönetim de diğerini yanına çekip isyan edenlere karşı kullanırdı. Her ikisini de yanına çeken ise kesin başarı sağlardı.
Sipahiler bu süreçte etkisizleşince İstanbul'da tek etkin güç olarak Yeniçeriler kaldı. Bunların elebaşıları siyasi ve ekonomik hiziplerle işbirliği yaparak devletin başına istediklerini getirdiler. Arada, hiç bir menfaati olmadığı halde bu olaylara karışan sıradan yeniçeri askerleri halkın nefretini üzerilerine çektiler. Sadece halkın değil, baştaki Padişahların da nefretini kazandılar. O sebeple gücü eline geçiren 2'nci Mahmut, akıl almaz acımasızlıklarla Yeniçerileri son neferine kadar öldürmeye girişti. Ölen yeniçerilerin cesetlerini korkudan kimse sokaklardan kaldırıp defin edemedi. Ölü askerleri sokak köpekleri yedi.Ama onları kullananlar ortada görünmüyordu. Artık yeni güç padişahtı ve herkes padişaha yaranma peşine düştü.Padişahın baş yardımcısı ise yine bir yeniçeri ağasıydı.

Ben bu polislerimizi yeniçerilere benzetmek istemiyorum. Ama durumları en az onlar kadar kötü. Yukarıda kritik makamlardaki amirleri; politika ve cemaat sarmalında belirli odaklara yamanmış, altta acı çeken personelin durumunu hiç umursamamaktadırlar. Bakın, hiç sıradan polisten bahseden var mı? Bu insanlar ne yapıyor, ne sıkıntıları var, ne düşünüyorlar kimsenin umurunda yok. Varsa yoksa; falanca müdürlükleri cemaatin adamları işgal etmiş, şimdi onlar görevden alınıp hükumetin adamları bu görevlere atanıyormuş haberleri. Sanırım bu durum kurum tabanını çok rahatsız ediyor.

Polis demek; toplumun en problemli kesimi ile muhatap olan insan demektir. Hırsızı, dolandırıcıyı, teröristi, kaçakçıyı, uyuşturucu satıcısını biz her zaman görmeyiz ama polis hep bunlarla uğraşır. Yani sıkıntılı ve stresli bir iş yapıyorlar. Maaşları yeterli mi? Bence çoğu memur gibi değil. Sosyal imkanları nasıl? Oldukça yetersiz. Eğitim durumları nedir? Çok ta yüksek değil. Peki sorunları ile ilgilenen var mı? Siteden anladığım kadarıyla yok.

Ben çalışırken polis askerlerim de oldu.Çoğunluğu gariban, iyi niyetli, vatansever çocuklardı. Yamuk adam pek görmedim.Yamukluk üst seviyedeki bazı personelde sanırım. Akademide cemaatçi hocalarca yetiştirilen ve mezun olduktan sonra da yükselmek için politikacılar ve diğer güç odakları ile yakın ilişki içinde olanlarda. Alt seviyedekiler ise işin pisliğini kaldıran ve hep topun ağzında olan garibanlar. Bu adamlar bu kadar zor bir işle meşgulken bir de son zamanlardaki gerilimi yaşamak zorundalar. Türkiye bu strese dayanamazken bunlar nasıl dayanacak? Nitekim bu yıl polis intiharları rekor seviyelere çıkmış. 

Kim ne düşünürse düşünsün, ben polislerimiz için üzülüyorum. Tüm mesleki kariyerleri siyasetçilerin ve onların atadıkları (kendi adamları) amirlerin elinde. Polise sahip çıkılması lazım. Emniyet kurumuna sahip çıkılması lazım. Kurum da, polislerimiz de; cemaat ve siyaset sarmalından korunması lazım. 

Bu siteyi bir defa inceleyin. Göreceksiniz ki siz de en az benim kadar üzüleceksiniz.

Hani eskiden gazetelerde yazılar çıkardı; ''Genç subaylar rahatsız!'' diye. Benzetmek gibi olmasın ama genç polisler gerçekten rahatsız. Bunu da artık gizlemiyorlar. Bakın aşağıdaki yazıyı bu polis sayfasından aldım. Okuyunca rahatsızlığın seviyesi ve boyutunu siz de göreceksiniz.
Saygılar sunarım.

"HERKESİN" POLİSİ...

ne "kaldırımda yatmak" destan;
ne "eldeki tespih" hüsran..

ne "küflü kumanya" yiyen kahraman;
ne "lahmacun" yiyen oyunbozan..

utanmaz rüşvetçinin
haksız rekabetçinin
doymaz sitasetçinin
suçuna polisi çekmeyin..

karaların akların
gasp edilen "hakların"
kirli ittifakların
içine polisi çekmeyin..

birisi ordan gaz verdi
biri "komplo" dedi durdu
herkes göreceğini gördü
boşuna polisi çekmeyin..

İmza:
"bir yerin" değil, HERYERİN,
"birinin" değil, HERKESİN polisi ...








Fethullah Gülen Cemaati ve AKP Hükümet savaşının sebepleri.



3.12.2013 Tarihinde; ''Kılıçdaroğlu ABD'ye niye gitti? Tarikat, cemaat, siyaset ve ABD ilişkileri.''  Başlığıyla Yazdığım Uzun Bir Yazının Son Bölümünü Burada Tekrar Yayınlıyorum. Çünkü bu günlerde yaşanan olaylar açısından oldukça güncel ve isabetli bilgiler vermişiz.

Cemaatçiler, Silahlı Kuvvetlerin etkisiz hale getirilmesi operasyonunda o kadar başarılı oldular ki, başlangıçta buna kendileri bile şaşırdılar. Çünkü silahlı kuvvetler bu tür bir saldırıya hazırlıklı değildi. Fakat kısa süre sonra bu başarı başlarını döndürdü ve pervasızca hareket etmeye başladılar. Devlet içinde devlet haline gelip her istedikleri yeri kendilerininmiş gibi işgal etmeye giriştiler.

Bu durum doğal olarak hükumet çevrelerini rahatsız etti ve iki taraf ta bir birine karşı mevzi almaya başladılar. Daha sonra cemaatin uluslar arası politikaları ile hükumetin uluslararası politikaları birbirine uymamaya ve çatışmaya başladı. Cemaat liderinin emir verir tarzda konuşmaları, kendisi de bir liderlik histerisine kapılmış olan başbakanımızı giderek daha da rahatsız etmeye başladı. Hele memur sınavları dahil her şeyin hükumetin müdahale edemeyeceği şekilde cemaatin kontrolüne girmeye başlaması kabul edilebilecek gibi değildi. Halk başbakana oy vermiş ancak devleti perde gerisinden Fuethullah Gülen idare etmeye başlamıştı. 

Bunun üzerine hükumet savaş planlarını yapmaya başladı. Bunu, içerideki adamları vasıtası ile öğrenen cemaat te (/kaset kayıtları, belgeler vb.) karşı saldırı için hazırlıklarına başladı. Çatışma bir süre suyun altında devam etse de cemaatin MİT Müsteşarı'nu yemeye çalışması, Mavi Marmara Olayında karşı cephede yer alması ve Gezi eylemlerinin cemaat tarafından el altından desteklenmesi artık çatışmayı gizlenemeyecek bir hale getirdi.

Cemaatin; Koç Grubu ve Sarıgül ile ilişkisi de ortaya çıkınca hükumet saldırı planlarını açıkça uygulamaya koydu. Polis istihbaratındaki cemaatçileri temizlendi, bazı devlet kademelerinde atamalar yapıldı ve Cemaatin ağırlık merkezi olduğunu değerlendirdikleri dershanelere darbeyi vurup cemaati etkisiz hale getirmeye girişildi. Cemaat de karşı saldırıya geçti ve bunu son zamanlarda kamuoyuna belge sızdırma sürecine kadar götürdü. Hükumet buna cevap olarak; Cemaatin şirketlerine ve cemaatle ilişkili kişilerin şirketlerine vergi denetimleri ile cevap verdi.

Şu anda herkes mevzilerini almış, birbirini kollamaktadır. Bu savaşın sonucu üçüncü tarafların tavrına göre değişebilir. Ancak esas önemli olan, cemaat ve hükumetin tabanını oluşturan insanlardır. Bu sebeple iki taraf ta seçilmiş kelimeler kullanarak bu kitleyi kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.

Yalnız önemli bir olay hızla yaklaşmakta ve hükumet cephesinde bir hassasiyet oluşturmaktadır. Yakında Yerel seçimler yapılacaktır. Bu seçimler hükumet için çok önemlidir. Çünkü hükumete olan desteği ortaya çıkaracak ve gelecek seçimler için bir gösterge olacaktır. Bu sebeple hükumet geçici bir ateşkes isteyebilir veya mevzii bir geri çekilme yapabilir. Ancak cemaati ikna edebileceğini sanmıyorum. Cemaat bu yerel seçimlerde, her yerde, hangi partiden olduğuna bakmaksızın, hükumetin karşısındaki en güçlü adayı destekleyecektir. Bunun sonucu olarak AKP birçok kalesinde belediye başkanlığını kaybedebilir.

Eğer Sarıgül İstanbul Belediye Başkanlığına seçilebilirse cemaat muhtemelen gelecek milletvekili seçimlerinde CHP'yi destekleyecektir. Zaten Kılıçdaroğlu da, hem cemaat çevrelerine hem de ABD'ye kendini pazarlamak için Washington'a gitmiştir. Muhtemelen kulağına bir şeyler fısıldanmış, görüşme ve talimat vermek için de oraya çağrılmıştır.  Eğer Kılıçdaroğlu ABD ve Cemaati ikna edebilirse gelecek günlerde Türkiye siyasi ve toplumsal yapısı yeni operasyonlara maruz kalacaktır. Bu operasyon sadece politik arenada değil, özel hayata ait görüntüler, yolsuzluk belgeleri ve ses kayıtlarının kamuoyuna sızdırılmasına kadar giden çok kanlı bir operasyon olacaktır.

Bekleyip göreceğiz.

Veya beklemeyip harekete geçeceğiz.

Türkiye şeyhler, dervişler devleti olmamalıdır.

Türkiye her istendiğinde operasyon yapılabilecek bir devlet de olmamalıdır.

Biz ne yapabiliriz?

Çok şey!

Ben tek başıma ne yapabilirim ki!

Yağmur damlası da küçücüktür ama milyonlarcası bir araya gelince sağanak olur, sel olur, gölleri, dereleri, denizleri doldurur.

Demokrasilerde her şey mümkündür.

Demokrasi de zaten bunun için iyi bir yönetimdir.

Saygılar sunarım.





22 Aralık 2013 Pazar

AKP Hükümetİ-Fethullah Gülen Cemaati ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)Savaşları.


(Fethullah Gülen Cemaati, paralel devlet, vesayet rejimi, yolsuzluk soruşturmaları, Balyoz davası, casusluk davası, Ergenekon davası, Zekeriya Öz, Cumhuriyet Baş Savcısı, polis.)


Burada konuyu uzun uzun incelemeye gerek görmüyorum. Çünkü olaylar çok taze ve halen yaşanmaktadır. Onun için doğrudan benim çıkardığım sonuçlara geçeceğim.

1. Ordu siyasete karışmamalıdır. Bunu için her türlü yasal ve idari düzenleme yapılmalıdır.

2. Tek parti iktidarı ve güçlü lider; demokrasi ve bireysel hak ve özgürlükler açısından zararlıdır. Mevcut yapı değiştirilmeli, güçlü hükumetleri dengeleyecek bir yönetsel yapı (mesela 2'nci bir meclis veya senato olması gibi) oluşturulmalıdır.
3. Cemaatler ve tarikatlar kontrol altına alınmalı, devlete ve siyasete hakim olmaları ve müdahaleleri önlenmelidir.

Devlet tüm milletin devletidir. Onun için millet tarafından yönetilmelidir. Ne askere, ne cemaatlere ve nede güçlü liderlere/partilere koşulsuz teslim edilmemelidir.

Toplum örgütlenmeli ve yönetimde etkin olma hakkı daha geniş halk tabakalarına yayılmalıdır.

Ben askerim, devletin sahibi benim zihniyetine,
Ben cemaatim, dindarım bu devlete ben çörekleneceğim diyen zihniyete,
Halk beni seçti, demokrasi demek sandık demek, onun için bir dahaki seçime kadar ne yaparsam yapayım bana karışamazsınız diyen zihniyete karşı tedbir alınmalıdır.

Demokrasilerde seçim yapılması halkın otoriter bir sisteme karşı kendini koruması için istediği zaman yönetimi değiştirme yetkisini elinde bulundurması içindir. Yoksa bazılarının anladığı gibi; halk beni şu kadar süre için seçti, bu süre zarfında ben her istediğimi yaparım, kimse de beni değiştiremez diyebilmesi için değildir. Yani demokrasilerde yönetimin değişmesi için halkın gelecek seçimi beklemek gibi bir zorunluluğu yoktur. İktidara gelince milletin beklentilerinden uzaklaşan, otoriterleşen, özgürlükleri kısıtlayan veya devleti genel anlamda iyi yönetemeyen partilerin iktidardan düşürülmesi için yapısal mekanizmalar kurulmalıdır.

Millet, bir partiye 4-5 sene ülkeyi yönetmesi için oy verdi diye o iktidarın her şeyine katlanmak mecburiyetinde değildir.

Milletin bu gücü elinde bulundurması ve etkili bir şekilde kullanabilmesi için sivil toplum güçlendirilmelidir.
Örgütlü, yönetime katılan, haklarını bilen ve sahip çıkan bir toplumda; asker de, din adamları da, güçlü liderler de toplum üzerinde tahakküm kuramazlar. Bu sebeple toplum örgütlenmeli, bilinçlenmeli ve hak ve özgürlüklerine sahip çıkmalıdır.

Saygılar sunarım.

15 Aralık 2013 Pazar

Çin-Türkiye-ABD üçgeninde füze savaşları? ABD ve Çin Türkiye için savaşacak.


Bu gün gazetelerde dikkatimi çeken çok önemli iki haber vardı. Biri; Çin'den alınacak füzelerle, diğeri de; Çin'in Ay'a indirdiği robot ile ilgiliydi.

ABD Kongresi, Türkiye'nin Çin’den füze alma ihtimaline karşı 2014 savunma yasasına bir madde eklemiş. Böylece Çin füzelerinin ABD ya da NATO sistemine entegrasyonunda ABD fonlarının kullanılması yasaklanıyormuş. Yönetim bu ay Türkiye’ye gidecek üçüncü bir füze timi hazırlamış. 

Anlaşılan ABD Türkiye'nin Çin füzelerini almasını engellemek için tedbir ve tehditlerini daha da artıracak. Bilindiği gibi Türkiye, Çin'den FD-2000 füzelerini CPMIEC firmasından almaya karar vermiş, ABD şirketi Lockhed Martin'e de 31 Ocak tarihine kadar bir teklif vermesini bildirmişti. Şimdi bu firma teklifini iyileştirirken ABD hükumeti de baskılarını artırarak bu firmanın ihaleyi almasını sağlamaya çalışıyor.

Öte yandan Çin; Chang'e-3 uzay aracının Ay’a bir robot gönderdiğini, robotun iner inmez Çin bayrağını Ay yüzeyine diktiğini ilan etmiş. Ay yüzeyinde birkaç ay çalışmaya ayarlanmış olan robot, Ay yüzeyine bir teleskop kuracak, bu teleskop atmosfersiz ortamdan uzay derinliklerinde gözlem yapacak ve Dünya'ya aldığı görüntüleri iletecekmiş.

