.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

30 Ekim 2013 Çarşamba

Gürcistan'da kartlar yeniden dağıtılıyor.


Gürcistan’da yapılan seçimlerde Saakaşvili’nin desteklediği aday %21 oy alarak hayal kırıklığına uğradı.
Seçimlerin galibi başbakan Bidzina İvanişvili'nin müttefiki Georgi Margvelaşvili oldu.
Dünya kamuoyunda pek tanınmayan bir isim olan eski başbakan yardımcısı Margvelaşvili'nin zaferi, Cumhurbaşkanı Saakaşvili'nin 10 yıllık iktidarından sonra Gürcistan Hayali koalisyonunun yerini sağlamlaştırdı.
Margvelaşvili'nin seçimden birinci çıkmasıyla Gürcistan Hayali hem başkanlığı hem de hükumeti denetimi altına almış oldu.
Oyların yüzde 70'den fazlasının sayıldığını açıklayan seçim komisyonu, 44 yaşındaki Margvelaşvili'nin yüzde 62’sini aldığı duyurdu.
Yıl başında yapılan yasa değişikliği ile gücü önemli ölçüde zayıflatılan cumhurbaşkanlığı için 23 aday yarışmıştı. 3,3 milyon seçmenin olduğu ülkede seçimlere katılım yüzde 46,6 olarak gerçekleşti.
Batı yanlısı Saakaşvili’nin 2008’de Rusya ile savaşa girmesinin ardından ekonomik ve siyasi alanda etkinliği giderek azalmıştı.
Saakaşvili karşıtı siyasetin öncüsü olan İvanişvili’nin Forbes dergisine göre 5,5 milyar dolarlık serveti bulunuyor.
2012 parlamento seçimlerinde Saakaşvili’nin partisine karşı aday olan milyarder iş adamı İvanişvili, büyük bir zafer kazanarak başbakan olmuştu.
Zenginliğini Rusya’da kazanan İvanişvili, bu ülke ile ilişkilerin yeniden kurulmasında bazı başarılar sağladı.
ABD ile ilişkilerin gelişimine de olumlu bakan İvanişvili, Avrupa Birliği ile entegrasyonu da destekliyor.
Haberlerden anlaşıldığına göre;şimdi, Gürcistan’da kartlar yeniden dağıtılacak.
Türkiye’de elini yeniden gözden geçirmeli.
Suriye ve Mısır’a kafasını fazla gömüp bu ülkeyi gözden kaçırmamalı.
Çünkü Gürcistan;  hem Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı üzerinde kritik bir ülke, hem de Orta Asya ile tek güvenilir kara bağlantımız durumunda.
Aynı zamanda, Kafkasya’nın ve Kafkasya’da yaşayan halkların Türkiye üzerinden dünyaya açılan tek kapısı.
İhmal edilecek bir ülke değil yani….
Saygılar sunarım.



Çin-ABD-AB üçgeninde Rusya politikaları.


Biliyorsunuz Türkiye 3,4 milyar dolarlık füze savunma sistemi ihalesi konusunda Çin'i tercih ettiğini açıklamış, bu durum ise ABD, Rusya ve Avrupa'nın tepkisine neden olmuştu.
Şimdi ABD ve AB ülkelerinin NATO üyeliği kapsamında itiraz etmesi her ne kadar bazı kesimlerce hoş karşılanmasa da yine de bir mantığa dayanıyor gibi görünüyor. NATO silah sistemleri standartları var, dost düşman tanıma sistemlerinin uyumu var, sadece füzenin mekanik kısmı değil, yazılımlarla ilgili konular var.
Ama Rusya niye tepki gösteriyor diye insan merak ediyor değil mi?
Şimdi; silah pazarında pay kaybetmesi bir sebep olarak gösterilebilir. Ama bence daha derin sorunlar var. Rusya soğuk savaşın ardından hızla ikinci derecede güç pozisyonuna düştü ve birçok bunalımı bir arada yaşadığı o zamanlarda istemeden de olsa bu yeni konumunu benimsedi.
Fakat durum hızla değişiyor. AB Sovyetler Birliğinin dağılması ile ABD’nin yanında ikinci bir süper güç olmaya çalıştı. Ancak bağımsız bir askeri güç oluşturamadı. Ekonomik ve başka sorunlar yüzünden bu günlerde bu çabalarını da terk etmiş görünüyor.
Rusya Putin ile biraz toparlansa da eski gücüne tekrar ulaşması imkânsız görünüyor. Petrol ve gaz gelirleriyle ekonomisi biraz toparlandı fakat ne o eski askeri gücü ne de silah teknolojisi dünya çapında mücadele için yeterli değil. Nitekim kaç senedir geliştirmeye çalıştıkları denizden karaya füzeleri bir türlü hedefi isabetli tutturacak seviyeye gelemedi.
ABD ise süper güç konumunu devam ettirirken artık performansı eskisi kadar iyi değil. Ekonomik ve yönetim sorunlarıyla birçok küçük krizi art arda yaşıyor.
Aradan ise Çin, sıyrılmak üzere. ABD’den sonra ikinci büyük ekonomi oldular. Rusya ve bazı AB ülkelerinden aldıkları silah ve araçları hemen kopyalayıp geliştirerek yeni silah sistemleri yapmaya başladı. Ukrayna’dan deniz lokantası yapacağım diye aldığı eski uçak gemisini ülkesine götürdü ve kendi uçak gemisini yapıyor. Onlarca uyduyu uzaya gönderiyor. Rus füzelerini oldukça geliştirerek kendi özgün füzelerini yaptı. Hatta Dünya’dan ateşlediği bir füze ile eskimiş bir meteoroloji uydusunu başarıyla vurdu.
Yani özetle Çin büyüyor. Büyüdükçe de genişleme ve yayılma eğilimi gösteriyor. Afrika dâhil birçok ülkede limanlar, ticari ve askeri merkezler kuruyor. Çin kendisini yıllardır küçümseyen Rusya’yı çoktan sollamış durumda. Artık dünya liderliğine ulaşmak için ABD ile yarışıyor.
Bu durum ise en önce komşusu Rusya’yı tehdit ediyor. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Moğolistan ve Doğu Rusya şimdiden Çin şirketleri ve göçmenleri tarafından fiili olarak işgal edilmiş ve hala da işgal edilmeye devam ediyor.
Rusya Şanghay 5’lisi adı altında Çin ile ittifak halinde görünüyor. Kimse buna aldırmasın. Rusya Batı hâkimiyetine karşı soğuk savaş sonrasında böyle bir örgüte katıldı fakat Çin ile dost olduğundan falan değil. Çin’i ortak düşmana karşı bir denge olarak gördüğünden ve belki de yükselen Çin’e karşı koyamayacağını düşündüğünden beraber olarak daha iyi bir kontrol sağlayacağını düşündüğünden.
Rusya bu ihaleye neden karşı çıkıyor demiştik. Çin, artık Rusya’nın kabul edebileceği sınırları aşmak üzere. Rusya için tehdit artık Batıdan değil doğudan yükseliyor. Ve tehdit yanı başında. En büyük tehdit en yakın tehdittir, her zaman. Hem unutmayalım ki bütün cinayetlerde şüpheli ya komşudur veya yakın bir akraba.
Şimdilik Rusya ince bir ip üzerinde denge politikaları uyguluyor. Bilinmez ama belki de gelecekte Rusya; ABD ve AB ile Çin’e karşı bir ittifak kurabilir. Olmaz olmaz demeyin. Geçmişte Komünist Çin, Komünist Sovyetler birliği tehdidine karşı Kapitalist ABD ve Batı ile işbirliğine gitmemiş miydi?

Saygılar sunarım.

29 Ekim 2013 Salı

İstihbarat Örgütleri ve İstihbarat Savaşları.