Görüldüğü gibi Çin artık ABD'nin tartışmasız tek rakibi haline gelmiştir. Tüketim malzemelerinde ve ağır sanayide kalitesiz taklit ürünlerden yüksek teknoloji ürünlerine geçen Çin askeri malzeme üretiminde ve uzay teknolojisinde de ABD ile rekabete başlamış durumdadır.
Geleceğin savaşlarını uzaya, özellikle de yakın uzaya hakim olanın kazanacağını, savaşın boyutlarının dünya sınırlarını aştığını anlayan Çin, ABD'nin bu alandaki üstünlüğünü de yavaş yavaş yakalama ve geçme çabası içindedir. Uzay denince ilk akla gelen füze teknolojisidir. 
Eğer Çin füze teknolojisinde ABD ile yarışıp, hem de bir NATO ülkesi olan Türkiye'den ihale alabiliyorsa bu durum ABD üstünlüğüne vurulacak çok büyük bir darbe olacaktır. Bu tavır engellenmezse aynı tavrı takip eden başka batılı devletler de çıkabilecektir. Bu durum ABD silah endüstrisinin ihracatına darbe vururken pazar bulan Çin firmaları gelecekte ABD füze ve uzay sanayisinin üstünlüğünü alt edebileceklerdir.
Daha önceki bazı yazılarımda da belirttiğim gibi geleceğin mücadelesi uzay boyutunda olacaktır. Uzay sonsuz imkanlar sunduğu gibi sonsuz kaynakları da barındırmaktadır. Önümüzdeki yıllarda uzaya yerleşim muhakkak başlayacaktır. Dünya nüfusu çok artmış ve kaynaklar da hızla tükenmektedir. Ama uzayda binlerce yıl tükenmeyecek kaynaklar bulunmaktadır. Mesela Ay ve Mars demir açısından çok zengindir. Mars'ta demir yüzeyde küçük parçalar halinde işlemeye hazır durumda bulunmaktadır. Yani madeni işletmek kolay ve ucuzdur. Bazı gök taşlarının büyük oranda değerli madenlerden oluştuğu da bilinmektedir. İleride yaşamaya uygun yeni gezegenlerin tespit edilmesi de olasıdır. Bunlara ilk ulaşan devlet, Ümit Burnu'nu ilk kullanan Portekiz gibi, Amerika Kıtasına ilk giden İspanya gibi, daha sonra Kuzey Amerika'nın çoğunu ele geçiren İngiltere gibi gücüyle mütenasip olmayan bir sıçrama yaparak  tek süper güç olacaktır. Amerika kıtaları ve uzayın kaynaklarını kıyaslarsak, bu kaynaklara ilk el atan devleti bu makamından indirmenin de mümkün olmayacağı açıktır. Onun için ABD, Çin'in füze ve uzay çalışmalarından çok rahatsızdır. Aynı rahatsızlık Rusya'da da vardır ama Rusya o eski güçlü konumundan çok uzakta olduğundan açıktan fazla bir itirazda bulunamamaktadır.
Yani bu sadece basit bir silah satışı veya bu silahların NATO sistemine uyumlu olup olmadığı meselesi değildir. ABD-Çin üstünlük yarışının da bir uzantısıdır. Onun için ABD gelecekte baskılarını daha da artıracak ve bu ihaleyi kendi firmasının alması için gereken her şeyi yapacaktır. Eğer Türkiye kararında diretirse, bu kararı alanlar mutlaka cezalandırılacaktır. Ya genel anlamda Türkiye'ye bir şekilde dolaylı misilleme yapılacak veya bu kararı veren hükumetin altı oyularak iktidardan düşmesi sağlanacaktır
ABD bu tür bir sapmayı asla görmemezlikten gelemez. Çünkü bu durum ABD'nin geleceği ile ilgilidir. ABD, yalnız başına sıradan bir devlet olacaktır. Pazarını kaybettikçe ARGE için gerekli parayı ödetebileceği kendisine bağımlı devletler olmayacağından ARGE'ye daha az para ayıracak, Çin önünde üstünlüğünü kaybedecek, silah teknolojisi ve uzay araştırmalarında dezavantajlı duruma düşecektir. 
Saygılar sunarım.
Çin hakkında diğer yazılar: ekonomideğişimgüney asya politikalarıÇin-ABD savaşısavaşı kim kazanacakÇin-Abd-Rusya,Çin nedir? Çin'in tek çocuk politikası.

11 Aralık 2013 Çarşamba

Osmanlı'dan Günümüze Ordu Siyaset İlişkileri: İsyanlar, Darbeler ve Muhtıralar şeklinde Ordunun yönetime müdahalesi.



Ordudaki Değişim Sürecinde Ortaya Çıkan Gelişmeler,  2. Meşrutiyet Döneminde Ordu Siyaset İlişkileri ve Bunun Cumhuriyet Dönemine Yansımaları.


Özet:
Türk tarihine kısaca bakıldığında ordunun siyasal hayatta her zaman merkezi bir rol oynadığı görülmektedir. Toplumun askeri bir sistem içerisinde örgütlenmesinden kaynaklanan bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet merkezinde konuşlu merkezi, daimi bir ordu kurup devleti ve toplumu merkezi bir sistem olarak örgütlemesiyle yeni bir boyut kazanmıştır.
Devletin en organize unsuru olan bu askeri gücü bundan sonra her zaman iktidar mücadelesinin içinde olmuş ve belirleyici bir rol üslenmiştir. Padişahların ve devletin en tepesindeki yönetim mekanizmasının zayıflaması ile hem merkezde hem de çevrede yeni güç odakları ortaya çıkmış, ordu bazen bunlara karşı merkezin yanında yer alırken bazen de bunların bir kısmıyla işbirliği içinde yönetime müdahalelerde bulunmuştur.
Bu darbelere bakınca bunların genellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun iç dinamiklerinden kaynaklanan girişimler olduğu görülmektedir. Darbeler genellikle başta ulema olmak üzere devletin üst kademelerindeki hiziplerin kışkırtması ile merkezi ordu tarafından siyasete müdahaleler şeklinde gerçekleşmiştir. Bu isyan ve darbelerin temelinde siyasi ve ideolojik bir dayanak bulunmamakta, darbe ile amaçlanan yönetim değişikliği gerçekleşince ordu tekrar kışlalarına dönmektedir. Darbelerin hedefinde daima kişiler olmuş, o kişilerin bulunduğu makamlar ve yetkileri sorgulanmamıştır.
Ancak 3’üncü Selim’in başlattığı ve 2’nci Mahmut zamanında gerçekleştirilen köklü yenileşme hareketlerinden sonra durum tamamen değişmiştir. Padişah eliyle klasik güç merkezleri ve ulemanın etkisiz hale getirilmesi ve merkezi bir devlet yapısı ile güçlü bir bürokrasi oluşturulmasından sonra devlete bu bürokratlar hâkim olmuş, mücadele de bunlar ile padişah ve bunların kendi aralarında meydana gelmiştir. Bu bürokratlar siyasi olarak modernist ancak otoriter bir düzenin temellerini atmışlar ve devleti bu çerçevede yönetmişlerdir.
Ancak eğitim sisteminin yaygınlaşması, Avrupa’da meydana gelen devrimler, çeşitli fikir akımları vb. sebeplerle hürriyet, demokrasi, vatan, millet gibi kavramları ön plana çıkaran yeni bir aydın sınıfı oluşmuş, bunlar da hem padişaha hem de otoriter bürokratik yönetime karşı muhalefete başlamışlardır. Bu dönemde ordu henüz doğrudan siyasetin içine girmemiş ancak bazı generaller sivil bürokrat ve aydınlar ile birlikte siyasi olayların içinde bulunmuşlardır.
Bu dönemden sonra muhalefet hareketlerinin hedefi doğrudan padişahlık makamı ve onu simgeleyen sistem olarak gelişmiş, yönetimde bulunanların yetkilerinin sınırlandırılması yönünde hareket edilmiştir. Balkanlardaki ayrılıkçı hareketler, dünya konjonktüründeki değişiklikler gibi faktörlerden de etkilenen eğitimli genç subaylar giderek politik akımlara daha fazla rağbet göstermeye başlamışlardır. İsyan ederek tekrar meşrutiyeti getiren subaylar; ortaya çıkan karşı devrim hareketleri ile çok zor duruma düşmüş fakat gerçekleştirilen silahlı baskın ve darbe ile siyasetin merkezine hâkim duruma gelmişlerdir.
Bu dönemde dışarıdan gelen fikirlerden de etkilenen askerlerde kendilerini devletin ve milletin kollayıcıları ve kurtarıcıları olarak görme eğilimi başlamıştır. Bu durum kurtuluş savaşı sırasında da devam etmekle birlikte ordu siyasetin olabildiği kadar dışında tutulmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyetin kurulması ile güçlü bir bürokrasi ve tek parti teşkilatı vasıtasıyla ordu siyasetten daima uzak tutulmuş, siyasete hiçbir zaman müdahale edecek kadar bağımsız davranmamıştır.
Ülkede çok partili siyasi sisteme geçilmesinden sonra ortaya çıkan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar ve kendi aralarında amansız bir mücadeleye girmiş olan politikacılar sayesinde orduda tekrar statükoyu koruma yönünde darbeci refleksler ortaya çıkmış, bu durum 1970 ve 1980 yıllarında da aynı gerekçelerle harekete geçmiştir.
1990’lı yıllarda siyasette dinin ağırlık kazanması, artan terör olayları vb. sebeplerle ortaya çıkan istikrarsız durumda ordu tekrar koruyucu-kollayıcı reflekslerle statükoyu korumak için harekete geçmiş, siyasete müdahale etmiş ve darbe yapmadan, basın, burjuva ve diğer siyasi partiler vasıtasıyla hükumeti değiştirebilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Silahlı Kuvvetler, Darbe, Ordu, Yeniçeri, Muhtıra, Modernizm, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti.

Abstract: When you look back to Turkish History, you may see that The Army have always played a dominant role on political life. This situation that based on ‘’organising of all population in a military system’’took on a new dimention after Ottoman Empire constituted a central professional Army, deployed it in the capital city and organised the nation and tahe state in a centralist system.
This Professional armed force that was the most organised element of the state had always attend in power struggle and played a decisive role. While the sultans and the governance organisation started to weaken new Powers erased both in the center and other provinces.  The Army, some times had stood by the central goverment against these new Powers, sometimes collaborate with some of them to stage a coup against the central goverment.
When we investigate these military coups we can see that these attempts are usually erased depending on the inner Dynamics of Ottoman Empire. The military coup detats generally held as interventions to policy by central army with the encouragement of Ulema and political cliques. Generally there were no ideological basics of the rebellions and coup detats. When They achieved their goals Army went back to its' barracks.  The target of military coups had always been persons, the posts and authority had never been questionized.
But, after the radical reforming movements  started by Selim the 3’rd and  achieved during sultanate of Mahmut the 2’nd, the situation has totaly been changed.  After the classical centres of power and ulema passivated by the sultan and created a central state structure with a powerfull bureaucracy, the bureaucracy dominated the goverment,  struggle for power began to become between the bureaucrats  and sultan or between bureaucrats.  These bureaucrats were politically modernist but authoritarian and ruled the state in that manner.
However, because of the widespread of education system, with the effects of the revolutions in Europe and idealogical movements a new intellectual group who focused on the notions like freedom, democracy, homeland, nation occured and began to oppose to sultan and the bureaucratic manegement. During this era army hadn’t intervene the political life yet but some generals in cooperation with some bureuacrats attended in to political movements.
After this period the target of the opposition movements started to become directly the position of sultans and the political system that symbolize their autority and they moved to delimitate their autority.  Young officers who had been affected from the seperatist nationalist movements in Balkans and cyclical chances in the World, increasingly started to demand in political movements. Officers who achieved to bring constitutional system after uprising against the sultan, had fell in to a very dagerous situation when a counterrevolution occured but  after an armed raid they gained a dominant position on the center of the policy.
İn this era with the influence of ideological movements abroad, officers started to feel themselves as the defender and liberator of the nation and the state. Athough this feeling was going on during the independent war, army could have been warded off from the political life.  
After the foundation of teh Republic, with a mono party system and powerful bureaucracy The Army always had been kept away from policy, and it couldn’t have ever behaved as independednt as to intervene politic relations.
After multy party system began, a huge economic and politic instability emerged but political parties couldn’t have foundnd any solution for these problems because of the strict conflicts between eachother, because of this stuation new reflex of military coup detat, to the protect the status quo, started to awake in the Army, and this reflex acted in 1970 and 1980 with the same motives too.
İn 1990’s, because of the strenght religious effects on policy and increasing terrorist activities etc. a new instability started to occure and Armed Forces acted once more with the reflex of coup detat, intervened the political system and without any military coup, with the cooperation of media, bourgeoisie and other political parties the govermend was changed.

Key Words: Armed Forces, Military coup detat, Army, jannisary, Memorandum, Modernism, Constitutionalism, Union and Development Community, Republican People's Party, Democrat Party.


Giriş:
Türkler genellikle ‘’Ordu Millet’’ olarak tanımlanırlar. Bunun temel sebeplerinden birisi; tarih boyunca, en küçük boylardan en büyük imparatorluğa kadar Ordu’nun devlet ve toplum yapısının merkezini oluşturması ve buna bağlı olarak toplumda yaşayan ve eli silah tutan hemen herkesin aynı zamanda ordunun da bir üyesi olmasıdır.
Şüphesiz askerler devletten önce vardılar, hatta devletin basit şekli, savaşçı göçebe topluluklardaki askerî hiyerarşinin kurumlaşmasıyla oluşmuştur denebilir.[1] Türkler, Oğuz Han destanında da anlatıldığı gibi, daima daha devlet kurmadan önce ordu kurmuşlardır. Nitekim ilk Türk İmparatorluğu’nun kurucusu olan Mete(Mo-tun)’de[2] ilk önce, bu gün de Silahlı Kuvvetlerin kuruluş yılı olarak kabul edilen M.Ö. 209 yılında, onluk sisteme göre kendi ordusunu teşkil etmiş ve bu orduyu kullanarak bir imparatorluk kurmuştur. Göktürkleri, bağımsız bir imparatorluk haline getiren Bumin ve İstemi Kağan da önce küçük bir ordu kurarak işe başlamışlardır.
Bu durum, daha sonraki yıllarda da değişmemiş, Gazneliler Devleti’ni; Samaniler Devleti ordusunda bir general olan Alptekin,[3] Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu; Hazar Devleti ordusunda uzun süre görev yapan Tuğrul ve Çağrı Beyler kurmuş[4], Mısır ve Suriye’de kurulan Memluk Devletlerini yine askerler kurmuş ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşçı bir gazi olan Osman Bey kurmuştur. Türkiye Cumhuriyetini kuran kadronun çoğunluğunu da askerler oluşturmuştur.
Ordunun bu öncü rolünün sebebi esas olarak; Türklerde sivil teşkilatla askeri teşkilatın kaynaştırılarak yürütülmesinden, sosyal düzenin aynı zamanda askeri bir düzen haline getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Türklerde; aile, oba, boy, halk gibi sosyal yapılar, aynı zamanda; onluk, yüzlük ve binlik gibi askeri birlikleri de karşılıyordu. Yani savaş halinde bütün millet, iç teşkilatını değiştirmeye gerek kalmadan tek bir ordu gibi harekete geçebiliyordu.[5]
Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de değişmemiştir. Osmanlılar başlangıçta batı Anadolu’da Uç durumunda idiler. Bu devirde aşiret yapısı içinde oluşturdukları askeri birlikler ile akınlar yapıyorlardı. Osman Bey başarılı harekâtlar yapınca uç bölgesindeki diğer aşiretler de onun etrafında toplandılar. Bu dönemde askeri güç, atlı aşiret kuvvetlerinden oluşuyordu. Osman Bey’in başarılarının artmasına paralel olarak, Orta Asya alp geleneğinin İslamileştirilmiş hali olan gaziler ile garipler gibi unsurların da katılmasıyla daha karmaşık ve büyük bir askeri teşkilat oluşmaya başladı. Bunların katılımıyla Osman Bey ve askeri gücü, kutsal savaş veren bir nitelik kazanıyor, bu durum ise ordunun daha da büyümesine sebep oluyordu. Böylece Osman Bey kısa sürede önemli şekilde büyümüş bir ordusu ve bürokrasisi olan beylik teşkilatını kurmayı başarmıştır.
Osman Bey devleti kurarken, Vefai şeyhi Edebalı’nın manevi desteğini de aldığından devletin başlangıçtan itibaren dini bir vasfı olmuş dolayısıyla ulema başlangıçtan itibaren önemli bir sınıf olarak ortaya çıkmıştır. Dini grupların yanında, Ahi teşkilatının da desteğini kazanan Osman Bey, bu iki örgütlü grup ve aşiretlerin askeri gücü sayesinde devletin temelini atmıştır.
Bu dönemde ordu ağırlıklı olarak süvari birliklerden oluşuyor, süvari birliklerine verilen önem sebebiyle gayrimüslim unsurların süvari birlikleri de kullanılıyordu. Bursa’nın zaptı esnasında süvari birliklerinin kale kuşatmalarında yetersiz kaldığı görülünce; Orhan Bey daimi bir yaya ordusu oluşturdu. Aşiret kuvvetlerinden faydalanmaya devam edilirken, devletin büyümesinin ve daimi merkezi bir orduya ihtiyaç duyulmasının  gereği olarak; daimi süvari (müsellem) kuvvetleri de teşkil edildi.
Orhan Bey zamanında Osmanlı Ordusu; merkezi daimi orduyu oluşturan yaya ve müsellemler, aşiret süvari birlikleri ve Gaziyan, Abdalan, Ahiyan ve Baciyan gibi ahilere ve batıni mezheplere mensup kişilerden kurulu birliklerden oluşuyordu.
1361 yılında, 1. Murat zamanında, savaşta alınan esirlerden padişahın hakkı olan beşte birlik pay toplanarak vezir Çandarlı’nın öncülüğünde yeni ve daimi bir ordu oluşturuldu. Bunlara Kapıkulu askeri denildi. Kapı Kulu askerleri yaya ve süvari olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Yayalar; Yeniçeriler, Cebeciler ve Topçular’dan, Süvariler ise; Sipah, Silahdar, Sağ Ulufeciler, Sağ ve Sol Gariplerden oluşuyordu.
Artık Osmanlı Ordusu iki grup halinde teşekkül etmiş oluyordu: Merkezde bir daimi ordu (maaşlı Kapıkulu Askerleri) ve diğer bölgelerde Eyalet Askerleri (Tımarlı Sipahiler, Azap Askerleri, Akıncılar ile devletin egemenliği altına girmiş Hristiyan tebaanın oluşturduğu Voynuk ve Martolos gibi birlikler).[6]
Fetret Devrinden sonra fetihlerin durmasıyla, yeterince esir alınamayınca kapıkulu ocağına devletin vatandaşı olan gayrimüslimlerin çocuklarından uygun olanların asker olarak devşirilmesi kuralı getirildi. Böylece Yeniçeri Ocağı sürekli bir personel kaynağına sahip, merkezi bir ordu olarak gelişmeye devam etti. [7]
Yıldırım Beyazıt, ülkeyi merkezileştirip merkezde kuvvetli bir bürokrasi kurdu. Bu bürokrasinin personelini de daha çok kapıkulu ocaklarından yetişenlerden seçmeye başladı ve Kapıkulu askerlerinin sayısını 7.000’e çıkardı. Bu davranışı yüzünden eski aristokrat aileler kendisine cephe aldılar.
Yine de, Fatih’e kadar, devletin yönetiminde eski aristokrat ailelerin ve ulema sınıfından gelenlerin etkinliği devam ediyordu. Ancak, İstanbul’u fethedip devleti imparatorluk haline getiren Fatih tam bir merkezi imparatorluk teşkilatı oluşturdu. Kendisine direnebilecek tüm kesimleri yavaş yavaş ortadan kaldırdığından aristokrat aileleri de etkisiz hale getirmek istiyordu. Kapıkulu teşkilatının kurulmasından beri, gün geçtikçe zayıflayan aristokrat aileleri Çandarlı’nın idamıyla birlikte tamamen etkisiz hale getirdi. Fatih; ilk tahta çıktığında kendisinin tahttan indirilmesini sağlayan Yeniçerileri de cezalandırdı ve bunları tam olarak kendi kontrolü altına soktu. Kendi sarayındaki kapıkullarından ‘’sekban’’ adıyla Yeniçeri birlikleri oluşturarak merkezi orduyu 10.000 kişilik bir güce çıkardı.
Fatih bu düzenlemelerle, ordunun devlet işlerinde daha etkin bir konumda olmasını sağlayan bir yapının da temellerini atmış oldu. Sipahilerin ve Yeniçerilerin doğrudan padişaha bağlı olması, padişahın yeniçeri ocağının başı olması gibi özellikler de bu askeri grubun ülkede özerk ve ayrıcalıklı bir konum edinmesine sebep oldu. Fatih’in biri hariç bütün vezirlerini kapıkulları arasından seçmesi, kendi otoritesinin artmasına, aristokratların etkisiz hale gelmesine ve kapıkulu teşkilatının, yani devşirme askeri kökenlilerin devlet idaresinde ayrıcalıklı bir yere sahip olmasına sebep oldu. Bunun etkisi ise padişahın ölümünden hemen sonra kendini gösterdi. İstanbul’a giren Yeniçeriler, Cem Sultan’ı tutan Vezir Karamani Mehmet’i öldürerek Bayezid’i tahta çıkardılar. Fatih’in devleti ve padişahı korumak için güçlendirdiği bu askeri teşkilat fazla güçlenmiş ve bundan sonra devletin ve padişahların geleceğini belirleyecek ana unsur haline gelmişti.
Yeniçeri Ocağı kurulurken Babai dervişlerinin etkisinde iken 15’inci Yüzyılın başından itibaren kendisi de bir Babai şeyhi olan Hacı Bektaş-ı Velinin adıyla anılan Bektaşilik, ocağın temel dini inancı haline geldi. Bu durum ocağın kaldırılışına kadar devam etti. Ocağı bu şekilde bir tarikat ile başlangıçtan itibaren içli dışlı olması, daha sonra yapılan bütün Yeniçeri isyanlarında bu isyanların aynı zamanda dini gruplarca da desteklenmesinin temel nedenlerinden birini oluşturmuştur.
16’nci Yüzyıl ortalarında, Ordu’yu oluşturan merkezi birlikler yaya olan; Yeniçeri, Cebeci, Torçu, Top Arabacı ve birer bölüklü Humbaracı ve Lağımcılar’dan, süvari olan; Sipahi, Silahdar, Sağ ve Sol Ulufeciler, Sağ ve Sol Garipler’den oluşurken, Eyaletler ve Sınırdaki Birlikler ise; Tımarlı Sipahiler, Azaplar, Akıncılar, Deliler, Yayalar, Müsellemler, Yürükler, Canbazlar, Garipler, Tatarlar, Voynuklar, Gönüllüler, Beşliler, Farisan, Yerli Yeniçeriler, Cebeci ve Topçular, Mortoloslar, Yerli Humbaracılar, Yerli Lağımcılar’dan oluşuyordu.
Bu askeri düzen temelde 1826 yılına kadar kısmi değişikliklerle devam etmekle beraber Kanuni döneminde tüfek kullanacak asker ihtiyacı sebebiyle Anadolu’dan geçici sürelerle görev yapacak sekban ve saruca ismiyle ücretli askerler toplanmıştır.[8] Teknolojik gelişmelerin etkisi arttıkça bir zamanlar ordunun büyük kısmını teşkil eden Tımarlı Sipahilerin sayısında giderek hızlanan bir şekilde azalma yaşanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu kuruluşuyla birlikte deniz kuvvetleri oluşturmaya da başlamış, bu kuvvet 1. Murat zamanında oldukça genişlemiş ancak İmparatorluğun hiçbir döneminde en etkin kuvvet haline gelememiştir.  Kara Kuvvetleri her zaman devletin asıl askeri kuvveti olarak kabul edilmiş, deniz kuvvetleri daha çok; sahiller ve kıyıya yakın bölgelerinin emniyeti, asker ve silah nakletme, deniz hâkimiyeti mücadelesi, deniz yollarının korunması ve adaların fethi gibi faaliyetlerde kullanılmıştır. 16’ncı yüzyıl ortalarından itibaren yarım asır boyunca Avrupa’nın en önemli kuvveti haline gelen Deniz Kuvvetleri 17’nci Yüzyıldan itibaren tedrici bir şekilde bu gücünü kaybetmiştir.[9]
Kanuni’nin son dönemlerinden itibaren devlet; paranın değer kaybetmesi, ekonomik krizler, saray içi mücadeleler, seferlerin azalması ve savaşların çoğunlukla kaybedilmesi gibi sebeplerle sürekli krizler yaşamıştır. Kriz ortamlarını aşmak için mücadele edebilecek bir aristokrat sınıfı veya burjuvazi sınıfı ve batıdaki kilise teşkilatları gibi örgütlü güçlü dini yapılar olmadığından bu krizlerin sebep olduğu yönetim bunalımları, genellikle esnaf, ulema ve Yeniçeri işbirliği ile gerçekleştirilen isyan ve darbelerle aşılmıştır. Bu durum ise ordunun yönetimde daha etkin olmasına sebep olmuştur.
17’nci Yüzyıldan itibaren merkezi otoritenin zayıflamasına koşut olarak birçok bölgede ayanlar ortaya çıkmış ve giderek güçlenmişlerdir. Ayanlar, kendi bölgelerinden asker toplayıp yerel ordular kurmaya başlamışlar, böylece yeni bir askeri grup ortaya çıkmıştır.[10]
Osmanlı İmparatorluğu, erken dönemde daimi ve profesyonel bir merkezi ordu kurmuş, bu orduya ilaveten büyük askeri kuvvetler toplayabilecek şekilde toplum yapısını ve toprak sistemini düzenlemiştir. Bu sistemin sonucunda ordu; devletin de, politikanın da, ekonominin de, toplum yapılanmasının da, toprak sisteminin de merkezinde olmuştur. Bu güçlü konumuyla her zaman politikanın içinde olmuş, siyasete sadece müdahale etmemiş siyasetin belirleyicisi olmuştur. [11] Gerçi, tahta kimin çıkacağının belirlenmesinde; uç beyleri, ulema ve saray hizipleri vb. unsurlar da de etkili olmuş[12] ancak daima başta yeniçeriler olmak üzere askeri birliklerin desteğine ihtiyaç duymuşlardır. Bu durum ise ordunun siyasete daha fazla müdahil olmasına sebep olmuştur. Nitekim Osmanlı Sultanlarının üçte biri askeri müdahaleler sonucu tahttan indirilmiştir.[13]
Ardı ardına gelen askeri yenilgiler, sürekli isyan ve darbeler yüzünden silahlı kuvvetlerde yenilik yapılması düşüncesi ile bazı girişimler yapılmış, ancak mevcut konumlarını kaybedeceğini düşünen Yeniçeriler, çıkarları sarsılan diğer unsurlarla birlikte isyan çıkararak bu gelişmeleri daima engellemiştir.
Nihayet 2. Mahmut; siyasi ve askeri gelişmeleri iyi değerlendirerek[14] 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı tüm kökleri ve dayanakları ile birlikte adeta katliam denebilecek bir sertlikle ortadan kaldırmıştır.[15]
Bu döneme kadar olan isyanların en önemli sebeplerinden birinin Osmanlı İmparatorluğunun, daha çok erken dönemlerinden itibaren merkezi bir ordu kurması olduğu görülmektedir.
İsyan ve darbelerde diğer önemli sebep ise Osmanlı toplum yapısıdır. Osmanlılarda toplum genel olarak yönetici sınıfı ve reaya (halk) diye ikiye ayrılmaktaydı. Yönetenler; saray, seyfiye (askerler), ilmiye ve kalemiye diye dört gruba ayrılıyordu. Seyfiye sınıfı olan askerler devletin en organize olan gücünü oluştururken, ilmiye sınıfı; din ve hukuk işlerinden sorumlu olan insanlardan, kalemiye sınıfı da bugünkü anlamda bürokrasi diye tarif edilen evrak işlerini yapan insanlardan oluşmaktaydı.[16]
Geniş halk tabakaları çiftçilik, esnaflık ve tüccarlık gibi ana iş kollarında faaliyet gösteriyor, çiftçiler daha çok tımar sistemi içinde başlarındaki yönetici tarafından yönetilirken, esnaflar ise ahi teşkilatı altında teşkilatlanmış bulunuyordu. Görüldüğü gibi.sosyal ve siyasi yapı, devleti ve onu temsil eden padişahı merkeze koyan bir yapı halinde teşkilatlanmıştı. Padişahı ve diğer yönetici kesimi dengeleyecek, dizginleyecek bir kurum yoktu.
Toplumsal muhalefet hiçbir zaman yaşam alanı bulamadığından Osmanlı’da darbeler ve yönetim değişiklikleri genellikle başkentte yaşayan yönetici sınıf, ulema ve esnafların katılımıyla askerler tarafından yapılmıştır. İsyan ve darbelerin genellikle ideolojik veya sınıfsal bir yönü olmayıp daha çok devleti yönetmek isteyen hiziplerin çıkar çatışmaları ve yöneticilerin zayıflığı sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu isyan ve darbelere; ekonomik darboğazlar, paranın değer kaybetmesi, yoğun göçlerin yarattığı problemler, yönetimde ortaya çıkan yolsuzluklar ve baskılar, kaybedilen savaşlar, doğal afetlerin yarattığı yıkımlar, başkentte ortaya çıkan yiyecek sıkıntısı vb. hususlar uygun ortam hazırlamıştır.
Aslında sistemle bir sorunu olmayan darbeciler, sistemi değiştirmek bir yana sisteme uygun olarak derhal meşruiyet kazanma yoluna gitmişlerdir. Meşruiyet kaynaklarının başında da din gelmekteydi.  Daha isyanın başından itibaren, bazı din adamlarını kendi yanlarına çekmeye veya fetva almaya çalışmışlardır. Meşruiyet kaynaklarından biri de peygamber soyundan gelen seyit ve şeriflerin isyancıların yanında yer almalarıydı. Onun için bu kişiler de hep isyanlara katılmaya teşvik edilmiş veya zorlanmışlardır.
İsyanlar genelde uzun süreli iktidarların yarattığı rahatsızlıklardan kaynaklanmaktaydı. Uzun süreli iktidarlar, beraberinde kadrolaşmayı ve tekelleşmeyi getirmekte bu durum da zamanla kendine muhalif bir kitleyi ortaya çıkarmaktaydı.[17] Bu sebeple bu isyanların çoğuna askeri darbe demek bile doğru değildir. Bu darbeler askerlerin birer enstrüman olarak kullanıldığı saray darbeleridir.
Askeri isyanların artmasına rağmen cephelerdeki askeri yenilgilerin artmasıyla prestijleri sarsılan askeri bürokrasi 18’nci yüzyıldan itibaren devlet yönetiminde etkinliğini kaybetmiş ve sivil bürokrasi ile ulema daha ön plana çıkmıştır. Ancak darbe zihniyeti bu sivil kişilerde de değişmemiştir. Mesela, 1782 yılında vezir olan mülkiye sınıfından Ispartalı Halil Paşa, yenilik hareketlerinde yetersiz gördüğü 1. Abdülhamit’i indirip yerine 3. Selim’i getirmek için bir darbe planlamıştır.[18]
3’üncü Selim’e yapılan darbe de aslında yeniliklerin çıkarlarına zarar vereceğini değerlendiren ulema ve ayanlar tarafından çıkartılmıştır. Nizam-ı Cedit Ordusunun Napolyon’a karşı kazandığı başarı karşısında endişelenen yeniçeriler de ulema ile birleşerek 3’üncü Selim’i tahttan indirmiştir.
Bu dönemin eski devirlerden farkı, devletin zayıflamaya başlamasıyla ortaya çıkan ve giderek güçlenen ayanlar ve derebeylerin artık padişahın gücünü sınırlayabilecek bir güç haline gelmiş olmasıdır. Nitekim devlet merkezinin aşırı zayıflamasının kendi varlığını sürdürmesi için bir tehlike olduğunu değerlendiren Rusçuk ayanı, kendi birlikleri ile İstanbul’a gelerek bir karşı darbe yapmış ve 4. Mustafa’yı tahttan indirip yerine 2. Mahmut’u çıkarmıştır.
Aslında sistemde değişiklik yaratacak sonuçları olan ilk darbe de bu olmuştur. Bu darbeyi yapan Alemdar Mustafa Paşa, tüm ayanları İstanbul’a davet etmiş, gelen ayanlarla bir toplantı düzenlemiş ve ayanlar ile merkezi otoritenin yetkilerini belirleyen bir mutabakat hazırlatmış ve padişaha sunmuştur. Bu mutabakat Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezin yetkilerinin sınırlayan İngiltere’deki Magna Karta benzeri ilk belgedir. Ancak etkinliklerini kaybeden Yeniçerilerin yeni durumdan rahatsız olan diğer kesimlerle işbirliğine giderek yaptığı bir hükumet darbesi sonucunda Alemdar öldürülmüş ve bu mutabakat uygulanamadan ortadan kalkmıştır.
Bu darbeyi yetkilerinin kısıtlanmasından rahatsız olan 2. Mahmut’un da desteklediği veya bilerek isyana müdahale etmediği iddia edilmektedir. Bundan sonra diğer ayanları da teker teker denetim altına alan, direnenleri de ortadan kaldıran padişah, mutlak otoritesini kurmasına tek engel olarak gördüğü Yeniçeri Ocağı’nı, Yunanistan mağlubiyetinin askerler üzerinde yarattığı prestij kaybından da yararlanarak ortadan kaldırmıştır.
Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasından sonra 2. Mahmut, Batı’da olduğu gibi iktidara sadık bir ordu kurma çalışmalarına başlamış (Asakir-i Mansure-i Muhammediye) ve bu orduyu bürokratik yapı içinde kendisine sıkı sıkıya bağlamıştır. 2. Mahmut, Silahlı Kuvvetleri sadece silah ve teçhizat olarak değiştirmemiş, aynı zamanda komuta ve kontrol teşkilatını ve hiyerarşik yapısını da yeniden düzenlemiştir.
Bütün orduyu eskiden de var olan seraskerlik makamına bağlamış ve emir komuta birliği sağlayarak kontrolünü kolaylaştırmaya çalışmıştır. Bu makamı, bu günkü genelkurmay başkanlığı ve savunma bakanlığı yetkilerinin birleşimi olan yeni yetkilerle donatmış, yeni ordu için bir kanun hazırlatmış, mecburi askerlik sistemini kurmuş, Prusya ve Avusturya’dan askeri uzmanlar getirtmiş ve Avrupa’daki bazı askeri okullara öğrenciler göndermiştir.
2. Mahmut, Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren devlet yönetiminde söz sahibi olan askeri ve dini bürokrasiyi, bunlarla bağlantılı olan tarikat vb. yapıların tüm özerkliklerini sınırlamış, devletin yapısını tamamen dönüştürerek bürokratik, merkezi bir yapı kurmaya çalışmıştır. Bu sebeple; artık tüm avantajlarını yitiren sınıflar uzun süre seslerini çıkaramayacak, bunun yerine devlet yeni yetişen sivil bürokratlar tarafından yönetilecektir.
2. Mahmut bunları yaparak, etkileri bugünkü silahlı kuvvetlerimize kadar devam edecek olan yeni bir sistemin temellerini de atmıştır.[19] 1826 yılında Askeri Tıbbiye okulunu, 1831’de Mızıka-i Hümayun Mektebi’ni, 1834 yılında ise Mekteb-i Ulum-i Harbiye’yi kurmuş, etkinliği kalmayan Sipahi ordusunu ise tamamen ortadan kaldırmıştır. 1841’de, yerel komutanlar olan eyalet orduları teşkil edilmiş, merkezi bürokrasi güçlendirilerek ordu saflarındaki siyasileşme bertaraf edilmeye çalışılmıştır.
İktidarın, büyük ölçüde mülkiye sınıfının eline geçmesi, dış güçlerin devletin iç işlerine doğrudan müdahale eder hale gelmeleri, ordunu depolitize oluşu gibi sebeplerden dolayı artık isyan ederek padişahı tahttan indirebilecek bağımsız güçlerin etkinliği tamamen ortadan kalkmıştır. Bu açık güçler ortadan kalkınca yönetimin baskılarına karşı direnişler bundan böyle gizli örgütler eliyle yapılmaya başlanacaktır.[20]
Yeni ordu,  başlangıçta Prusyalılar da kullanılmakla birlikte, daha çok Fransız subaylar tarafından eğitilmeye başlanmış, bu subaylar ise ülkelerinden gelirken askeri kitaplarla birlikte Fransız İhtilali’ni hazırlayan düşünce adamlarının kitapları ve devrime ait yayınları da beraberlerinde getirmişlerdir. Modernleşme ve modern eğitim daha çok ordu üzerinden yürütüldüğünden kısa sürede batılı fikirlere aşina, Fransızca bilen ve modernist bir asker kitlesi oluşmaya başlamıştır.
2. Mahmut’un diğer önemli yeniliklerinden biri de; dış ilişkiler ile ilgili işleri yürüten Hristiyan veya Yahudi tercümanları görevden uzaklaştırarak bir tercüme odası kurmasıdır.  Buradaki görevlere Türk ve Müslüman kimselerin atanmış, 3. Selim zamanında başlayan fakat daha sonra ara verilen yabancı ülkelerin başkentlerinde kalıcı elçilikler tekrar açılmıştır. Tercüme odalarından yetişen ve Fransızca başta olmak üzere bazı batı dillerini öğrenen bu genç bürokrat kesimi daha sonra yurt dışındaki elçiliklerde atanmış, dünyadaki gelişmeleri daha yakından takip etmiş ve Osmanlı yenileşme hareketlerinde ve devlet idaresinde önemli görevler üstlenmişlerdir. Ordunun baskı altına alınması, Bektaşi Tarikatının Yeniçerilerle birlikte neredeyse tamamen ortadan kaldırılacak kadar etkisizleştirilmesi, devletin dini bürokrasisinin yetkilerinin birçoğu kaldırılarak zayıflatılması sebebiyle Osmanlı İmparatorluğunda 50 sene boyunca herhangi bir darbe yaşanmamıştır. Bu güçler zayıflarken, yeni yetişen hariciyeciler devletin yönetiminde etkin olmuş ve devletin modernleşmesi bunlar eliyle yürütülmüştür.
Aslında 1859 yılında, Abdülmecit’e karşı bir darbe örgütlenmesi ortaya çıkmış ancak bu grup daha darbe girişiminin başında etkisiz hale getirilmiştir. ‘’Kuleli Vakası’’ diye de bilinen bu olay çoğu yabancı yazarın iddia ettiği gibi büyük bir hareket değildir. 40-50 kişilik bir grubun planladığı[21] bu hareketin içinde bazı askerler de yer almakla birlikte hareketin mensupları; Şinasi gibi yazarlardan tarikat şeyhlerine ve eski kafalı yaşlı paşalara kadar çeşitli kişilerden oluşuyordu. Bunların siyasi görüşleri de birbirinden çok farklı idi.[22]
Ordunun politikleşmeye başlaması:
Abdülmecit,  genelde ılımlı bir padişah iken, onun yerine geçen Abdülaziz daha otoriter ve gücü kendi elinde toplama eğiliminde olan birisiydi.[23]Ancak 2. Mahmut zamanında Avrupa’ya gitmeye başlayan öğrenciler, Osmanlı askeri okullarında ders veren Avrupalı subaylar ve 1848 isyanlarından sonra Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan Macar ve Polonyalılar gelirlerken Avrupa’da yaygınlaşan özgürlük ve demokrasi fikirlerini de beraberlerinde getirmişlerdi.  Abdülaziz’in otoriter tavrı karşısında tepkiler bu dışarıdan getirilen fikirlerin de etkisiyle hızla güçlenmeye başlamıştır. Devleti idare eden bürokratlar ise modernist olmakla birlikte otokrat bir yönetim sergiliyorlardı.
Modernist ama özgürlükçü olarak yetişen yeni aydın ve yönetici sınıfı bu otokratik tavra karşı muhalefete başladılar. İlk örgütlü muhalefet; Namık Kemal’in de içinde bulunduğu bu aydınlar tarafından kurulmuştur. Bu kadro tarafından anayasal reform talepleri ortaya atılmaya başlanmış ve bunlar daha sonra ‘’Genç Osmanlılar’’ adını almışlardır. Genç Osmanlılar, mevcut sistemin anayasalı bir rejime doğru evirilmesi için mücadeleye başlamışlardır. Bu grubun içinde Namık Kemal gibi şair ve yazarlar, Ali Suavi gibi dindar ve hacı olan bir muhafazakâr ve Mustafa Fazıl Paşa gibi Mısır hanedanına mensup kişiler bulunmakta idi. Bu şahıslar, zaman zaman, başta Paris olmak üzere batılı ülkelere kaçıp faaliyetlerini orada sürdürdüler. Bu sürgün yıllarında; Türk tarihi konusunda kitapları olan Leon Cahun gibi yazarlar ile Paris ve diğer Avrupa şehirlerindeki ideolojik hareketlerin liderlerini de tanıma fırsatı buldular. Bu durum ise, daha sonra tüm tarihimizi etkileyecek fikir akımlarının ilk tohumlarının atılmasına sebep oldu.[24]
Siyasi arenada bunlar olurken, Silahlı Kuvvetler’de, Abdülaziz’in kişisel gayretleri ile büyük bir değişim ve gelişme yaşanıyordu. Osmanlı donanması, yeni alınan gemilerle birlikte, Avrupa’nın en güçlü üçüncü donanması haline gelmişti. Kara Kuvvetleri de aynı şekilde gelişmekteydi.
Bu arada Avrupa dengeleri de değişmeye başlamıştı. 1871 yılında, Prusya,  Fransa’yı yenerek Avrupa’da yeni bir süper güç olarak ortaya çıktı. Fransa, aldığı bu darbeden sonra gözden düşmüş ve genç Alman İmparatorluğu ilgi odağı olmaya başlamıştı. Bunun sonucu olarak; ordu için Alman ekolü örnek alınmaya ve Alman askeri heyetleri kısa süre sonra ülkeye gelmeye başlayacaktır.
Abdülaziz, devleti; Ali ve Fuad Paşaların desteğiyle yönetiyor, bunlar da muhalifleri kontrol altında tutmayı başarıyordu. 1868 yılında Fuad Paşa, 1871 yılında Ali Paşa ölünce yerine getirilen Mahmut Nedim Paşa aynı dirayeti gösteremedi. Artan dış borçlar, devletin bu borçlarını ödemekte zorlanması vb. sebepler de eklenince Abdülaziz’e karşı duyulan tepkiler iyice arttı.
1876 yılında, üç asker (Serasker, Donanma Komutanı, Harp Okulu Komutanı) ve iki sivil (Sadrazam, Adalet Nazırı) üst düzey bürokrat tarafından oluşturulan bir örgüt tarafından Abdülaziz tahttan indirildi. Darbeyi planlayanların içinde asker de olmasına ve darbenin sarayın karadan ve denizden askeri birliklerce kuşatılarak gerçekleştirilmesine rağmen bu darbe askeri bir darbe olarak değerlendirilemez.  Çünkü bu darbe, ordunun ayaklanması şeklinde değil, üst düzey birkaç askerin sivil bürokratlarla birlikte yaptığı saray darbesi şeklinde cereyan etmiştir.[25]
 Darbe sonrası, Şehzade Murat tahta geçirilmiş ancak bazı ruhsal sorunlar yaşayınca iktidardan uzaklaştırılarak yerine Meşrutiyeti ilan etme sözü veren 2. Abdülhamit tahta çıkarılmıştır. Tahta çıkar çıkmaz, iktidarını güçlendirmek ve gücü elinde toplamak isteyen 2. Abdülhamit, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nin yarattığı yıkımdan da faydalanarak, meclisi bir daha toplamamış ve daha otoriter, daha saray odaklı bir yönetim oluşturmuştur.
Abdülhamit önce, kendini iktidara taşıyan Meşrutiyet taraftarı üst düzey sivil ve askeri bürokratları etkisiz hale getirdi. Daha sonra, ordu ve donanmayı kontrol altına alarak bütün devlet yönetimini tamamen kendi eline geçirdi. Abdülhamit, kendi iktidarına en büyük tehdit olarak orduyu gördüğünden, batılı fikirlerden etkilenmiş okullu subayları uzak bölgelere atayıp, merkezde kritik görevlere hep kendisine sadık alaylı subayları yerleştirdi. Muhalefet odaklarını ortadan kaldıran, orduyu kontrol altına alan, kurduğu istihbarat teşkilatıyla her türlü yönetim aleyhtarı hareketi derhal bastıran Abdülhamit,  uzun süreli istibdat yönetimiyle ülkeyi idare etmiş, bu sebeple kendisini tahttan indirebilecek bir kadro ortaya çıkamamıştır.
 Fakat öte yandan yönetimde oldukça baskıcı ve otoriter olan Abdülhamit, devlet idaresinde modernist adımlar atıyordu. Eğitimi ülkenin geneline yaygınlaştırmaya çalıştı.[26] Askeri okullar ülke çapında yaygınlaşmış, birçok yerde askeri lise ve harp okulu kurulmuştu. Abdülhamit, farkında olmadan kendine muhalif askeri bir sınıfın oluşmasının temellerini atıyordu.  Abdülhamit’in diğer bir kararı ise, bu sınıfın siyasi yapısı ve dünya görüşünü derinden etkileyerek belki de iktidarının sonunu hazırlayan esas amil olmuştur. Abdülhamit, Avrupa’da oluşan güç mücadelesinden yararlanarak denge politikaları uygulamış, İngiltere ve Rusya’ya karşı Avrupa’nın yeni süper güçlerinden olan Almanya’ya yanaşmaya başlamıştır. Bu kapsamda orduya Alman uzmanlar ile askeri okullara yetenekli Alman öğretmenler getirmiştir.
Bu öğretmenler ise, Osmanlı Ordusu’nun yeni yetişen subaylarına, özellikle de kurmay subaylarına, Alman militarizminin temel fikirlerini aşılamışlardır. Almanya’nın ortaya çıkıp süper güç olmasını sağlayan savaşlar süreci içinde gelişen bu fikirlere göre ordu; devletin ve milletin dayanağı ve itici gücü, aynı zamanda sahibi, koruyucusu ve savunucusudur. Bu fikir orduda yerleşerek etkilerini günümüze kadar sürdürmüştür.
O dönemde askerler arasında yerleşmeye başlayan ülkeyi ancak ordu kurtarır fikrinin Atatürk’ü de etkilediği görülmektedir.  Atatürk bir konuşmasında şöyle demektedir: ‘’Türk milleti ne vakit yükselmek için adım atmak istemişse, bu adımların önünde daima önder olarak, daima yüksek milli ideali gerçekleştiren hareketlerin önderi olarak kendi kahraman evlatlarından kurulan ordusunu görmüştür.’’[27]
Milliyetçi ve militarist özellikler taşıyan bu fikirler, 1830 ve 1848 ihtilallerinin getirdiği özgürlük fikirleriyle de birleşince Silahlı Kuvvetler’in seçkin personelinden başlayarak orduda genel bir politikleşme ortaya çıkmaya başlamıştır.