İstihbarat örgütlerinin faaliyetleri ve gizli dinlemeler şu sıralar Avrupa gündeminde üst sıralara yerleşmiş durumda.
Almanya’daki dinleme olayının ardından yapılan çeşitli açıklamalardan sonra bu gün de Yunanistan’ın eski dışişleri bakanlarından  Teodoros Pangalos, kendi bakanlığı döneminde Yunan İstihbarat Teşkilatı’nın (EYP) ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ni dinlediğini ileri sürdü. Kendisinin dışişleri bakanı olduğu dönemde (1996-1999) EYP’nin ABD’nin Atina ve Ankara büyükelçilerinin konuşmalarını dinlediğini belirten Pangalos, “Her sabah kahve ve simidimi alıp ofisime gittiğimde masamda bir sürü belge buluyordum” dedi.
Bu arada Alman “Der Spiegel” dergisi, ABD Ulusal Güvenlik Kurumu’nun (NSA) dünyada toplam 80, Avrupa’da ise 19 dinleme noktası bulunduğu, Avrupa’daki noktalarından birisinin de Atina’da şehir merkezinde bulunan ABD Büyükelçiliği olduğunu yazdı. Habere göre, NSA Atina’daki ABD Büyükelçiliği binasının çatısına gizlenmiş dinleme cihazı antenleri yerleştirmiş. 
Ta Nea gazetesi de, ABD Büyükelçiliği’nin helikopterden çekilmiş fotoğrafında antenlerin nereye yerleştirildiklerini gösterdi.
Yunanistan’da 2005 yılında dönemin Başbakanı Kosta Karamanlis ve Dışişleri Bakanı Petrol Molivyatis dâhil 100’den fazla siyasetçi, yüksek rütbeli asker ve işadamının telefon görüşmelerinin dinlendiği ortaya çıkmış, dinlemelerin ABD’nin Atina Büyükelçiliği binası veya civarından yapıldığı iddia edilmişti.
Bunlar gösteriyor ki dost düşman demeden herkes birbirini dinliyor. Çünkü her yönetimin bilgiye ihtiyacı vardır. Bilgi güç’tür. İstihbarat sadece düşmana yöneltilmez. İstihbarat; düşman, dost ve tarafsız her kesime yöneltilir.
Her ülke dinleme sistemini kurmuş ve kullanmaktadır. Ama ABD dinleme sistemi diğer ülkelerden farklı olarak tüm dünyaya yayılmıştır. Yani ABD herkesi dinlemektedir.
Durum kısaca böyledir.
Kuvvetle muhtemeldir ki Türk makamları da başta ABD olmak üzere birçok ülke tarafından dinlenmektedir. Sanırım bizim de dinleme faaliyetlerimiz oluyordur.
Yani bizim de iştirak ettiğimiz sessiz bir istihbarat savaşı dinleme alanında yoğun bir şekilde devam etmektedir.
Bu savaştan zarar görmemek için yapılması gereken ilk şey çok güçlü bir İKK (İstihbarata Karşı Koyma) sistemi kurmak ve karşı tedbirleri uygulamaktır.  Bunda en önemli husus gizli bilgilerin, ne kadar güvenli olursa olsun kişilerce mümkün olduğu kadar elektronik cihazlarla haberleşmede konuşulmamasıdır. Önemli toplantı ve görüşmelerin yapıldığı odalar da her toplantı öncesi; gözle ve elektronik cihazlarla böcek vb. cihazların aranması işlemine tabi tutulmalıdır. Gnkur. Bşk.,Kuvvet Komutanları, Başbakan, Cumhurbaşkanı, Bakanlar ve diğer önemli kişilerin çalışma odaları da planlı-plansız sık sık aranmalıdır.
Sadece savunma hiçbir zaman tam sonuç almaz. İKK ile birlikte aldatma, karıştırma vb. aktif tedbirler de koordineli olarak uygulanmalıdır.
Tabii ki bizim de bilgiye ihtiyacımız vardır. Dinleme sistemleri de geliştirilmelidir. Sistem derken sadece cihazlardan söz etmiyorum. Teşkilat ve eğitim konuları da dâhil köklü değişiklik ve gelişmeden söz ediyorum.
Bizde stratejik dinleme sistemleri basından öğrendiğimiz kadarıyla MİT’e bağlanmış durumda. Bu konu da, iyi değerlendirilmelidir. Mesela İngiltere dâhil birçok ülkede bu dinleme teşkilatı bağımsız bir kurum olarak başbakana bağlıdır. İstihbarat teşkilatlarının koordinesini sağlayan üst yapıya da bağımsız bir organ olarak iştirak eder.
İlla ki böyle olsun demiyorum ama tüm dünya sistemleri incelenerek bu konuya ivedi el atılması zaruridir. Çünkü herkes herkesi dinlemektedir.
Kurumlarımızı ve önemli kişilerimizi yabancı dinlemesine karşı korumalıyız. Dinlenmeyi tam olarak engelleyemiyorsak bile en azından sızıntıyı azaltmalıyız.
Söylemeye hiç gerek yok, tabii ki biz de; dinlemeye karşı tedbir alırken dinlememiz gereken yabancı kişileri dinlemeliyiz. Ancak bunu sıkı kurallara bağlamalı, dinleme kurumunu kişilerin insafına terk etmemeli ve bir denetim mekanizması kurmalıyız. Kendi vatandaşlarımızı ise mümkünse hiç dinlememeli, dinlemeyi birinci suç tespit vasıtası olarak görmemeliyiz. 

Saygılar sunarım.

28 Ekim 2013 Pazartesi

Asimetrik Harp.


Çok kullanılan ama pek te bilinmeyen bir kavram. Bazen de aldatma, baskın veya sürpriz kavramları ile karıştırılıyor.

Kısaca bir tanım yapmak gerekirse, ''Asimetrik Harp'': Gücüyle mütenasip olmayan etkiler yaratan harp, doğrusal olmayan harp şeklinde tanımlanabilir. ''Nitelik ve nicelik olarak düşman kuvvetiyle mütenasip olmayan unsurların, gücüyle orantılı olmayan bir tarzda, düşmanın birlik, silah ve diğer sistemlerini görev yapamaz hale getirmek maksadıyla kullanıldığı harptir.'' diye daha geniş bir tanım da yapılabilir.

Tanımlar, çoğu insan için anlaşılmaz olabiliyor. Onun için bu kavramı somutlaştırmak ve anlaşılır kılmak için neler asimetrik harptir bunlara bazı örnekler verelim.

Farklı kuvvetler arasındaki harp asimetriktir çoğu zaman. Örneğin tank genel olarak tanka karşı kullanılır. Ama kıyıya gizlenen tanklarla; kıyıya yanaşan veya kıyıya yakın geçen gemilere ateş etmek asimetrik bir etki yaratır.

Asimetrik harp düşmanın hassasiyetlerinden yararlanacak şekilde yönlendirilir. Düşmanın beklemediği vasıtalar, beklemediği yerde, beklemediği zamanda ve beklemediği biçimde kullanılır. Genelde zayıfın güçlüye karşı uyguladığı bir yöntem olarak görülse de güçlü veya denk kuvvetler tarafından da kullanılır.

Örneğin 11 Eylül saldırılarında, El Kaide Militanları; askeri malzeme olmayan sivil yolcu uçaklarını kullanmıştır. ABD daha çok yurt dışındaki üslere, diplomatik misyonlara veya savaş gemileri gibi daha çok askeri hedef niteliği taşıyan hedeflere saldırı beklerken bu saldırılar ABD içinde, ekonomik, siyasi ve askeri olmak üzere üç ayrı hedefe yönlendirilmiştir. Maliyet ise yaratılan etki ile kıyaslanamayacak kadar düşük olmuştur. Sadece pilot eğitim masrafları, uçak biletleri ve 5-10 kişilik bir personel zayiatı ile ABD'ye milyarlarca dolarlık mali ve binlerce kişilik insan kaybı verdirilmiştir. Bu arada, ABD'ye ve özellikle de ABD ana karasına saldırılamaz imajı da yerle bir edilmiştir.

Asimetrik harp uygulamasına tarihimizden verilebilecek en iyi örnek ise Fatih'in gemileri karadan yürütmesidir. Gemileri denizden bekleyen ve buna göre Haliç'e zincir çekerek tedbir alan ama karaya karşı hiçbir hazırlığı olmayan Bizans bu olay sonucunda moral ve fiziksel açıdan çöküntüye uğramıştır.

Asimetrik harp vasıtası olarak teknolojik vasıtalar gibi teknolojik olmayan vasıtalar, ölümcül askeri araçlar gibi ölümcül olmayan askeri vasıtalar ve hatta askeri olmayan vasıtalar da kullanılabilir. Yeter ki bunlar düşmanın kuvvetli yanlarından kaçınarak, zayıf yönlerine yönlendirilsin. Düşmanın hassasiyetleri istismar edilerek beklenmedik bir etki yaratsın.