Ordu bünyesinde devrimci örgütlenmelerin başlaması ve gelişmesi.
Tüm bunların sonucu olarak Abdülhamit yönetimine karşı kurulan ilk örgüt, Askeri Tıbbiye öğrencilerinin 1889 yılında oluşturduğu ‘’İttihad-ı Osmani’’ oldu. Bu örgüt Paris’te yaşayan meşrutiyet taraftarları ile irtibata geçince, ‘’Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’’ adını aldı.
Meşrutiyet taraftarlığı Rumeli’de de hızla yayılmaya başlamıştı. Bunun sonucu olarak, Selanik’te; ‘’Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’’ kuruldu. Kurulmasının hemen ardından, daha sonra önemli mevkilere gelecek olan genç subaylar da bu örgüte üye olmaya başladılar. Bu cemiyet; 1907 yılında Paris grubu ile birleşerek İttihat ve Terakki adını aldı.[28] Bu birleşmeden sonra örgüt, ülke çapında hızla yayılarak güçlendi. Artık, ülkeyi sadece kendilerinin kurtarabileceğine inanan genç subaylar ve bazı sivil aydınlar 2. Abdülhamit’i tahttan indirip Meşrutiyeti geri getirmek için harekete geçmeye hazırdılar.[29]
1908 yılında, Rus Çarı ve İngiltere Kralı arasında yapılan Reval Görüşmeleri’nde ülkenin paylaşıldığı haberinin de etkisiyle, ülkenin parçalanmak üzere olduğunu düşünen bazı subayların komutasında askeri birlikler isyan ederek padişahı meclisi toplamaya ve anayasayı yürürlüğe koymaya mecbur ettiler.[30]
Okullu subaylar padişaha isyan edip meşrutiyeti getirirken, öte yandan 13 Nisan (31 Mart) günü Taşkışla’da bulunan avcı taburu askerleri ‘’Şeriat isteriz!’’ diye ayaklandılar. Subayları hapseden ve etrafına sivil bazı şahısları da toplayan bu askerlere kısa sürede diğer askeri birlikler de katılmaya başladı. Bunlara ulema ve medrese öğrencileri de katılınca bir karşı devrim hareketi ortaya çıkmış oldu. İsyancılar, klasik Yeniçeri isyanlarında olduğu gibi Şeyhülislam’ı konağından alıp Ayasofya’ya getirdiler. Başlangıçta Harbiye Nazırı ve başlarındaki subayların görevden alınması gibi birkaç istekte bulunan isyancılar daha sonra, Derviş Vahdeti ve bazı hocaların, İttihad-ı Muhammedi örgütünün ve Ahrar Fırkasının yönlendirmesiyle işi hükumetin istifasını istemeye kadar götürdüler. Bunlara İttihatçılara düşman başka bazı kimseler de katılınca durum oldukça vahim bir hal aldı. Hükumet isyancıların baskısı ve meclisin kararıyla düşürüldü.
İsyancılar yeni kabine kurulduktan sonra da taşkınlıklarına devam ettiler. İttihatçı ve meşrutiyetçi avına çıktılar. Bu arada birçok kişiyi de öldürdüler. Kısa süre sonra, Bursa’da,  İttihat-ı Muhammediye örgütü tarafından kışkırtılan kalkışma ortaya çıktı. Bunlar İstanbul’daki isyancıları desteklediklerini ilan ettiler. Erzurum’da da askerler ve dini gruplar tarafından benzer bir hareket ortaya çıktı. Bunu ise Erzurum ve Adana ayaklanmaları takip etti.
Bu olayı haber alan ve Merkezi halen Selanik’te bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti, İttihatçıların hâkim olduğu 3. Ordu ile derhal görüşmelere başladı. Aynı zamanda tüm ülke çapındaki merkezlerinden İstanbul telgraf yağmuruna tutuldu.
Selanik’te yapılan görüşmelerden sonra İstanbul’a asker göndermeye karar verildi. Mahmut Şevket Paşa komutasında Hareket Ordusu oluşturularak İstanbul’a doğru harekete geçildi. Bu ordu 23 Nisan günü İstanbul’a girdi. 27 Nisan tarihinde ise olayda sorumluluğu olduğu iddiasıyla Sultan 2. Abdülhamit tahttan indirildi.[31]
İttihat ve Terakki’nin iktidarı dolaylı olarak elinde bulundurduğu ilk dönem içerisinde bazı muhalefet hareketleri de ortaya çıkmıştı. Bu muhalifler, hem sivil politikada ve askeri alanda etkinlik göstermeye ve İttihat ve Terakki grubunu sıkıştırmaya başladılar.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ise durumun kendi aleyhine dönmesini engellemek için ordu içinde bazı tedbirler uygulayarak bunlara cevap verdi. İlk olarak Abdülhamit döneminden kalma alaylı subaylar emekli edilerek yerlerine mektepli genç subaylar getirildi. Bu genç subayların da İttihat ve Terakki Cemiyetine yakın kişiler olmasına özen gösterildi. Bunun sonucu olarak orduda ikilikler oluşmaya başladı ve ‘’Halaskar Zabitan Grubu’’ diye muhalif bir grup ortaya çıktı.
1910 Arnavutluk isyanı ve 1911 Trablusgarp Savaşı sebebiyle İttihat ve Terakki’ci genç subayların cephelerde bulunmasından da yararlanan muhalefet,  İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni iyice sıkıştırmaya başladı. Nitekim Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kurulunca işler tamamen tersine dönerek İttihatçı subay ve memurlar baskı görmeye başladılar. Hatta birçok İttihatçı, tutuklanma korkusuyla yurt dışına kaçtı. Kaçmayan İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden bir kısmı tutuklanarak hapse atıldılar. Bu arada çıkan Balkan Savaşı kötü gelişmelere sahne olunca hükümet düştü ancak yerine gelen hükumet te İttihat ve Terakki’ye karşı olanlar tarafından kurulmuştu.
Balkan topraklarının tamamı kaybedilip Bulgarlar Edirne’ye dayanınca ülkede genel bir heyecan ortaya çıktı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen asker üyeleri de bu durumu kullanarak ‘’Edirne elden gidiyor!’’ diye propaganda yapıyorlardı. Nitekim savaş giderek daha da kötü bir gelişme seyredince Enver ve Talat Bey başkanlığında yapılan gizli toplantılarda bir darbe ile hükumetin ele geçirilmesine karar verildi. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey liderliğinde bir Grup Bab-ı Ali’yi basarak Nazım Paşa’yı vurdular. Sadrazam Kamil Paşa’yı zorla istifa ettirdiler. Bu olaydan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarını sağlamlaştırırken cemiyetin asker üyeleri de devletin kaderine hâkim olacak yerlere geldiler.[32]
Bu gün bazı kesimlerce, işte bu örnek gösterilerek; Silahlı Kuvvetlerin, Osmanlı Devletinin son dönemlerinden itibaren yönetim ve siyasette etkili olduğu ve giderek bu etkili konumunu güçlendirdiği ileri sürülmektedir. Ordunun, o zamandan beri savunmadan ziyade politikayla ilgilendiği iddia edilmektedir.[33]
Bu değerlendirmeler ilk bakışta doğru gibi görünse de aslında sadece bazı sonuçlara bakarak bir akıl yürütme işleminden başka bir şey değildir. Bu kişiler nedenler üzerinde hiç durmamaktadır. O zamanın uluslararası askeri ve siyasi durumunu, Osmanlı İmparatorluğunun toplum yapısını, ekonomik durumunu ve daha birçok değişik etkeni görmezden gelerek mevcut olaylar hakkında yorum yapmaktadırlar. Bu sebeple değerlendirmeleri eksik kalmaktadır. Zaten bu değerlendirmelerin çoğu bilimsel olmaktan ziyade ideolojik ve inanç temelli iddialardır.
Peki, ama bu ülkede asker sürekli olarak siyasete müdahale etmemiş midir? Bu apaçık bir gerçek değil midir? Askerler bundan sorumlu değil midir?
Bunlara elbette ki olumlu cevap vermek mümkündür. Ancak tüm bunlar askerlerin şahsi hırsları, alışkanlıkları vb. yüzünden bunların olduğunu iddia etmek hatalı bir yaklaşımdır. Bu olaylarda bazılarının yaptığı gibi hep bir yabancı parmağı aramak ta beyhude bir çabadır.[34] Olayı tüm yönleriyle inceleyip bir bütünlük içinde alarak daha doğru bir sonuca varılabilir.
Objektif bir gözle bakıldığında, gerek Osmanlı ve Türkiye’de, gerekse dünyanın başka yerlerinde yapılan tüm isyanlar ve ihtilaller sadece kişisel kararlarla ortaya çıkan hareketler değildirler. Aslında ihtilaller ve darbeler, çok uzun bir süreçte (devlet yönetimi, ekonomi, savaşlar, göç ve getirdiği sorunlar, toplum yapısı, fikir akımları vb. şeylerin etkisiyle) ortaya çıkan ve siyasetin tıkanmasından kaynaklanan sonuçlardır.
Osmanlı ordusundaki bu politik hareketler de uzun süreli gelişmelerin dönemsel etkenlerle güçlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Yeni okullardaki Batılı fikirlere açık olarak yetişen, yabancı yayınları, dolayısıyla dünyadaki gelişmeleri takip eden yeni nesiller ile onların başına getirilen komutanlar arasında bir uyumsuzluk ve siyasi fikirlerde bir kırılma yaratmıştır. Önceleri kendi eğitim seviyelerine göre oldukça yetersiz komutanlarına karşı oluşan memnuniyetsizlik giderek onları etkili makamlara görevlendiren Padişaha ve onun uyguladığı istibdat rejimine yönelmiştir. Ülkede sivil bir muhalefetin oluşamaması, oluşanların da süratle bastırılması, askerleri değişimin öncüleri olabilecek tek güç haline getirmiştir.
Ülkede sivil üniversiteler yaygın olmadığından ve gelişmiş bir sanayi de bulunmadığından askerlik en cazip mesleklerden biri olarak görülmektedir. Bu sebeple zeki gençlerin çoğu askeri okullara girerek subay olmuş, birçoğu Avrupa gören veya Balkanlarda yeni bağımsız olan devletleri takip edebilen bu gençler ülkelerinde gördükleri sefalet ve kötü yönetim sebebiyle öfkeye kapılmışlar, bunun sonucu olarak subaylar hoşnutsuzluk ve başkaldırının merkezi haline gelmeye başlamıştır.[35] Bu sebeple, 1876 – 1908 arasında, ‘’ordu-siyaset-devlet’’ üçgeninde ordu giderek aktif hale gelmiş ve sonunda en etkin güç olarak ortaya çıkmıştır.
İttihat ve Terakki’yi oluşturan bir kanat hala sivillerden oluşmasına rağmen bu örgütün merkezini Selanik’e taşıması askerlerin cemiyete akın etmesi açısından önemli sonuçlar doğuran başka bir etken olmuştur. Balkanlarda yaşanan milliyetçilik hareketleri ve Hristiyanların kurduğu çetelerle mücadeleye girişen askeri birlikler ülkenin geleceği ile ilgili daha fazla endişe duymaya ve politikleşmeye başlamışlardır. Daha önceleri sivil şahıslar öncülüğünde isyan ve darbelerin daha çok fiziki gücünü oluşturan askerler artık yeni muhalefet hareketinin bizzat itici gücü olmaya başlamışlardır. Bunun da bir sonucu olarak askerler, ülkenin içine düştüğü duruma çare olabileceğini düşündükleri siyasi hareketlere daha yoğun olarak katılmaya başlamışlardır.
Çetelerle yaptıkları mücadelede küçük silahlı güçlerin ne kadar büyük etkiler yaratabileceğini görmüşler ve komitacılık ruhlarına işlemiştir. Bunun sonucunda bazı subaylarda silahlı bir isyan fikri ortaya çıkmaya başlamış ve sonunda Enver Bey’in de aralarında bulunduğu bazı subaylar birlikleriyle beraber dağa çıkarak isyan hareketini fiilen başlatmışlardır.
Ordudaki bu politikleşme ise kendi karşıtını da yaratmış ve ordu saflarında farklı gruplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Muhafazakârlar ve alaylı subaylar Padişaha bağlılık hissederlerken, İttihatçılar ordunun öncülüğüne ve politikada etkinliğine inanıyorlardı. Ancak bu bölünmenin orduya ve devlete zarar vereceğini düşünenler ordunun politikaya karışmasına karşı çıkmış, İttihatçılar arasında önemli bir kesim de ihtilalden sonra ordunun politikadan ayrılarak asli görevine dönmesi gerektiğini savunmuştur. Bunların başında da Mahmut Şevket Paşa geliyordu. Ordu, 31 Mart olayından sonra esas olarak mesleki gerekçelerle hareket ederken cemiyet, meşrutiyeti savunmaktaydı. Meşrutiyet ilan edilmiş ve ordu görevini tamamlamıştı. Onun için artık yönetimi sivillere bırakıp kışlasına çekilmeliydi. Ancak gelişmeler bunun tam tersinin yaşanmasına sebep oldu.
2.’nci Meşrutiyet Devri’nde ordu-siyaset ilişkilerinin bir başka önemli olayı da 1912‟de gerçekleşen Halaskar Zabitan Hareketi’dir. Kendilerine “Kurtarıcı Subaylar” diyen bir grup, seçimlerin yenilenmesini ve ordunun siyaset yapmamasını talep ediyordu. Sundukları beyannamede aslında kendileri de siyaset yapmaktaydılar. Bu hareket ve diğer muhaliflerin baskısı neticesinde ittihatçı kesimce desteklenen Sait Paşa hükümeti çekilmek zorunda kaldı.