Son yıllarda asimetrik etki elde etmek için terör örgütleri de düşman devletler tarafından bir enstrüman olarak kullanılabilmektedir. Mesela; ABD ve İsrail aleyhtarı Şii terör örgütlerine yıllarca İran tarafından verilen destek gibi. PKK'ya; karşı Esad rejimi ve İran başta olmak üzere bir çoğu aslında müttefikimiz olan bazı diğer devletlerin destek vermesi de buna güzel bir örnek teşkil eder.

Asimetrik Harp yeni bir kavram olmasına rağmen görüldüğü gibi yeni bir uygulama değildir. Tarih boyunca bir isim verilmeden değişik milletlerce uygulanmış, halen uygulanmakta ve bundan sonra da (belki de tarihte hiç olmadığı kadar fazla) kullanılmaya devam edilecektir.

Saygılar sunarım.





Belücistan Sorunu ve İran'ın işlediği cinayetler.


İran'ın; Pakistan sınırındaki Sistan-Belucistan eyaletine bağlı Seravan ilçesi kırsalında 14 sınır muhafızı dün gece silahlı gruplar tarafından öldürüldü, 6 asker de yaralandı. İran olaya misilleme olarak eyaletin merkezi Zahidan hapishanesindeki 16 Beluci mahkumu asarak idam ettiğini bildirdi.

Bu olay İran'ın bir türlü sona erdiremediği Beluci direnişine sık sık verdiği tepkilerden sadece bir tanesidir. İran'da, Beluciler ağır baskı ve katliamlara maruz kalmaktadır. Beluciler Sünni olduklarından dolayı Şii rejim altında yaşamak istememekte, İran'da bunlara Sünni diye çok sert ve acımasız davranmakta, kanlı katliamlar yapmaktadır.

Belucilerin, kaçacakları veya destek bulacakları bir yer yoktur. Çünkü Beluciler, 3 ülke (Pakistan, İran, Afganistan) arasında bölünmüş durumdadır ve üç ülkeden de baskı görmektedirler.

Bulucistan'ın en fazla toprak parçası Pakistan'da dır. 1947'de Pakistan devleti kurulmuş, Belucistan bu devletin içinde bırakılmıştır. Beluciler buna karşı çıkarak 1948 yılında silahlı direnişe başladılar. 1958-59, 1963-69, 1973-77 yılları arasında bu çatışmalar en üst düzeylere çıkmış,2004 yılından itibaren ise açık bir iç savaş halini almıştır.

Belucistan Kurtuluş Ordusu, Belucistan Cumhuriyet Ordusu gibi örgütlerin etrafındaki direniş son yıllarda daha İslami bir karakter almaktadır.

Pakistan da, İran gibi bu etnik gruba oldukça sert davranmakta, her kalkışmayı silahla ezmektedir. Pakistan'ın derdi bölünmeyi önlemektir. Ancak İran'ın tavrında bundan fazla bir şey bulunmaktadır. Sanırım İran, suç işleyen başka insanlar olduğu halde bu suçla ilgisi olmayan başka mahkumları asarken ve acımasız katliamlar yaparken dini ön yargılarla da hareket etmektedir.

Bu mahkumları hiçbir hukuk kuralına ve mantığa uymamasına rağmen zalimce asan İran bir de yaptığı bu uygulamayı dünyaya ilan etmektedir.

Bir kaç ay önceydi sanırım, 3-4 Kürt asılacak diye İran neredeyse bütün Avrupa'nın baskısına maruz kalmıştı.

Ama nedense bu canice uygulamaya dünyadan hiçbir tepki gelmemektedir.

Türkiye'den de......

Hükumetimiz Mısır sorununa direkt müdahale ediyor, Suriye meselesine direkt müdahale ediyor ve bunu eleştirenlere de; ''din kardeşlerimizin ve acı çeken tüm insanların zulme uğraması karşısında sessiz kalamayacaklarını'' söylüyorlar.

Beluciler de Müslüman....

Onlarda Araplar gibi insan...

Aynı Suriye'deki gibi de baskı ve katliamlara maruz kalıyorlar....

Peki Türkiye neden İran'a hiç ses çıkarmamaktadır?

Hem de İran, bizim aleyhimize her türlü terör örgütü ile her fırsatta iş birliği yaparken!...

Saygılar sunarım.




25 Ekim 2013 Cuma

Yumuşak güç nedir?


Çoğu insan televizyonda değerlendirme yapan kişilerden Yumuşak güç kavramını bir şekilde duymuştur.

Bu terim; ABD'nin, Irak ve Afganistan savaşında batağa saplanılması ve dünya çapında anti Amerikancılığın yükselmesinden sonra kıymete bindi.

Özellikle Obama yönetimi iktidara geldikten sonra bu terim ABD'li yetkililer tarafından sık sık kullanılmaya başlanınca dünya çapında da popüler oldu.

2009 veya 2010 yılında İngiltere savunma bakanlığına ne zaman gitsem orada da hep konuşulan ve tartışılan terim bu idi.

İngilizler, sanırım bu kavrama ABD'den de çok önem veriyordu.

Nitekim yayınladıkları savunma konsepti ile ilgili kitapçıkta da bu kavrama çok büyük vurgu yapılıyordu.

Peki bu kadar vurgu yapılan bu yumuşak güç nedir tam olarak?

Yumuşak güç en basit anlamıyla; bir ülkenin hedeflerini, zor kullanmak yerine bir cazibe ve çekim oluşturarak diğerlerinden onların rızasıyla ele geçirmesidir.

Bu güç; bir ülkenin kültürünün, siyasi ideallerinin ve politikalarının cazibesinden gelir.

Eğer yaptıklarımız ve söylediklerimiz hedef ülkeler veya kitleler tarafından meşru gürülürse, beğenilirse ve taklit edilirse yumuşak gücümüz yüksek demektir.

Yumuşak güç temel olarak başkalarının tercihlerini şekillendirme becerisine dayanır.

Eğer sizin benim istediğimi istemenizi sağlarsam size istedikleklerimi yapmanız için sopa veya havuç kullanmaya gerek kalmayacaktır.

Peki ne işe yarar ki bu yumuşak güç?

Savaş kazandırır mı bir ülkeye?

Hayır.

Ama..

Savaşmadan kazanmasına yardım eder.

Nasıl mı?

Sokağa çıkın.

İnsanların kıyafetlerine bakın.

Hangi ülkelere ait markalar?

Sonra bir sinemaya gidin.

En çok hangi ülkelerin filimleri seyrediliyor?

Kafeterya da ne yiyor ne içiyor insanlar?

Hangi marka arabaya biniyorsunuz?

Kimin (hangi ülkenin) şarkılarını dinliyorsunuz?

Yeşil kart alacağım diye hangi ülkenin kapısında sıra bekliyor insanlar?

Herkes hangi yabancı dili öğrenmek için yırtınıyor?

Adam askerlerini getirip te neden başına iş alsın.

Yumuşak yumuşak işgal ediyor her yeri, o yumuşak güç unsurlarıyla.

Hemde kansız silahsız, en önemlisi de masrafsız.

Hatta bundan para da kazanıyor.

Yumuşak güç budur işte....

Saygılar sunarım.

Demokrasi ne zaman yıkılır?


Demokrasi İlkesinin Bozulması Üzerine: 

Her hükumetin bozulması, hemen her zaman temel ilkelerin bozulması ile başlar.

Cumhuriyette artık fazilet diye bir şey kalmaz.

Halk, güvenip kaderini teslim ettiği kimselerin bizzat hırsızlıklarını, bu esnada da kendisini ahlaksızlığa sürüklemek istediklerini görünce umutsuzluğa düşer.

Bu yöneticiler; halk, kendi tutkularını görmesin diye, halkın büyüklüğünden başka bir şeyden söz açmazlar.

Ahlak bozukluğu, hem ahlakı bozanlarda, hem ahlakı zaten bozuk olanlarda artar.

Halk devlet hazinelerini paylaşır. 

Para için oy verildiğini görürseniz sakın şaşırmayın. 

Halktan fazlasıyla alamadıkları şeyi hiç bir zaman ona vermezler.

Halk; hürriyetinden en çok faydalanıyormuş göründüğü zaman, bilin ki hürriyetini yitirmek üzeredir.

Bir kişinin bütün kusurlarını kişiliklerinde yaşatan küçük küçük bir sürü tiran ortaya çıkar.