Cumhuriyet’in kuruluş yılları ve Tek Parti Dönemi:
Kurtuluş Savaşı başlı başına Osmanlı Genelkurmay’ındaki bir grubun projesidir. Mondros Mütarekesi’nden sonra, özellikle de Paris Konferansı sırasında Genelkurmay bir dizi atama yaparak Kurtuluş savaşını idare edecek komutanları Anadolu’daki birliklerin başına göndermiş, Albay Bekir Sami Bey gibi komutanları da Ege Bölgesindeki birliklerin başına atayarak direniş faaliyetlerinin örgütlenmesine çalışılmıştır.[36] Atatürk’ün Samsun’a çıkışından sonra Amasya Tamimi ile ana esasları belirlenen Kurtuluş Savaşının her evresi işte bu atanan komutanların girişim ve destekleriyle yürütülmüştür. Erzurum Kongresi; Kazım Karabekir ve bölgedeki Kuvayı Milliye teşkilatınca yapılmış, Sivas Kongresi de Atatürk ve istişare içinde olduğu birlik komutanlarınca planlanmış ve yürütülmüş, Meclisin kurulması ve savaşın yönetilmesi de hep bu askeri kişilerin öncülüğünde yapılmıştır.
Kurucu Güç Konumundaki Ordu ile birlikte eski ittihatçılar, bürokratlar ve aydınların çoğu da direnişin arkasında durmuşlardır. 1923’te,Cumhuriyet’in kuruluşunda da bu kadrolar başrolde olmuşlardır.
Kurtuluş Savaşı yılları asker-sivil ilişkileri açısından oldukça önemlidir. Çünkü bu yıllarda asker siyasetten uzakta tutulmak istense de savaş şartları sebebiyle asker de siyaset yapıyordu. Bu yıllarda savaşın da etkisiyle ordu giderek daha merkezi ve özerk bir hal almıştır. Ancak yine de ordunun siyasetten uzaklaştırılmasına çalışılmış, Askeri Ceza Kanunu’nda yapılan düzenlemelerle ordunun siyasete karışma yasağı pekiştirilmiştir. Açıktan siyasi konuşma yapmak, siyasi nitelikli bildiri hazırlamak, imzalamak veya basına yollamak ordu mensupları için yasaklanmıştır.
Atatürk, kurtuluş savaşı sırasında ve sonrasında, bir yandan orduyu siyaset dışında tutarken öte yandan ordunun kendine sadık kalmasına da çalışmıştır. Çünkü yürütülen savaş ve yapılacak devrimler için elinde itici bir güce ihtiyacı vardı. Bu sebeple orduda kendisine karşı çıkacak kişilerin görev başında olmamasına özellikle dikkat göstermekteydi. Kurtuluş savaşı esnasında dönemin şartları içinde tam bir kontrol mümkün olmamışsa da savaş sonrası ortaya çıkan fırsatlar bu maksatla değerlendirilmiştir. 
Mesela 1924’teki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası deneyiminden sonra ve İzmir suikast girişimi (1926) sonrasında ordudaki muhaliflere dönük bazı yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemelerin en önemlisi aynı anda hem orduda hem de siyasette yer alınmasını yasaklayan kanundur. Burada maksat ordunun politikleşerek yeni çatışmalara sebep olmasının ve kurulan yeni rejime tehdit oluşturmasının tamamen önlenmesidir.
1930’daki Serbest Cumhuriyet Fırkası tecrübesinden sonra çok partili sistem sona ermiş, artık uzun süreli tek parti devrine girilmiştir. Bu şekilde muhaliflerin örgütlenmesinin önü kapatılarak yeni rejimin yerleştirilmesi ve güçlendirilmesine girişilmiştir. Tek parti döneminde asker-sivil ilişkilerinde asker daima geri planda kalmış ve politikaya müdahale edememiştir. Bu dönemde ordunun sivil siyasette ağırlık taşımamasının nedenini, devletin başında Kurtuluş Savaşı kahramanları olan askerlerin bulunması sebebiyle kontrol altına alınmış olması ve rakip bir iktidar odağı olarak ortaya çıkmamasına özen gösterilmesi olarak değerlendirenler vardır. Ancak benim kanaatimce bunun başka sebepleri de bulunmaktadır. Bunların en önemlisi ise devletin yeni merkez teşkilatının yapısıdır. Yeni kurulan rejim esas olarak iki kurumu güçlendirmiştir. Bunlardan birisi Cumhuriyet Halk Partisi, diğeri de bürokrasidir. Cumhuriyet Halk Partisi en küçük yerleşim yerine kadar örgütlenmiş, Halk Evleri teşkilatı ile de tüm toplumu kavrayacak şekilde yaygınlaşmıştır. Cumhuriyetin kuruluşunda öncülük edenlere bakıldığında bunların ezici bir çoğunluğunun askeri ve sivil bürokratlardan oluştuğu görülür. Kuruluşundan itibaren bürokratların etkin olduğu Cumhuriyet[37] güçlü bir bürokratik yapı kurarak merkezden taşraya tüm idari mekanizmayı kontrol altına almıştır.
Dünyadaki tüm ihtilaller, devrimler ve darbeler aslında güce ve baskıya karşı isyan etmemişlerdir. Bunları tetikleyen, ortada bir gücün bulunmaması veya mevcut gücün zayıflamaya başlamasıdır. Cumhuriyet, başlangıçtan itibaren güçlendirdiği bu iki yapı vasıtasıyla hem devleti hem de toplumu sıkı bir şekilde kavrayıp idare etmeye başlayınca başta ordu olmak üzere siyasete hiçbir güç odağı müdahale edememiştir. Bu yönetime karşı çıkan bazı yerel hareketler olsa da bunlar kısa sürede başarıyla etkisiz hale getirilmiştir.
 Ordu bu dönemde tamamen hükumetin kontrolünde kalmış ve inkılapların uygulanmasında ve yeni rejimin yerleştirilmesinde sivil idarenin bir aracı olarak görev yapmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra, İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasıyla ordunun üst kademesinde yeni düzenlemelere gidilmiş, yeni hükümet eski komutanların yerine yeni personel atamış, kendisine muhalefet edebilecek kadroları tasfiye etmiştir. Bunun son adımı olarak ta 1944 yılında Fevzi Çakmak emekliliğe sevk edilmiştir. Çakmak sonrası Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığı’na karşı sorumlu hale getirilmesiyle ordunun özerkliği daha da kısıtlanmıştır. Görüldüğü gibi iktidara gelen kim olursa olsun, her zaman yönetime alternatif olabilecek veya yönetimi değiştirebilecek en önemli güç olan orduyu kontrol altına alarak çok eski bir Türk yönetim geleneğini sürdürmeye devam etmiştir.
2’nci Dünya Savaşı’nın sonlarından itibaren dünya konjonktüründe ortaya çıkan gelişmeler tek parti iktidarını yönetimde bazı değişimlere gitmek zorunda bırakmıştır. Sovyetlerin yeni ve büyük bir tehdit olarak ortaya çıkması sonucu Batı’ya yanaşmak gereğini duyan yönetim, rejimde de Batı politik sistemine doğru adımlar atmaya başlamış ve çok partili rejime geçişin şartlarını hazırlamıştır.
Çok partili sisteme geçer geçmez, uzun süredir kendi kabuğuna çekilen bazı dini ve etnik merkezkaç kuvvetler, seçim sisteminin sağladığı serbestlikten de yararlanarak yavaş yavaş yuvalandıkları yerlerden çıkarak güç toplamaya başlamışlardır. Siyasi rekabet sebebiyle oy alma derdindeki siyasi partiler de bu muhalif hareketleri istismar etmekten çekinmemişler ve klasik Osmanlı dönemi yapıları tekrar seslerini duyurmaya başlamışlardır.
1950’deki iktidar değişikliği aslında aynı zamanda rejim değişikliğiydi. Tek partili otoriter düzenden çok partili daha demokratik bir düzene geçilmiştir.[38] Bu değişim sadece şekilde de kalmayacak, yönetim felsefesinden ekonomiye kadar köklü değişiklikler ortaya çıkacaktır. Demokrat Parti, devletin şimdiye kadar uyguladığı politikaları terk etmiş, liberal ekonomik ve sosyal politikalar uygulayarak, planlı ekonomik politika ve kültür politikası başta olmak üzere eski politikaları tamamen askıya almıştır. Bu dönemde yönetici sınıf değişmiş, iktidar; bürokrat ve asker kesiminin oluşturduğu orta sınıftan tek parti döneminde belli bir sermaye birikimi yaparak çıkan küçük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin temsil ettiği insanlara geçmiştir. Bu durumu kolayca kabullenemeyen CHP ve bürokrasi hükümete karşı sıkı bir direnişe geçmiş ancak seçim sistemi yüzünden mecliste gücü tamamen eline geçiren yeni iktidar bunları tasfiye ve baskılama yoluna giderek bu direnişe cevap vermiştir.
Demokrat Parti; iktidara geliş sürecinde ve iktidarı sırasında, tek parti yönetiminin yanlış uygulamalarına karşı olan sıradan insanların yanında, Cumhuriyet Devrimleri yüzünden itibarları sarsılmış olan cemaat, tarikat ve aşiret reisleri ile de işbirliği içine girmiş, yaptığı uygulamalar bazı kesimlerde karşı devrim ve geriye dönüş endişesi yaratmıştır. Tüm bu gelişmeler sonucu toplum adeta iki kampa bölünmüş ve genel bir gerilim ortaya çıkmıştır. Bu durum yavaş yavaş orduya da sirayet etmiş ve bu tepkiler, değişik faktörlerden de etkilenerek hızla genişlemeye başlamıştır.
1952 yılında NATO’ya ise girilmesi ordunun yapısını köklü biçimde etkilemiştir. Ordu; teşkilat, karargâh yapılanması, eğitim ve planlama gibi hususlarda NATO’ya uyumlu hale getirilmiş ve değişime uğramıştır. Bu kapsamda birçok subay eğitim görmek için başta ABD ve İngiltere olmak üzere batı ülkelerine gitmiş ve buralardan belirli bir değişime uğrayarak dönmüşlerdir. Batı ülkelerini gören ve yönetim biçimi dâhil devlet ve hükümete ait birçok konuda batı ve Türkiye arasında kıyaslamalar yapmaya başlayan subaylar giderek politikaya daha fazla ilgi duymaya ve kendi içlerinde örgütlenmeye başlamışlardır.
Demokrat Parti yönetimi ilk iki dönemde belli bir ekonomik ve sosyal liberalleşme yaratmış, dış borçlanma ile ülkede büyük bir kalkınma da sağlanmıştır. Ancak üçüncü dönemde işler ters gitmeye ve memnuniyetsiz kitle büyümeye başlamıştır. Yönetim, sosyal ve ekonomik alanda liberal politikalar izlerken siyasi alanda otoriterleşmeye ve tüm muhalif hareketlere ve siyasi partilere karşı bir sindirme siyaseti gütmeye başlamıştır.
Meclis çoğunluğunu elde eden bu siyasi parti milli iradeyi temsil yetkisini yalnızca kendisinde gördüğünden Hükümet ve parti içinde oluşan dar bir oligarşi, partinin meclis grubunu da denetim altına alarak milli iradenin tek sözcüsü kimliğine bürünmüştür. 1957 seçimlerinden sonra Menderes artık iyice kendi otoritesini kurmaya yönelmiş, başta Cumhurbaşkanı Bayar olmak üzere en yakın arkadaşları ile bile bu davranışları yüzünden sürtüşmeler yaşamaya başlamıştır.[39] Bu durum iktidar partisi içinde de rahatsızlık yaratmış ve partiden bazı kopmalar olmuştur.
Bu sırada Dünya’da da siyasi durum hızla değişmektedir. İdeolojik akımlar Batı dâhil dünyanın her yerinde yükselişe geçmiş, bu durum Türkiye’de de yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak üniversiteler hareketlenmiş ve protesto gösterileri her geçen gün artan bir ivmeyle yayılmaya başlamıştır.
Demokrat Parti zamanında ülkenin demografik yapısında ve ekonomisinde de büyük değişimler olmuştur. Kırdan kente göç artmış, şehirler büyümüş, sanayi tesisleri ve ulaşım imkânları artmıştır. Köyden kente göç edenler ve sanayi tesislerinde çalışanlar arttıkça bunların yarattığı bazı sosyal sorunlar ortaya çıkmıştır. Köyden kente göç ve üniversitelerin politikleşmesinin yanında ülkede işçi hareketleri ortaya çıkmış ancak hükumet bunlara çözüm bulmak yerine kuvvet kullanarak bastırmayı tercih etmiştir.
10 yıllık D.P. yönetimi sırasında, büyük toprak sahiplerinde, tüccarlarda ve bazı sanayicilerde belirli bir miktar sermaye birikmiş, tek parti iktidarı döneminde uygulanan devletçilik politikaları sonucu kurulan sanayi tesislerinde yetişen teknik personel liberalleşen ekonomi ile birlikte sermaye sahipleri tarafından kurulan yeni sanayi tesislerinde çalışmaya başlamıştır. Fakat Liberal politikalar sonucu palazlanan yeni sanayi kesimi, bu politikaların serbest ithalat uygulamaları yüzünden iç pazarda yeterli büyümeyi sağlayamıyordu. Planlı ekonomiden tamamen vaz geçilmesi ise ekonomide genel bir karmaşaya sebep olmaya başlamış, bu durum da sanayici ve sermaye sahiplerini sıkıntıya sokmaya başlamıştır. Yeni güçlenmeye başlayan burjuva, önünü görebileceği daha planlı bir ekonomiye, dış rekabet ile mücadele edebileceği gümrük koruma duvarlarına ihtiyaç duyuyordu.
Geniş toplum kesimlerinin eline daha fazla para geçmesi, şehirlerde işçi ve memur kesiminin artması gibi sebeplerle eskiden sadece batı ülkelerinde yaygın olarak kullanılan; radyo, buzdolabı gibi teknolojik cihazlar daha geniş halk kitleleri tarafından kullanılmaya ve talep edilmeye başlanmıştır. Tüketim alışkanlıkları değişen ve tüketim ihtiyaçları artan bu şehirli kesim ekonomide ortaya çıkmaya başlayan daralmadan rahatsız olmaya ve bunu göstermeye başlamıştır.
Silahlı Kuvvetler de bu değişimlerden nasibini almıştır. Subay ve Astsubay maaşlarının düşmesi ve yaşam standartlarının sıkıntıya girmesi bu kitlede belli bir rahatsızlık meydana getirmiştir. Bu sebeple orduda hükümete tepkiler artmış, genç subaylar arasında bazı gizli örgütlenmeler ortaya çıkmış ve önemli miktarda da taraftar bulmuştur. Bu dönemde kurtuluş savaşına komuta etmiş karizmatik komutanların tamamına yakını, ya emekli olmuş veya ölmüş olduğundan bu genç subayları dizginleyebilecek bir önder de bulunmuyordu.
Orduda o yıllarda her kademede çok fazla general ve üst rütbeli subay vardı. Bu durum , alt rütbeli subaylar için terfi şikâyetlerini gündeme getirmekteydi. Öte yandan, genç subaylar tarafından, ordunun modernizasyonu için eski subayların birer engel oluşturduğuna inanılıyordu.
Hükumet bu gelişmelerin hiç birini doğru bir şekilde değerlendiremedi. Tüm sorunlara kulak tıkadı veya bunları dile getirenleri baskı ile susturmaya çalıştı. Yine hatalı bir değerlendirme ile ordudan bir darbe de beklemiyorlardı. Çünkü ordunun üst kademelerindeki komutanların sadakatine güveniyorlardı. Hatta darbe örgütlenmesini bir subay ihbar etmiş ancak bunun üzerinde ciddiyetle durulmamış ve darbeciler değil ihbarcı bu subay cezalandırılmıştır. Ancak hükumet unutmuş olsa da İttihat ve Terakki tecrübesi çok eskilerde kalmış bir deneyim değildi. Bu dönemi yaşamış, babalarından dinlemiş veya kitaplardan okumuş bazı genç subaylarda darbe fikri, yabancı bir fikir değildi.
O dönemde, uluslararası ortam da darbelere çok yabancı değildir. 1950’li yıllarda, 20 Latin Amerika ülkesinin 13’ü, darbe ile iktidara gelmiş askeri rejimler tarafından yönetilmekteydi.[40] Ortadoğu’da da durum çok farklı değildir. Mısır’da; 23 Temmuz 1952’de Cemal Abdülnasır liderliğinde kurulan Hür Subaylar Cemiyeti tarafından,[41]  Irak’ta 14 Temmuz 1958’de General Kasım tarafından,[42] Suriye’de ise; 1949’dan itibaren bir seri askeri darbenin ardından 25 Şubat 1954’de yine ordu tarafından yapılan askeri darbeler ile yönetim el değiştirmiş, bu Arap ülkelerinin yanı sıra İran’da da 1953 yılında Musaddık yönetimi bir askeri darbe sonucu son bulmuştur. Komşu Müslüman devletlerdeki bu bir seri darbe de ordu içindeki bu yapılanmalar için önemli birer örnek olmuştur. Bu darbelerden Irak’ta yapılan darbe başta Menderes olmak üzere hükumette de genel bir endişe yaratmış[43] ancak kısa süre sonra bu endişe sert siyasi kavgaların arasında unutulup gitmiştir.
Yani 1960 yılına gelindiğinde ülkede bir darbe olması için tüm şartlar oluşmuştu. 27 Mayıs 1960’ta ordu içinde örgütlenmiş bir grup, yönetimi devirmek için müdahale ettiğinde mevcut durumdan mağdur olmuş geniş kitleler ve değişim isteyen yeni burjuvazi tarafından destek gördü. Diğer siyasi partiler ise darbe kendilerine dokunmadığı ve hatta avantaj sağlayabileceği için doğrudan olmasa bile sessiz kalarak veya yönetimde işbirliği yaparak darbeyi dolaylı olarak ta olsa desteklediler. Burjuvazinin hızlı gelişimi ve yönetimde iplerin tamamen politikacılara geçmesi sonucu etkinliklerini yitiren sivil bürokrasi de darbeyi desteklemiştir.
Darbe İttihat ve Terakki darbesinde olduğu gibi emir komuta zinciri içinde yapılmamış, daha çok genç subayların oluşturduğu örgütlenme tarafından gerçekleştirilmişti. Onlar da İttihatçıların alaylı subayları görevden uzaklaştırması gibi gelişmeye engel olarak gördükleri bazı subay ve generalleri tasfiye etmekle işe başladılar. Siyasetçilerle birlikte başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere birçok asker de yargılandı.