Çok geçmeden de hürriyet adına kalan şey katlanılmaz bir hal alır, bir tek tiran sivrilir.

Halk da her şeyini, ahlaksızlığın sağladığı çıkarlara varıncaya kadar her şeyini yitirir.

Demek oluyor ki, demokrasinin kaçınacağı iki aşırı şey vardır:

Biri; kendisini saltanat hükumetine ya da bir kişinin yönetimine götürecek eşitsizlik anlayışı.

Öteki de; kendisini bir kişinin istibdat yönetimine sürükleyecek olan aşırı eşitlik zihniyeti.

Gerçi, tarihte Yunan cumhuriyetlerinin ahlakını bozanların hepsi, her zaman birer tiran olamamışlardır. Askerlik mesleğinden çok hitabet sanatına bağlıydılar da ondan.

Üstelik cumhuriyet hükumetlerini devirenlere karşı bütün Yunanlıların kalbinde bir kin vardı.

Bundan ötürü de ihtilal hareketleri, tiranlık şeklini alacak yerde yıkılma ile son bulmuştur..


Şimdiiiii....

Kimse, ''Niye bunları yazdın?'' diye sormasın bana.

Bunlar benim sözlerim değil çünkü.

Montesquıeu'nun; ''Kanunların Ruhu Üzerine'' kitabında söyledikleri.

Okurken dikkatimi çekti.

Bana sanki bir şeylerİ çağrıştırdı.

Belki size de bir şeyler ifade edebilir diye düşündüm.

Buraya yazdım.

Saygılar sunarım.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Kasımpaşalı futbolcu ve Suriye meselesi.

KASIMPAŞASPORLU orta saha oyuncusu Hüseyin Kala hakkında, barda tanıştığı Suriyeli sığınmacı T.A.’yı hürriyetinden yoksun bıraktığı, görevli 4 resmi polis memuruna da hakaret ve tehditte bulunduğu iddiası ile işlem yapıldı. Mardin-Kızıltepe kampından kaçtığını söyleyen T.A. ise tercüman aracılığı ile verdiği ifadesinde Hüseyin Kala’dan şikayetçi olmadı. Kasımpaşa ise futbolcunun sözleşmesini feshetti.


Bu haber bu gün bazı gazetelerde yayımlandı.

Herkes olayın futbol ve futbolcu ile ilgili yönüne, zorbalık ve şiddet tarafına kısmen de olsa değinmiş.

Pek üzerinde durulmayan yönü ise Suriye iç savaşı ve Suriye'li sığınmacıların ülkemiz üzerinde yarattığı ve gelecekte de yaratmaya devam edecek olan olumsuz etkiler.

Ben daha önce de bu konulara değinmiştim.

Bazı muhtemel sıkıntılar konusunda uyarılarda bulunmuştur.

Onun için bu konuyu kısaca ele alacağım.



Bir defa şunu bilmek lazım.

Komşunuzun evi yanıyorsa eğer, ateş bir şekilde size de sıçrar.

Dumanı evinizi basar.

Kül gelir.

Yani komşunun evi yanarken oturup seyredemezsin.

Bir an önce yansın diye benzin de dökemezsin.

Yapılması gereken yangını tecrit etmek.

Bir an önce sönmesine yardım etmek.

Eğer bu mümkün değilse kontrollü bir biçimde ve bir an önce yanıp bitmesini sağlamak.

Yoksa önce benzin döküp sonra başkasından yardım görmeyince ve hatta eleştirilince ne yapacağını şaşırmış bir şekilde durup seyretmek olmaz.

Ama her halükarda kendi evini koruman lazım.

Evine yönelen ateşlere su sık mesela.

Evine sıçrayan ateşi kotrol altına al, serbest bırakma.

Yani hımbıl hımbıl oturma.

Birşeyler yap.

Tedbir al.



İmalı konuşmaları bırakıp konuya gelelim.

Bu kız o kamptan nasıl kaçmış?

Daha önce bahsettiğim Ege bölgesinde tarım sektöründe çalışan binlerce Suriyeli nasıl kaçmış?

İçişleri bakanlığı ne iş yapar?

Bu kadar insan pasaportsuz olarak nasıl ülkemizin her yerinde serbestçe dolaşır?

Güvenlik güçleri gerçek sorunlarla ne zaman uğraşacak?

Ya bunların bir kısmı terör örgütlerine mensup kişiler ise!

Yarın, Allah korusun, ülkenin her yerinde bombalar patlatmaya başlarlarsa ne olacak?

Ya muhaberat elemanları da ülkeye girmiş, şimdi intikam planları yapıyorlarsa?

Sağa sola konteynırlar koyup, insanları içine yerleştirerek sığınmacı kampı olmuyor demek ki!

Bunun güvenliği var, emniyeti var, var oğlu var..... Değil mi?

Sadece; elektrik, su ve yemekle de olmuyor bu işler.

İçeriye kimse elini kolunu sallayarak girememeli mesela; sığınmacıların güvenliği için!

Dışarıya da çıkamamalı aynı şekilde...

Bu da ülkemizin güvenliği için.

Bilmiyorsanız bu işleri eğer....

Yıllardır sığınmacı bulunduran ülkeler var dünyada..

Hatta çok sık gittiğiniz Avrupa'da...

Madem ülke ülke geziyorsunuz her zaman.

Zahmet edipte onlara sorun bari.....

''Neler yapıyorsunuz?'' diye.


Bakın bir Kasımpaşalı futbolcunun başını yedi bu iş şimdiden.

Başka Kasımpaşalıların da başını yiyecek bu gidişle.

Benden söylemesi.

Saygılar sunarım.












Günümüzde Osmanlıcılık.


Son zamanlarda Osmanlı çok moda.

Herkes neredeyse Osmanoğulları'nın dölü.

Bir Osmanlı torunu söylemi almış başını gidiyor.

En şaşırdığım şey ise nedir biliyor musunuz? 

Osmanlı sultanlarının haşa bir peygamber miş gibi algılanması. 

Onlara kutsallık atfedilmesi.

Şimdi hükümetimiz ılımlı islamcı (o da ne demekse artık) ya.

Dışişleri bakanımız da yeni Osmanlıcı...

Bunlara bakıp ta; kutsallık işinin bunlardan kaynaklandığını sanmayın sakın.

Lideri kutsal sayma alışkanlığı bize İslam ile geldiği ile de gelmedi.

Türk tarihinin başlangıcından beri durum böyle...

Türk töresine göre tanrıdan kut almayan biri kağan olamaz. 

Bu eski efsanelere ve kağan sıfatlarına kadar yansımıştır. 

Mesela Oğuz Han tanrının elçisidir, yeni bir din getirdiğini söyler, 6 oğlunun olduğu iki karısı hep gök yüzünden mavi bir ışıkla tanrı katından; suya ve ağaca indirilmiştir kendisi için. 

Göktürk'lerin Bilge Kağan'ının sıfatları ise; Tengri'de Kut Bulmuş (Yani; Tanrı tarafından kutsanmış) Ulu Bilge Kağan'dır.

Bizde böyle durum iken; Batıda ise kraliyet; hem soya hem de Hristiyanlığa dayanıyordu. 

Papa da bunların tepesinde ve tanrının hemen altında.

Ama önce Krallar sıkıldı bu düzenden ve papayı başından atıverdi.

Sonra da halk sıkıldı krallardan ve aynı şeyi onlara yaptı.

Bizde ise bu iş halk tarafından değil, yönetici elit tarafından yapılmaya çalışıldı.

3'ncü Selim'le köklü değişim başladı .

Atatürk ile zirveye çıktı.

Ama bir türlü tam olarak tutunamadı.

Halkın bir kesimi hep takip edecek ulu birini aradı.

Ya şıhları, dervişleri takip etti yanlış bir iç güdüyle.

Ya da hepsi de otoriter olan parti liderlerini.

Demek ki batı ile aramızda böyle bir fark var.

Batı kendisinden olanı seviyor.....

Kendisi gibi olanı.....

Biz ise tepemize çıkanı....

Bize yabancı ve uzak olanı....

Aramızdan çıkan birini değil.

Tanrı katından seçilmiş birini.

Şimdi bu durum kimseyi üzmesin..

Çünkü başka bir geleneği de vardır Türklerin...

Başarısız olan lideri de süratle terk ederler.

Başarısız olduğuna göre; Tanrı ondan kut'u almıştır çünkü...

Tanrı kendinde de tutmaz bunu.

Yeni ve yetenekli, özel birine verir.

O yüzden halk hemen kut almış yeni birini arar.

Bu arada birçok kişi çıkar kut bende diye.

Ama tek bir kıstas vardır kut'un kimde olduğuna dair. 

Kim toplumu/devleti başarıya götürürse kut ondadır.

Başbakanımızı da öyle gördü insanlar sanırım. 

Tuttu başına getirdi.

Ama son günlerdeki gelişmelere bakıyorum da....

Şimdi, sanki, başbakanımızdan kut hızla uzaklaşıyor gibi.

Halk ta, daha tam belirgin olmasa da, yakında yeni bir arayış başlayabilir.

İşte bunu gören bazıları çıkmaya başladı, tanrı kut'u bana verdi diye.

Ama konuyu yanlış anlayanlar da var bunların arasında.

Kut'u tanrı veriyor, Okyanus ötesi değil....

Son günlerde olan da budur işte.

 Saygılar sunarım.

Prenses Diana'nın yolundan yürümek.



Lady Diana'yı bilmeyen pek yoktur.
İngiltere kraliyet ailesine gelin gidip Galler Prensi Charles (Prens Charles) ile evlenen, prens saray çalışanlarından birinin karısıyla ilişki kurunca o da önce sarayda bir yüzbaşı ile (küçük oğlunun bu yüzbaşıdan olduğu söyleniyor. Yüzbaşının ve adı geçen oğlunun resimlerini yanyana koyup baktım. Eğer ikiz kardeş değillerse baba oğul olmaları en mantıklı ikinci ihtimal. O kadar benziyorlar yani.), daha sonra da meşhur Mısır'lı zengin Fayed ailesinden Dodi el Fayed ile ilişki yaşamaya başladı.

Bir zamanlar lüks yatıyla Türkiye'ye gelmesi günlerce en önemli olay olan silah taciri Adnan Kaşıkçı'nın kayınçosu, beyaz eşya satışı yapan küçük bir mağazası varken eniştesinin de desteğiyle Londra'nın ünlü mağazası Harrods'u satın almış ve bundan sonra çok zengin olmuş. 3-4 yıl önce İngiliz yetkililerin kendisine baskı yaptığını, bu sebeple mağazayı satmak zorunda kaldığını açıkladı. Körfez emirliklerinden bir şeyhe sanırım 2,5 milyar sterline sattı.

İlişki açığa çıktıktan sonra saray çevresinden ayrıldı. Daha sonra Paris'te şüpheli bir kazada hayatını kaybetti. Prens Charles ise kocası ölen sevgilisiyle, kraliçenin tüm itirazlarına rağmen, evlendi.

Şimdi bu dedikodu mahiyetindeki bilgileri neden aktardığımı merak ediyorsunuzdur.

Londra'da kraliyet ailesinin yaşadığı bölge Buchingham Sarayı ve etrafıdır. 

Charles ve Diana'da evli iken bu bölgede yaşadılar. 

İşte bu sıralarda İngiltere'de hiç görülmeyen bir şey meydana gelmiş. Kuzeyde bir kasabadan, sıradan bir aileye mensup olan Diana, kraliyet ailesine katıldıktan kısa bir süre sonra bu tecrit edilmiş yaşamdan bıkarak dışarıda, Green Park ve Saint James Park'ta yürüyüşler yapmaya başlamış. 

Bu hareketi ise, ilk defa saray çevresinden birinin sıradan halk arasına katılması daha önce hiç görülmediğinden, büyük bir sempati toplamış ve kendisine halkın prensesi denilerek geniş kitlelerin hayranlığını kazanmış.

Bu sempati sebebiyle olsa gerek; prens'i terk edip başkalarıyla beraber olmasına, zengin bir arap ile sevgili olup beraber yaşamasına rağmen öldüğünde saray önünde insanlar günlerce toplanıp onun anısına çiçekler getirmiş. Kraliçe bile bu tepkiden çekinerek saraydan çıkarak onun anısına bir konuşma yapmış.

Londra Belediyesi de, o öldükten sonra, Diana'nın yürüdüğü yere, Saint James Park'ta yere bir plaket takmış.

Şaşırtıcı değil mi?

Kadının çok çalkantılı bir hayatı olmuş.....

Prensi terk etmiş....

Nikahsız, yabancı biriyle yaşamış...

Ama buna rağmen onun anısı yaşatılıyor....

Şimdi bize bakıyorum da; saray kadınları, bu son dizilerle biraz farklı bir resim oluşsa da, devleti yıkmaktan sorumlu, kötü ve lanet tipler olarak sergileniyor hep.

Mesela Hürrem Sultan deyince şeytan gibi bir şey düşünürdük okulda. 

Her padişah; iyi veya kötü anılır.

Bazılarının isimleri boğazdaki köprülere bile verilir.

Ama aynı şekilde dirayetli kadın sultanların isimleri verilmez hiç bir yere.

İmparatorluğu bunlar yıktı denilir bir de utanmadan....

Neyse...

Uzatmayalım...

Londra'ya giderseniz eğer...

Sarayın karşısındaki parkta sincaplar ve çeşitli kuşlar arasında da yürürseniz.

Ve  yürüyüş yolunda karşınıza, yere monte edilmiş bu plaket çıkarsa. 

Şaşırmayın.

Hikayesi budur.

Saygılar sunarım.

22 Ekim 2013 Salı

Niye ABD helikopteri aldık acaba? Skorski Helikopterlerinin Alınması Kararı Hakkında Endişelerim.


Türkiye’nin uzun menzilli hava savunma füzelerini 3,5 milyar dolarla Çin’den alma kararının ardından “Türkiye, ABD’ye sırtını çevirdi” tartışmaları devam ederken, önümüzdeki günlerde ABD’li Sikorsky firmasıyla 3,5 milyar dolarlık bir sözleşme imzalanacakmış. Genel maksat helikopteri programında ABD ve İtalyan üreticileri arasındaki rekabette kazanan ABD olmuş. Anlaşma önümüzdeki 30 gün içinde bütünüyle imzalanacakmış.  Yine gazetelerde yayımlanan haberlere göre; imzalanacak sözleşmeyle Türkiye, Sikorsky firması ile ortak olarak 109 adet “genel maksat helikopteri” üretecekmiş. 

ABD’li firma ile imzalanacak 3,5 milyar dolarlık helikopter anlaşmasının maliyetinin de Çin’den alınacak füze sistemlerinin maliyetiyle aynı olması dikkat çekiyormuş. Füze sistemi konusunda Çin ile sözleşme masasına oturan Türkiye’ye ABD’den gelen yoğun eleştirilerin ardından sözleşmede imza kararı alınması, savunma çevrelerinde “Türkiye, ABD ile Patriot telafisi yapıyor” yorumlarına neden olmuş. 

ASELSAN, helikopterin en kritik elektronik sistemi olan kokpiti tamamen milli imkanlarla üretecekmiş. TAI de helikopterin kritik parçalarının ve gövdesinin üretiminde büyük rol oynayacakmış. Bunun yanında çok sayıda yerli firma da helikopterin üretimi konusunda destek verecekmiş. Yani helikopter Türk ABD ortak üretimi olacak, yerli sanayie de katkı sağlayacakmış.

Bu konunun detayları gelecek günlerde daha da netleşir. 

Ben bu konu ile ilgili başka hususlarda fikirlerimi söyleyeceğim.

İtalyan helikopterine hiç binmedim ama bindiğim değişik milletlerin helikopterleri arasında en beğendiğim Skorski helikopteridir. Güçlü, küçük bir silüete sahip, manevra kabiliyeti tüksek, operasyonlarda dağlık alanlarda kaldırma kuvveti iyi ve kullanışlı bir helikopter.

Bu açıdan düşününce iyi bir seçim. 

Ama AH-2W Süper Kobra helikopteri de aynı şekilde benzerlerine göre üstün özellikler taşımasına rağmen biz İtalyanlarla üretim yapmayı seçmiştik. Şimdi neden bu ABD helikopteri seçildi.

Eğer iddia edildiği gibi bu karar siyasi maksatlarla verilmişse çok yanlış. Zamanında siyasi maksatlarla Fransızlardan Eryx tanksavar silahları alınmıştı. Sonuç fiyaskoydu. Silahın her yönü problemdi ve değil tank savmak kargaları bile ürkütemeyecek gibiydi.