Darbeden sonra Milli Birlik Komitesi (MBK) adıyla 38 kişilik bir grup oluşturuldu ve Mayıs-Ekim 1960 arası bu komite iktidardaydı. Daha sonra, ordu destekli İnönü hükümetleri kurulsa da sivil siyasete geçiş süreci sorunlu oldu. Cemal Gürsel liderliğindeki MBK yasama organı olmanın yanı sıra fiilen perde arkasındaki kabine gibi hareket etmekteydi. MBK lideri Gürsel ve general arkadaşları iktidarı sivillere devretmeden önce bu erken dönüşe muhalefet eden komite üyelerini bertaraf etmek zorundaydılar. Bu durum, MBK içinde krize yol açtı ve bazı gruplar komiteden atıldılar. Bu tasfiyenin bir sebebinin de rütbeler arası çekişmeler olduğu bilinmektedir.
Darbeciler, gerek eski mevcut siyasi sistemin, gerekse ekonomik sistemin mahsurlarını giderecek ve kendilerine destek veren değişik kesimlerin beklentilerine cevap verecek değişiklikler yaptılar. Tek parti iktidarlarının baskıcılığını dengelemek için parlamentoyu iki kanatlı hale getirerek yasama yetkisini böldüler. Böylece millet meclisinde bir parti çoğunluğu ele geçirse bile senato hükümeti dizginleyebilecek bir organ olarak ortaya çıkıyordu. Çoğunluğun tahakküm riskine karşı yeni bir denetim organı olarak Anayasa Mahkemesi kuruldu. Ekonomideki başıboşluğu ortadan kaldırmak için Devlet Planlama Teşkilatını kurdular. Üniversiteler ve işçi sendikaları daha demokratik ve daha güçlü hale getirildiler. “Sosyal Devlet” ilkesi anayasaya girdi. Hiçbir darbeciden beklenmeyecek kadar demokratik bir anayasa yaptılar. Sanayi için koruma duvarları oluşturdular ve desteklediler. İthal ikameci ve korumacı bir ekonomik politika ortaya koydular.
Öte yandan politikayı kontrol edebilecek yapılar da oluşturdular. 1961 Anayasası’yla birlikte Silahlı Kuvvetler, anayasal bir kurum olan MGK aracılığıyla Bakanlar Kurulu’na eş düzeyde bir konuma yerleştirildi. Böylece MGK, Bakanlar Kurulu ile askeri bürokrasi arasında bağlantı da kuran bir kurum durumuna getirilmiştir. Öte yandan ordudaki bazı yeni müdahaleci hareketler de devam etmekteydi. Başarısız bazı darbe girişimleri ortaya çıktı ve hepsi cezalandırıldı. 1962 ve 1963 arası dönemde de çeşitli komplo hareketleri gözlemlenmektedir. Bu istikrarsız dönemin yatışmasından sonra göreli de olsa bir asker-sivil uzlaşısı ortaya çıktı.
Askerlerin kendilerini siyasal ve yönetsel alanda konumlamalarının, onların kendilerini Atatürk Devrimlerinin savunucusu olarak görmelerinden güç aldığı bilinmektedir. 1961 Anayasasının getirdiği özgürlükler sonucunda Türkiye’de siyasi ve toplumsal yapıda o anda dünyadaki gelişmelere daha koşut ve bunlardan daha fazla etkilenen bir ortam yaratmıştır. Tüm dünyada olduğu gibi siyasi akımlar hızla güçlenmeye ve çatışmalar yönetici elitten tüm topluma doğru yayılmaya başlamıştır. Bu durum ise toplumda yeni kutuplaşmalara ve çatışmalara sebep olmuştur. Bunu ülkemizdeki hızlı ekonomik ve toplumsal değişim de tetiklemiştir.
1950-1960 yılları arasında gelişmeye başlayan özel sektör, 1960 darbesinden sonra da devlet destekli olarak büyümeye devam etmiştir. Uygulanan ithal ikameci ekonomi politikaları sayesinde mevcut sanayi kuruluşları yükselişe geçerken bunlara yenileri de eklenmeye başlamıştır. Gümrük vergisi duvarlarıyla korunan sanayi üretimi oldukça artmıştır. Artan sanayi üretimi ile birlikte şehirlerde kurulan fabrikalar artmış, milli gelirin neredeyse yarısı sanayiden elde edilmeye başlamıştır. Bu durum ise zaten mevcut olan köyden kente göçü bir çığ haline getirmiştir. Hızlı kentleşme beraberinde yeni sorunları da getirmiştir. Şehirlerin etrafında geniş bir gecekondulaşma oluşmuş, işçi sayısı hızla artmış, sendikalar güçlenmiş, bu da sosyal ve siyasi alanda yeni çalkantılara sebep olmuştur. Bu dönemde sağ ve solda kurulan yeni siyasi örgütler artık aralarında çatışmaya başlamışlar ve ülke genel bir kaosa doğru sürüklenmeye başlamıştır.
Bu durum Silahlı Kuvvetlere de yansımış, orduda aşırı sol örgütlenmeler artmış ve bunların bir darbe yapacağına dair beklentiler oluşmaya başlamıştır. Ordu-siyaset ilişkisi bakımından bu dönemdeki önemli bir olay, o zaman Hava Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Muhsin Batur tarafından sivil otoriteye verilen muhtıradır. Batur, Ocak 1970’te siyasal, ekonomik ve sosyal bunalımlara referans veren ve reformların gerekliliğini vurgulayan bir dosyayı MGK’ya sunmuştur. Ancak bu muhtıralardan bunalımların tasfiyesi veya reformların icrası gibi neticeler çıkmamıştır.
 Muhtıranın ardından; parlamento feshedilmemiş, partiler kapatılmamış ve anayasa askıya alınmamıştır. Fakat bu darbe de koşulları çok değiştirmiştir. Askerler, tarafsız bir teknokrat hükümet istiyordu ve bunun için tarafsız bir başbakan gerekiyordu bununda meclis içinden çıkması lazımdı ve güvenoyu alması şarttı. Sonunda CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim üzerinde anlaşıldı.[44]
Erim hükümeti toplumun ekonomik ve sosyal yapısının değişimine yönelik birtakım yasa tasarıları hazırlayıp, parlamentoya sunmuş ancak TBMM’nin tepkisiyle karşılaşmıştır. Öte yandan, muhtırayı sunan askerler yasal çerçevede kimi değişikliklere gitmişlerdir. 22 Eylül 1971’de yapılan kanun değişikliği ile sıkıyönetim konusunda yeni düzenlemelere gidilmiş; “Savaş hali, ayaklanma olması ya da vatan ve rejime karşı kuvvetli bir eylem olduğunu gösterir kesin belirtilerin meydana çıkması gibi sıkıyönetim ilanını gerektiren hallere, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü içten veya dıştan tehlikeye sokmak veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketleri gibi haller’’ de eklenmiştir.
12 Mart müdahalesi yalnız iktidardaki Adalet Partisi açısından değil, Türk siyasal tarihi açısından da bir kilometre taşı olmuştur. Çünkü bu tarihten itibaren 1961 düzeninin getirdiği özgürlükler askerler tarafından budanmaya başlanmış ve bu durum 12 Eylül darbesi ile sürdürülmüştür.
Muhtıra sonrası rejim ekonomide de bazı gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Sanayi artık belirli bir seviyeye gelmiş, kendisi ufak tefek teknoloji üretmeye başlamıştır. Bu dönemde özel sektör artık devletin korumasından kurtulmaya ve kendi başına ayakta duracak hale gelmeye başlamıştır. Bundan sonra devletin ekonomide ve özel sektör üzerindeki ağırlığı azalmış, devlet daha çok genel planları yapan ve özel sektörün önünü açan bir konuma gelmiştir. İleri ithal ikameci denilen bu sistem ile özel sektör artık yabancı sanayi devleriyle teknoloji transferi ve ortaklık anlaşmaları yapmaya başlamıştır.
Mart 1973’teki cumhurbaşkanlığı seçiminde, siyasetçiler askerlere karşı birleşerek güçlerini göstermiş ve gücün tekrar politikacılara geçtiğinin işaretini vermişlerdir. 1961 ve 1965’te Meclis, komutanların sunduğu adayları cumhurbaşkanlığı makamına seçmesine rağmen, 1973’te komutanların adayı olan Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler yerine siyasi partilerin adayı olan Oramiral Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu durum ise 12 Mart rejiminin fiilen sonu olmuştur.[45]
1970’li yıllarda özel sektör gelişmesine devam ederken siyasi çalkantılar ve gençlik hareketleri iyice artmıştır. Bu durum ülkeyi yeni bir açmaza sürüklemeye başlamıştır. Grevler, işyerlerinin tahribi vb. sebeplerle sanayi üretiminde duraklama yaşanmaya başlamış, siyasi partiler kısır bir döngü içinde kaldığından ülkenin sorunlarına çare bulamaz hale gelmişlerdir. Ülkede yaşanan iç çatışmalar, ekonomik krizler, darboğazlar ve karaborsalar toplumda genel bir ümitsizlik havası yaratmış, politikacılar bunlara çözüm getirmekte yetersiz kalınca insanlar bir kurtarıcı bekler duruma gelmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yasal süresi içinde yapılamaması ve yeni bir siyasi kriz içine girilmesi üzerine 12 Eylül 1980 yılında ordu yönetime el koymuştur.
Bu darbe emir komuta zinciri içinde yapıldığından, darbeciler kısa sürede hem ordu içinde hem de tüm ülkede kontrolü sağlamayı başarmışlardır. Anarşinin sona ermesi, karaborsa ve darboğazların ortadan kalkması gibi sebeplerle darbe geniş halk kitlelerinin desteğini almıştır. Burjuvazi de, üretim için gerekli istikrarı getirdiği için darbeyi desteklemiştir.
12 Eylül yönetimi, geçiş süresinden sonra yeniden serbest seçimlere gitmiş ve yönetimi sivillere devretmiştir. Bu dönemde yapılan düzenlemelerle hayatın neredeyse tüm alanlarında geniş ve derin değişiklikler yapılmıştır. Bunlardan en önemli değişim ise ekonomi alanında olmuştur.  Demirel Hükümeti’nin 24 Ocak 1980‟de yürürlüğe koyduğu ekonomik istikrar programı askerlerce aynen korunmuş, buna ilaveten ekonomide daha liberal yöne doğru bir gelişme yaratılmıştır.
1982 Anayasası’nın askeri otoriteye kazandırdığı yeni yetkilere bakacak olursak, bu Anayasanın muhtelif hükümleriyle askerlerin sivil yönetime geçişten sonra da devletin genel düzeni içinde etkili olmasını sağlayan bazı garantiler elde ettiğini görürüz. Kenan Evren, anayasa gereği Cumhurbaşkanı parlamento tarafından seçilmesi gerekirken, halkoyu ile Cumhurbaşkanı olmuştur. Bu da kendisine olan halk desteğini göstermiş ve darbeye meşruiyet kazandırmıştır.
1982 Anayasası’nın askeri otoriteyi güçlendirdiği bir diğer nokta da Milli Güvenlik Kurulu’nun düzenlenmesinde ortaya çıkmıştır. Buna göre, kurulun asker üyelerine sayısal üstünlük sağlanmasıyla kararların bağlayıcılık rolü pekişmiş ve askerin sistem üzerindeki vesayeti artmıştır. Diğer taraftan, 1982 Anayasası’nın geçici 15’inci maddesi ile Milli Güvenlik Konseyi üyelerine ve 12 Eylül rejimindeki işlemlere sağlanan yargı bağışıklığı da önem taşımaktadır.  Çünkü bu yargı bağışıklığı ile askeri yönetim süresince çıkarılan kanunlar, kanun hükmünde kararnameler ve diğer tasarrufların anayasaya aykırılığı iddia edilemeyecektir.
Askeri yönetim, yapılan seçimler sonrası 6 Aralık 1983’te resmen noktalanmıştır. 20 Mayıs 1983’te kurulan Turgut Özal’ın partisi (Anavatan Partisi) seçimlerden galip çıkmış ve 1983’ün son günlerinde yönetimi devralmıştır. 1980’lerde başlayan ve geleneksel siyasal yapıların çözülüşüne tanıklık eden bu evrede, 1983 sonrası yavaş yavaş devlet-dışı aktörlerin (Sivil Toplum Örgütleri) güç kazanmaya başladığı ve kültürel aidiyetlerin siyasileştiği görülmektedir.
Bilindiği üzere Türkiye’de ithal ikameci sanayileşmeye bağlı kalkınma modeli 1970’lerin sonlarına doğru bir bunalıma girmiştir. 24 Ocak Kararları ile Turgut Özal liderliğinde, kalkınma modelinin ulusalcı-devletçi bir stratejiden köklü bir biçimde dünyaya açık liberal bir stratejiye kaydığı görülmektedir. Bu bağlamda değişen ekonomik yapıya koşut olarak siyasal mekanizmalar da değişime uğramış ve serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte devlet, eski konumundan farklılaşmaya başlamıştır. Ekonomik liberalleşmeyle birlikte İslami sermayenin ve tarikatların birer iktisadi aktör olarak güç kazanmasıyla siyasal alandaki farklılaşmayı sermaye yapısındaki farklılaşma izlemiştir.
Askeri yönetimin istikrara kavuşturduğu bir ortamda yüksek bir parlemento desteğiyle iktidara gelen Özal, ülkede çok köklü bir değişim yaratmıştır. Bunu yaparken de; devlete hâkim sivil bürokrasiyi zayıflatmış, askeri bürokrasiyi de kendi kontrol ve denetimine almaya çalışmıştır.  
 Turgut Özal’ın sivilleşmeye yönelik iki önemli başarısından söz edilebilir. Bunlardan biri devlet protokolündeki yeriyle ilgilidir. Başbakan olduğu zaman yedinci sırada olan yerini Özal, 1987 başlarında devlet protokolünde üçüncü sıraya alır. Önceden ilk sıradaki Evren’i TBMM başkanı izliyor ondan sonraki dört sırada ise Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin dört üyesi olan paşalar geliyordu. Özal’ın sivilleşme yönündeki ikinci başarısı ise 1987 Haziranı’ndaki “Öztorun Paşa Operasyonu” dur. Bu operasyon sivil otoritenin askeri otorite karşısında gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan, Körfez Krizinde Özal’ın benimsediği tutum ve Genelkurmay Başkanı Torumtay’ı ve Dışişleri Bakanlığı’nı bilgilendirmeden adımlar atması asker ve sivil elitin büyük tepkini çekmiştir. Orgeneral Torumtay bu olay sonrası istifasını sunmuştur. Silahlı Kuvvetlerin en üst kademesinin uyarı ya da veto sunmak yerine istifasını sunması ordu-siyaset ilişkilerinin seyri açısından öncellerinden farklı bir durum arz etmektedir.[46]
24 Ocak ile başlayan ve ANAP hükümetleriyle devam eden dönüşüm, 1990’larda siyaset, toplum ve ekonomide yeni aktörlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bunlardan en önemlisi kısa sürede zengin olmuş yeni nesil burjuva ve yeni şartlara göre değişim geçiren ve oldukça güçlenen tarikat ve cemaatlerdir. Siyaset sınıfının bu aktörleri dışlaması sonucu gelişen toplumsal kutuplaşma, bu yıllarda kriz dinamiklerini besleyen en önemli bir unsur olmuştur. Geleneksel sağ ve sol ayrımının kaybolduğu ve siyasi partilerin temsil ve meşruiyet krizlerine tanık olunan bu yıllarda, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne karşı PKK sorunu ile laik cumhuriyete tehdit olarak nitelenen siyasal İslam ivme kazanmış bu ise asker-sivil ilişkilerini gerilimli bir atmosfere taşımıştır.
1993'de Genelkurmay Başkanlığı'nın terörle mücadele sorumluluğunu üstüne almasından itibaren asker-siyaset ilişkilerinin bir kez daha 'uyumlu bir seyir' izlediği söylenebilir. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta çıkan olaylar ve aydınların katledilmesi sırasında il valisinin zamanında garnizon komutanından kuvvet talep etmemesi ve komutanın da müdahale etmemesi/edememesi EMASYA Protokolünün hazırlanmasını gerekli kılmıştır. Daha sonra yürürlükten kaldırılan bu protokol, benzer bir durumda garnizon komutanına, validen kuvvet talebinde bulunulmasa bile olaylara müdahale hakkı vermekteydi.[47]
24 Aralık 1995 genel seçimlerinden oyların yüzde 21,4’ünü alan RP’nin sandıktan birinci parti olarak çıkması kimi asker ve sivil çevrelerde yeni gerilimlere sebep olmuştur. Refahyol Hükümeti’nin kurulmasıyla birlikte Cumhuriyet tarihinde ilk kez İslamcı bir partinin liderin Başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Siyasal literatüre “post-modern” darbe olarak geçen 28 Şubat Süreci, “çok eksenli ve çok aktörlü karmaşık değişim sürecinin ürettiği sert çatışmaların bir sonucu” olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte laikliğin tehdit altında olduğu iddiası seçimler sonrası kimi medya organları aracılığıyla canlı tutulmuştur. Hükümetin görevden uzaklaştırılması için medya ve “sivil” toplum üzerinden laiklik ilkesinin tehdit altında olduğu işlenmiş ve TSK siyasal alandaki etkinliğini oldukça artırmıştır.
Bu dönemde, TSK’nın Refahyol Hükümeti’ni görevinden uzaklaştırmak için başvurduğu yollardan biri de yargı mensuplarına, akademik çevrelere ve medyaya sunduğu brifinglerdir. “Post-Modern” darbe olarak anılan bu süreçte Refahyol Hükümeti son bulmuştur. MGK bu mücadelenin platformu haline gelmiş, 28 Şubat 1997 günü MGK'da alınan kararlar hükümetin istifasına yol açmıştır.[48]  
28 Şubat’ın bir sonucu da Milli Görüş içinde bölünmelere yol açmasıdır. Milli Görüş içindeki yenilikçi kanat AKP’yi kurarak 3 Kasım 2002’de girdiği ilk seçimlerden mecliste çoğunluğu oluşturacak bir oy oranıyla çıkmıştır. Gelenekçi kanat ise Saadet Partisi’ni kurmuş ancak çok büyük oy kaybına uğramıştır.[49]

Sonuç:
Tüm bunlara bakıldığında ordunun siyasete karışmasında etkili faktörler şöyle sıralanabilir:
*Ordu Türk tarihi boyunca devlet yönetiminde hep önemli bir konumda olmuştur. Bu durum ise siyasete müdahaleyi gelenekselleştirmiştir. Bu da kronik bir durum yaratmıştır.
*Ordu sürekli olarak toplum ve devlet hayatındaki en organize kuvvet olma konumunu korumuştur. Bu sebeple kriz anlarında da ilk harekete geçen kuvvet olmuştur.
*Erken dönemlerden itibaren daimi bir profesyonel ordunun devlet merkezinde bulunması ordunun siyasetten doğrudan etkilenmesi ve siyasetin içine çekilmesinde etkili olmuştur.
*Ordu, sivil örgütlerden ayrı bir varlık olarak daima benliğinin bilincinde olmuştur. Bu benlik duygusunu tarihi köklerine vurgu yaparak ta ölümsüzleştirmeye çalışmıştır. Bu gün KKK’nın kuruluş tarihinin MÖ 209 yılına kadar uzatılması da bu duyguların tezahürlerinden birisidir.
*Ordu daima mevcut düzenin (devletin) korunması ve devam ettirilmesi yönünde hareket etmiştir. Mevcut sistem bir krize girdiğinde, bu krize kimse tarafından çözüm bulunamayacağına kanaat getirdiğinde ve kendisi müdahale ettiğinde de önünde kendisini durduracak hiçbir gücün bulunmadığına inandığında harekete geçmiştir.
*Sadece orduyu huzursuz eden bir neden ortaya çıktığında da isyan ve darbe hareketlerine girişildiği olmakla birlikte dirayet gösteren liderler karşısında bunlar daima başarısızlığa uğramıştır.
*Ordu hiçbir zaman tek başına siyasete müdahale etmemiştir. Mutlaka yanına etkili diğer güçleri de alarak harekete geçmiştir. Bu Osmanlı’nın klasik zamanlarında genellikle esnaf ve ulema olurken, modern zamanlarda bürokrasi, yargı mekanizması, basın, iş dünyası gibi sivil yapılar da işbirliğine gidilen unsurlar haline gelmiştir. Çünkü ordu sivilleri işe karıştırmadan asla devleti yönetemeyeceğini bilmektedir.[50] Bu sebeple her zaman mevcut durumdan memnun olmayanlarla dayanışma halinde olmuş, bazen de bu kesimler orduyu harekete geçirmişlerdir.
*Ordu, yönetimde güçlü bir lider olduğunda veya işler yolunda giderken hiçbir zaman siyasete müdahale edememiştir. Ordu etkin bir güce değil, daima etkin gücün zayıflamasına isyan etmiştir.
*Eğer ülke ekonomisinin düzeyi ordunun içinden çıkabilmeyi gözüne kestirdiği derecede azgelişmiş ise doğrudan darbe yaparak siyasete müdahale etmiş, aksi halde buna cesaret edemeyip uyarılarla siyaseti kendi mecraına çekme yoluna gitmiştir.
*Ordu hiçbir zaman yalnız gücüne dayanarak siyasete müdahale etmemiştir. Uluslar arası konjonktür ve iç dinamikler de daima müdahalelerde etkili faktörler olmuştur.
*Ordu’nun, savunma görevlerinin kapsamını geniş tutan bir anlayışla, doğrudan askeri olmayan alanlarda karar alma sürecine katılma eğilimine girmesinin temel sebeplerinden birisi de iktidardaki kadroların yetersizliğidir. Savunma konularına ilgisiz ve bunu askerlerin sırtına yüklemeye eğilimli, orduya esas görevi dışında birçok sorumluluk yükleyen ve buna bağlı olarak geniş yetkiler veren yöneticiler orduyu kendi elleri ile siyasete müdahaleye teşvik etmektedirler.
*Ordu her müdahalesinde bu hareketine bir meşruiyet kazandırma ve toplumun benliğinde haklılık kazanmaya özen göstermiştir. Osmanlı zamanında bunu Şeyhül İslam’dan fetva alarak sağlarken cumhuriyet döneminde askeri yönetimi ve onun hazırladığı anayasayı halkoylamasına sunup onaylatarak yapmaya çalışmıştır.
*Darbeler birer sebep değil birer sonuçturlar. Sonuçlara odaklanarak sorunları çözmek mümkün değildir. Sorun ancak nedenler ortadan kalkarsa kalıcı çözüme kavuşturulabilir. Bu sebeple şu kadar demokratikleştik, iç hizmet kanunundan şu maddeyi de çıkardık artık darbe olmaz diyenler hem kendilerini hem de milleti kandırmaktadırlar. Uygun şartlar oluşunca olmayacak hiç bir şey yoktur. Onun için eğer bir daha darbe olması istenmiyorsa uygun şartların oluşmaması için gerekli (siyasal, sosyal, eğitim, hukuk vb. alanlarda düzenlemeler) tedbirler şimdiden alınmalıdır.