Karar vericilerin elbette ki olayı her yönüyle ele aldığını ve ona göre karar verdiğine inanıyorum. Ancak bence yine de yanlış bir karar olmuş. 

Günümüzde herkes her şeyi parayla ölçtüğü halde daha maliyetli bir arac alınmış. 

Alış fiyatlarını bilmiyorum. Kastettiğim idame masrafları. Kara Kuvvetlerinden biliyorum. Son zamanlarda araçlar bir-iki markaya düştü ama önceden onlarca marka ve model vardı. Lojistik görevlerde bulunduğumdan biliyorum. Ne kadar çok değişik model ve marka varsa o kadar çok teknisyen, yedek parça, bakım teçhizatı ve hatta yakıt gerekiyordu. Bu durum ise bakım ve idame masraflarını katlayarak artırıyordu.

Bundan başka ikmal ve yedek parça temini de problem. Örneğin hem benzinli hem de mazotlu araçlarımızın olduğu birlikte her iki yakıt türü için ayrı depolama yeri ve ayrı tankerler gerekiyordu.

Bu konu daha da derinlemesine incelenebilir. Ancak yazılarımı okuyanlar biraz uzun yazdığımı söylediklerinden son bir örnekle konuyu kapatacağım.

Lojistik şube müdürlüğü yaptığım bir birlikte yeni bir yapıya geçiyorduk. Bakım kademelerini, teknisyen sayısını, yedek parça stoğunu vb. hesaplıyorduk. Yani konuya tamamen vakıf idim. Bir gün şahsi sivil arabamı servise götürüp bakım yaptırıyordum. Meraktan yetkililere bakım onarım faaliyetleri ile ilgili sorular sordum. Sonuç hayret vericiydi. 

Bir yılda bakım ve onarımını yaptıkları araç sayısı bizim iki katımızdan fazlaydı. Personelleri ise bizim personelin dörtte biri kadar. Yedek parça sistemi tam otomasyona tabiymiş. Yedk parça stokları bizimle karşılaştırılamayacak kadar azmı.

Ben bunun en büyük sebebinin bizdeki araç çeşitliği olduğu sonucuna varmıştım.

Bu sebeple bu seçimi de ihtiyatla karşılıyorum.

Saygılar sunarım.

Abdullah Öcalan ve PKK'lılar ne zaman hapisten çıkacak? Apo hapisten ne zaman çıkacak?


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), İspanya'da 23 kişiyi öldürmekten hüküm giyen ETA militanı Ines del Rio'nun serbest bırakılması yönünde karar almış.

Bu şahıs İspanyol mahkemelerinde toplam 3 bin 828 yıl hapis cezası almış. İspanyol yasalarına göre bir kişi en çok 30 yıl hapis yatabiliyormuş. Ines'in iyi halden 18 yıl sonra, Temmuz 2008'de çıkması beklenirken İspanya Yüksek Mahkemesi yine bir İspanyol hukuk doktirinine göre bu cezayı 2017 yılına kadar uzatmış.


Gel gör ki Ines'in avukatları bu karar hakkında AİHM'de dava açmış. Mahkeme de dün (20 Ekim 2013) genel bir hukuk ilkesine dayanarak bu şahsın serbest bırakılmasına karar vermiş.


Olay bu kadarla da bitmiyor. Halen hapis yatan 136 ETA üyesinin de bu kararla serbest kalmasının yolu açılmış.


Şimdi İspanyollar bu kararın uygulanmamasını tartışıyorlarmış. 


Ancak bu karar uygulanmazsa İspanya, Avrupa Konseyi Bakanlar
Komitesinin uygulayabileceği yaptırımlara maruz kalacakmış.

Şimdi bize dönelim.

29 Haziran 1999'da yapılan son duruşma ile Abdullah Öcalan'ın; Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından, kurduğu silahlı terör örgütü PKK'yı, sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri gerçekleştirdiği sabit görüldü. Abdullah Öcalan, oy birliği ile idama mahkûm edildi. Karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından da onandı. 


Mahkemenin gerekçeli kararında, Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 59. maddesinde düzenlenen cezai sorumluluğu kaldıran veya azaltan nedenlerden yararlandırılmasının uygun görülmediği açıklandı. 

Mahkemenin verdiği idam kararı, Yargıtay tarafından 25 Kasım 1999 tarihinde onandı, fakat idam cezası yerine getirilmedi, AB uyum yasaları ile idam cezası kaldırıldığı için İmralı'da hapis yatmaktadır.

Şimdi çoğu insan APO'nun serbest bırakılamayacağını, cezasının tümünü hapishanede çekeceğini düşünüyordur.


İspanyollar da Ides için aynı şekilde düşünüyordu, ama sonuç ortada.


Dünyanın ve ülkelerin durumu her geçen gün değişiyor. 


Ülkeler artık eskisi kadar bağımsız değil. 

Hele de AB gibi konfederasyondan yavaş yavaş federasyona giden bir yapıya üye olmuşlarsa.

Peki Apo serbest kalabilir mi?


Evet!


Kesinlikle!


Belki yakın bir gelecekte değil ama bir gün mutlaka!


Bu söylediğimi saçma bulanlar olabilir...


Buna inanmayanlar da olabilir...


Ama geriye dönüp bir bakın...


Apo neden asılmadı: AB uyum yasaları sebebiyle.


Herkeste Apo'nun asılacağına dair bir beklenti yok muydu?


Bimem ama bende vardı.


Fakat olmadı...

Bu güne kadar uygulamaya konan açılım yasaları ve son paketi ele alalım mesela.


10 sene önce bunların olacağını söylesek kimse inanır mıydı?


Elbette ki hayır!


Fakat oldu...


Yarın bir gün AB'ye girmemiz gündeme gelebilir.


Tam olarak üye olmamız bile gerekmez.


Üyelik arefesi denilebilecek bir durum olabilir mesela....


Veya tam üyeliğe çok yakın özel bir statü...


Millet hemen bir zafer sarhoşluğuna kapılmayacak mı?


Basın organları, 
amiyane bir tabirle ''Yazık, bu adam da burada çürüdü. Onun da anası ağlamasın!'' diye bir propaganda kampanyası başlatmayacaklar mı?

Bunları AB de; ''Demokrasi gereğidir. Hukuk gereğidir.'' gibi teranelerle desteklemeyecek mi?


Hatta ''Ama, bakın  Apo serbest kalmazsa 
falan ülke üyeliğinizi veto edecek!'' gibi sahtekarlıklarla el altından tehdit etmeyecekler mi?

Peki, sizce bunlar olmayacak mı?

Bence olacak...


Olay zaten bu mecraya girdi.


Şimdi bunun nasıl olacağı bile tartışılıyor.


Silahlı Kuvvetlerin siyasi yargılamalarla içeri atılan mensuplarının APO ve PKK'lıların serbest bırakılması için kullanılacağı bile konuşuluyor.

Terör örgütleri ve yöneticileri ile ilgili genel bir af çıkarılacakmış. Görüntüde bu komutanları serbest bırakmak için olacakmış. Ama aynı af ile APO ve PKK'lılar da çıkacakmış.

Zaten Komutanların, devleti yıkmak, terör örgütü kurmak ve idare etmek gibi iddialarla PKK'lılar gibi bir terör suçlusu konumuna sokularak hapsedilmesinin sebebi de buymuş.


Hem hükümet sadece komutanlara af çıkarıp ta APO ve tayfasına özel bir kural uygulamaya kalkarsa AİHM İspanyada olduğu gibi bir karar vermeyecek mi?

Ben bu konuda yorum yapmak istemiyorum. 


Yorumu siz yapın.

Bu olaydan bağımsız olarak, genel gidişatı değerlendirmeye çalışıyorum.

İddia edilen senaryo gerçek olmasa bile genel gidişat APO ve PKK'lıların bir gün serbest bırakılacağını gösteriyor.


Ben kişisel olarak bunun olacağına inanıyorum.


Sadece ne zaman olacağını bilmiyorum.


Hangi bahanelerin ileri sürülerek bunun yapılacağının ise hiçbir önemi yok.


Bu konu bu hükümete de bağlı değil artık.

Bu günkü hükümet iktidarda olsa da olmasa da bu olacak.


Çünkü 10 yıldan fazla bir zamandır bizi bu sonuca götürecek yolun kaldırımları döşeniyor.