[1] Bilgin Vedat, Ordu, Siyaset ve Demokrasi, http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar &Goster=Yazi&YaziNo=298
[2] Kuruluşundan Günümüze Türk Ordusu, On İkinci Askeri Tarih Sempozyumu Bildirileri-1, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s-19.
[3] Merçil Erdoğan. Gazneliler Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2009, s-1.
[4] Merçil Erdoğan, a.g.e.,s.75-76.
[5] Temir Ahmet, Cengiz Han, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1989, s.126.
[6] Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Kapıkulu Ocakları 1’inci Cilt,Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,1988, s.1-3
[7] Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, a.g.e, s.13.
[8] İnalçık, Halil, Devlet-i Aliyye, 34’üncü Baskı, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2009, s.194.
[9] Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, a.g.e., s.4
[10] İnalçık, Halil, a.g.e., s.337.
[11] Kocabaş, Süleyman, Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, Vatan Yayınları, İstanbul, 1993, s.11.
[12] İnalçık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağı (1300-1600), 17’nci Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012, s.68.
[13] Afyoncu Erhan, Önal Ahmet, Demir Uğur, Osmanlı İmparatorluğu’nda Askeri İsyanlar ve Darbeler, 2’nci Baskı, Yeditepe Yayınevi, İstanbul,2010, s.vıı.
[14] Zürcher, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, 26’ncı Baskı, İstanbul, 2001, s.68.
[15] Lewis, Bernard,Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, 5’inci Baskı, Ankara, 2011, s.111.
[16] Editör: E.İhsanoğlu, Osmanlı Devleti Tarihi, 2’nci Cilt, Zaman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1999, s.444-465.
[17] Afyoncu Erhan, Önal Ahmet, Demir Uğur, a.g.e., s.6-12.
[18] Özdağ, Ümit, Kendi Ülkesinde Kuşatılan Ordu, TSK, Kripto Yayınları, Ankara, 2013, s.65.
[19] Lewis, Bernard,a.g.e, s.115.
[20] Özdağ, Ümit, a.g.e, s.72.
[21] Afyoncu Erhan, Önal Ahmet, Demir Uğur, a.g.e., s.252-254.
[22] İğdemir, Uluğ, Kuleli Vakası Hakkında Bir Araştırma,Türk Tarih Kuurmu, Ankara, 2009, s.17.
[23] Lewis, Bernard,a.g.e, s.168.
[24] Lewis, Bernard,a.g.e, s.209-217.
[25] Özdağ, Ümit, a.g.e, s.73.
[26] Lewis, Bernard,a.g.e, s.246-248.
[27] Kuruluşundan Günümüze Türk Ordusu, On İkinci Askeri Tarih Sempozyumu Bildirileri-1, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2009, s-2.
[28] Afyoncu Erhan, Önal Ahmet, Demir Uğur, a.g.e, s.283-286.
[29] Lewis, Bernard,a.g.e., s-267.
[30] Cengiz, Halide Erdoğan, Enver Paşa’nın Anıları. İletişim Yayınları,, s-77.
[31] Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, 9’uncu Cilt, Türk Tarih Kurumu, Ankara, s.85-106.
[32] Afyoncu Erhan, Önal Ahmet, Demir Uğur, a.g.e, s.273-282.
[33] Burak, Begüm, Osmanlı’dan Günümüze Sivil Asker İlişkisi, http://www.historystudies.net/Makaleler/ 1128650304_Beg%C3%BCm%20Burak%20-%203.pdf (Son erişim tarihi: 12.11.2013)
[34] Kocabaş, Süleymen, Osmanlı İhtilallerinde yabancı parmağı, Vatan Yayınları, İstanbul, 1993.
[35] Troçki Lev, Çeviren Tansel Güney, Balkan Savaşları, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2012, s.5-6.
[36] Gürler, Hamdi, Kurtuluş Savaşı’nda Albay Bekir Sami Günsav, Gnkur. Basımevi, Ankara, 1994,s.40-43.
[37] Sevil, Muharrem, Türkiye’de Modernleşme ve Modernleştiriciler, 2.Baskı, Vadi Yayınları, Ankara, 2005, s.111.
[38] Aydemir, Şevket Süreyya, İhtilalin mantığı, Remzi Kitabevi, 3. Basım. İstanbul, 1985, s.175.
[39] Aydemir, Şevket Süreyya, Menderes’in Dramı, Remzi Kitabevi, 5.Basım, İstanbul, 1993. S.266-270.
[40] http://marksist.net/utku_kizilok/latin_amerika_da_kurtaricilar_ve_caudillolar_2.htm.
[41] http://www.hadeka.eu/index.php?option=com_content&view=article&id=207:msrda-darbeler-tarihi-&catid=37:tarih&Itemid=55.
[43] Aydemir, Şevket Süreyya, a.g.e S.271-275.
[44] http://trde-darbeler.blogspot.com/2009/11/12-mart-1971-darbesi.html
[45] Okçu Murat, Aktel Mehmet, İrade Savaşı; 6. Cumhurbaşkanlığı Seçimi, http://sablon.sdu.edu.tr/fakulteler /iibf/dergi/files/2001-2-15.pdf
[47] http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/ismail-hakki-pekin/25779-1980-sonrasi-asker-siyaset-iliskileri-ii.html, 12.11.2013.
[48] http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/ismail-hakki-pekin/25779-1980-sonrasi-asker-siyaset-iliskileri-ii.html, 12.11.2013.
[49] Burak, Begüm, Civil-Military Relations from the Ottoman Empire up to Today, 12.11.2013, http://www.historystudies.net/Makaleler/1128650304_Beg%C3%BCm%20Burak%20-%203.pdf.