Önümüzde hala birkaç yol ayrımı kalmış olabilir.


Ama yakın zamanda bu yol tek yola düşecek.


Bu yoldan kim yürürse yürüsün o yolun bizi götürdüğü yere gidecek. 


Saygılar sunarım.


Türkiye'de istihbarat savaşları: Ülkemizde ajanlar cirit atıyor.


Hürriyet gazetesinde son günlerde basının gündemine de oturan ve İsrail'li bazı yetkililerin açıklamalarıyla gündeme gelen istihbarat savaşları hakkında bir haber yayımlanmış. Haberi okumak isteyene linki veriyorum. http://www.hurriyet.com.tr/planet/24956471.asp

Haberi okuyunca zaten bilinen bir gerçek olmasına rağmen moralim bozuldu.

Eskiden Lübnan gibi istikrarsız ülkeler uluslar arası istihbarat savaşlarının arenası olarak kabul edilirdi.

Anlaşılan o ki Türkiye de bu devletler katogorisine girmiş.

İsrail, İranlı hedeflerini Türkiye'de ortadan kaldırıyor.

Bu da yetmiyor Türkiye'de İran aleyhine faaliyet gösteren casuslar istihdam ediyor.

E, zaten İran'ın Türkiye'de; başta rejim muhaliflerine yönelik olmak üzere istihbarat ve suikast faaliyetleri, başbakanımızın evine böcek koymaya kadar varan casusluk faaliyetleri iddiaları uzun süredir basında da konuşuluyor.

ABD, İngiliz, Fransız ve Alman faaliyetleri de o kadar sık olmamakla birlikte zaman zaman gündeme geliyor.

Diğer ülkelerin faaliyetlerini ise bazen yakalanan Yunanistan veya Bulgaristan casusları haberlerinden başka tam olarak bilemiyoruz.

Bunlar resmi İstihbarat Teşkilatlarının fiili eylemleri.

Bunlara farklı casusluk ve psikolojik harp vasıtaları olan etki ajanları da dahil değil.

Irak savaşı öncesi bu etki ajanlarından ABD'ye çalışanlara (gazeteciler ve kanaat önderleri) milyonlarca dolar ödendiği kamuoyuna kadar yansımıştı.

Mesela yabancı ülke destekli olarak ülkemizde faaliyet gösteren bir çok vakıflar ve STK(Sivil Toplum Kuruluşları)'lar var. Bunların Irak'ta faaliyet gösterenlerinin savaş döneminde ABD lehine casusluk ve psikolojik harp faaliyetlerinde bulunduğunu biliyoruz. Savaş öncesi ve sonrasında demografik durum çalışmasından misyonerliğe kadar birçok faaliyetler de yaptılar. Bizdekiler ne yapıyor acaba? Hangisi, kimin hesabına, ne çalışması yapıyor?

Bu tehdidi birçok devlet fark etmiş durumda ve sür'atle tedbir alıyor. Rusya, bu durumu görüp yabancılar tarafından finanse edilen STK'lara yasaklama getirdi mesela.

Bu arada bizde MİT ne yapıyor?

Polis ve Jandarma İstihbaratı ne yapıyor?

Acaba gazetelerde de yazıldığı gibi MİT, cemaat kontrolü dışında kaldığından cemaatin saldırıları ile mi uğraşıyor?

Polis istihbaratı ise cemaatçilerin kontrolünde; asker, yazar ve siyasetçi kimlikli kişilerden kendi ideolojisine engel gördüklerini tasfiye etmekte mi kullanılıyor?

Ya Jandarma istihbaratı? JİTEM karabasanı imajı yaratılarak etkisiz hale mi getirildi acaba?

Bizim istihbarat teşkilatlarımız; iç iktidar mücadelesi ve güç çatışmalarına boğulmuşken ülkeyi yabancı istihbarat örgütlerinin mücadele alanı olmaya mı terk ettiler?

Türkiye bu tehdide karşı kendini korumak için etkin adımlar atmaya ne zaman başlayacak?

Türkiye ne zaman bu istihbarat kargaşası ve çekişmesine son verecek?

Ne zaman bir üst koordinasyon ve planlama kurumu oluşturulacak?

İstihbarat teşkilatları ne zaman denetim altına alınacak?

Siyasi, TBMM, hukuki ve ekonomik denetim için ne zaman bir teşkilatlanma yapılacak?

Dışişleri de dahil bütün bakanlık ve devlet kurumlarının elde ettiği bilgilerin bir biri ile teyidi ve istihbarat çarkında işlenmesi için nasıl bir yasal ve kurumsal düzenleme yapılacak?

Devlet kurumları, bakanlıklar ve başbakan istihbarat kurumlarından nasıl tam olarak yararlanabilecek?

İstihbarat ihtiyaçları başbakandan en alt birime kadar nasıl tespit edilecek ve bu ihtiyaçların hangi birime verileceğine kim karar verecek?

Devlet yöneticileri acaba bu istihbarat düzeni ve bunun nasıl kullanılacağı konusunda bilgilendiriliyor mu?

Yoksa bunların hiç biri yapılmayıp ta, ülkemizde ajanları cirit atan ülkelerin elemanları (eğer doğru ise) iddia edildiği gibi birbirlerine deşifre edilerek basit bir intikam mantığıyla mı hareket ediliyor?

MİT müsteşarı Hakan Fidan; anladığım kadarıyla, şimdiye kadar gördüğümüz en etkim müsteşarlardan birisi. Toplumda tepki çeken PKK görüşmeleri ve bazı açık başarısızlıklara rağmen MİT'e bir hareket getirmiş gibi görünüyor. Teşkilatta ve eğitimde de yenilikler ve gelişmeler yarattığını basından öğreniyoruz. Diğer devletlerden alınan tepkiler de aslında bir nevi olumlu işaretler.

Kırk köpeği havlatmayan kurt kurt değildir derler. Henüz kırk olmasa da MİT (yetersizliklerine rağmen) oldukça fazla köpeği havlatmaya başlamış galiba.

Ama daha alması gereken çok yol var bence.

Çünkü bölgede faaliyet gösteren istihbarat teşkilatları oldukça etkin ve tecrübeli.

CIA ve MOSSAD'ı herkes biliyor. Ama mesela İngilizler pek bilinmiyor, ama istihbaratı belki de dünyaya öğreten onlar.

MOSSAD'ın çekirdeği onların desteği ile kurulmuştu.

Fransa ve Almanya'da aynı şekilde güçlü. Mesela CIA'yı CIA yapanın 2'nci Dünya Savaşı sonucu ABD hizmetine giren Gehlen gibi Alman istihbaratçıları olduğu iddia ediliyor.

KGB geleneğinden gelen Rus istihbaratı da oldukça önemli. Bu gün Türkiye'de ve tüm Ortadoğu da cirit attıklarından emin olabilirsiniz.

Bunları kısmen herkes biliyor ama Ortadoğu devletleri nedense küçümseniyor. Belki bu ülkelerin zayıflığı yüzünden küçük görülmesinden. Belki de bu ülkelerin daha çok iç kontrole ağırlık vermesinden. Ama yine de bunlar da dikkate alınmalı.

Ortadoğu'daki bir çok devlet için şunu söyleyebilirim. Bu devletlerin istihbarat teşkilatlarından bahsediliyor ama aslında bu ülkelerin istihbat teşkilatlarının devletlerinden bahsetmek daha uygun olur. Çünkü bu ülkelerde istihbarat teşkilatları devletin ve toplumun en küçük hücrelerine kadar sızmış ve bunları sürekli kontrol ediyor. Dış istihbaratta ise basın mensuplarından, havayolu ve turizm şirketleri personeline kadar herkes bu örgütlere çalışıyor.

Kısaca söylemek gerekirse bu devletler adeta istihbarat örgütü devletleri. İnanmayan İran'da; VEVAK ve SAVAMA'yı, Suriye'de; Muhaberat'ı incelesin. O zaman durumu daha iyi görecektir.

Daha önce bu blogumda bilgi harbinden bahsetmiş ve Türkiye'nin bilgi harbinin en kanlı cephelerinden biri haline geldiğini açıklamaya çalışmıştım.

Görülen odur ki Türkiye aynı zamanda; İstihbarat savaşlarının da hareketli bir cephesi haline gelmiş.

Bu bizim için büyük bir tehdit.

Kim savaşırsa savaşsın, bizim topraklarımızda yapılacak herhangi bir savaşın birinci mağlubu biz oluruz.

Bu savaşta çok kan akmaz belki ama devlet ve millet açık bir savaştan daha ağır ve daha kalıcı darbeler alır.

Bir iç hastalığı gibi vücudumuz yıpranır ve zayıflar.

Sonra vücudu zayıfladığı için basit bir grip mikrobundan ölen insanlar misali başka küçücük darbelerle, Allah korusun, yok oluruz.

''Sende ne diyorsun kardeşim? Atma! Kim Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkabilir? Hayal görüyorsun!'' diyenler olabilir.

Muhteşem Roma ve Osmanlı İmparatorlukları yöneticileri de muhtemelen o zamanlar benim gibi konuşanlara aynı tepkiyi veriyorlardı, diye cevap vermek istiyorum. Sanırım Hilmiye Çığ'ın kitabında Sümerli bir aydının devletin dağılması ile ilgili kil tablete yazılmış acıklı ağıtını okumuştum. Bana inanmayan o ağıtı da okuyabilir. Devletlerin nasıl yıkıldığı konusunda oldukça öğretici olacaktır.

Yapılacak şey basittir. Gerekli tedbirleri derhal almak ve ülkemizi bu az kanlı ve sessiz savaşların savaş alanı veya ana cephesi olmaktan çıkarmaktır.

Roma yada Osmanlı kadar büyük ve güçlü olmayabiliriz ama uygun tedbirler alırsak kaderimiz onlardan daha iyi olabilir.

Saygılar sunarım.

Cani mi, yoksa deli mi?


Bir öğretmen 2 aylık gayrı meşru çocuğunu evde yalnız bırakarak 9 günlük bayram tatiline gitmiş. 

Dönüşte çocuğu doktora götürünce çocuğun açlıktan öldüğü ortaya çıkmış. 

Öğretmen bayan akli dengesinin yerinde olup olmadığının tespiti için ilgili mercilere sevk edilmiş.

Haberin özeti bu.

Detaya gerek duymadan bile oldukça ürpertici.

Çocuğu okula giden anne ve babalar için ise aynı zamanda da korkutucu.

Sağlık muayene sonucu nasıl çıkarsa çıksın fark etmez.

Anne öğretmen, psikolojik olarak rahatsız ise nasıl öğretmenlik yapıyor?

Yok akli dengesi yerindeyse bu sefer kadın acımasız katil.

Bu durum ise birinci durumdan bile daha tehlikeli.

Milli eğitim bakanlığı ne iş yapar?

Ana okulundan itibaren çocuklarımızı teslim ettiğimiz öğretmenlerin sağlık durumları kontrol ediliyor mu?

Sadece akli dengesi değil.

Salgın hastalığı tespit edilen öğretmenler iyileşene kadar görevden uzaklaştırılıyor mu?

Biz çocuklarımızı okula eğitim ve öğretim alsınlar diye gönderiyoruz.

Psikolojileri ve sağlıkları bozulsun diye değil.

Öğretmenler çok önemli.

Milli eğitim bakanlığı silahlı kuvvetlerde subay-astsubaylara uygulandığı gibi öğretmenlere; hem mesleğe girişte, hem de her dönem başlangıcında yılda iki defa tam teşekküllü hastahanelerden periyodik muayene raporu aldırmalıdır.

Bu raporu alamayan öğretmen öğretmenlik yapmamalıdır.

Tabii aranan sağlık koşulları mesleğin özelliğine göre belirlenmelidir.

Yoksa bu durum büyük çoğunluğu cefakar ve saygıdeğer öğretmenlere eziyet etmek için bir araç haline getirilmemeli.

Bu rapor öğretmenler için de faydalı olur.

Sağlık durumlarını sürekli takip etmiş ve muhtemel hastalıklara erken tedbir almış olurlar.

Alınacak tedbirler bununla da kalmamalı.

Eğitim sistemimizin sınav maratonuna dayalı yapısı hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin psikolojik baskı altında kalmasına sebep olmaktadır.

Öğrenciler de öğretmenler gibi zaman zaman psikolojik desteğe ihtiyaç duyabilirler.

Okullarda, gerek öğrencilere gerekse öğretmenlere yardımcı olmak üzere psikolojik danışman istihdam edilmelidir.


Devlet milletin kendisine teslim ettiği evlatlarını korumak zorundadır.

Çocuklar ve gençler bir ülkenin geleceğidir.

Ülkenin geleceği akli dengesi bozuk tek bir kimsenin bile eline teslim edilemez.

Saygılar sunarım.

21 Ekim 2013 Pazartesi

Ankara'da gece baskınıyla gerçekleştirilen büyük katliam. Herkes şokta.


İnternetten gazeteleri okuyordum.


Herkesin bildiği ODTÜ ormanı katliamı ile ilgili haber dikkatimi çekti.

Haber özetle şöyle.....

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, ODTÜ kampüsündeki ağaçların neden bayramda gece vakti söküldüğünü açıkladı. 


Gökçek, ''Biz bu işlerin olay çıkarak büyümesini arzu etmedik'' dedi. 


Gökçek, kaldırılan 2 bin 388 ağaç için de ODTÜ'ye 211 bin TL ödeme yaptıklarını söyledi.


Bunu okuyunca hafsalam durdu....

Gözlerime inanamadım....

Çok utanç verici bir şeyi bile nasıl bir pişkinlikle açıklıyor?....

İnsanlarımız ağaçları kestirtmeyince, bayram tatilinde bir gece baskınıyla 2 bin 388 ağaç yok edilmiş. 

Savunmaları da hazır: Parasını ODTÜ'ye ödedik.

Demek ki eşkiyalık normal olmuş.

Bundan sonra da böyle eşkiyavari eylemler devam edecek.

Nasıl olsa parasını ödedik deyip işin içinden de kolayca çıkılıyor.

Ben istediğimi yaparım, sonra da parasını öderim....

Kimse birşey diyemez.....

Deniliyor....


Eeeeeeeee?

Hani ülkemiz gelişiyordu!

Hani demokratikleşiyorduk!

Hani daha demokratik bir ülke oluyorduk!

Bunun için de paketler açıp paketler kapatıyorduk!

Demokratik ülkeler böyle mi oluyor?

Ben mi yanlış biliyorum ama, örnek aldığımız AB ve onun demokratik olduğu kabul edilen ülkelerinde böyle bir uygulamayı ne gördüm ne de duydum.

Demokratik ülkelerde insanlar ağaçları koruyunca bu dikkate alınır.

Dahası devlet ve belediyeler o ağaçları bizzat korur.

Devlet vatandaşına pusu kurmaz.

Devlet ormanlardaki ağaçlara gece vakti baskın yapmaz.

Devlet şehirleri yeşillendirir, şehirlerde ağaç katliamı yapmaz.

Bırakın batılı bir devleti....

Ortadoğu'nun anti demokratik denilen devletleri bile bunu yapmaz.

Böyle bir şeyi herhangi bir cinayet örgütü bile yapmaz.


Ben gece baskın yapan bir tek örgüt tanıyorum.

Hatay'da ormanları yakmaya kalkmışlardı bir gece vakti.

İzmirde de çam ormanlarını yakarak katletmişlerdi.

Tahmin etmişsinizdir..

Açılım davasına çok görüşülen bir örgüt.

Fazla yüz göz olunca onlara mı benzemeye başladılar nedir!

Saygılar sunarım.

Karda Zordur Yürümek: Dağların ve Soğuğun fotoğrafı.

Bu görüntüler Herekol (Yazlıca) dağında çekildi. Bu bir operasyon değil. Doğanca Köyü'ne de verilen, bir bölüğümüzün suyu kar yüzünden kesilmiş, bu kesintiyi gidermek için su toplama ve dağıtım noktasına gidip kar ve borulardaki tıkanıklığı gidermek için düzenlediğimiz bir faaliyet.
Bu arada arazinin de genel bir keşfini yapmıştık.

Kar yükseklerde çok fazla olduğundan değil teröristler, arazide kurt, tilki ve domuz gibi hayvanlar bile yaşayamıyor, daha alçak arazi kesimlerine gidiyorlardı. Biz de herhangi bir iz veya emareye rastlamadık.

O zamanlar sıcak evlerinde karılarının koynunda yatıp ta; bize hiç bir şey yapmadınız muamelesi yapanlara da bir örnek olsun istediğimden bu resimleri yayımlıyorum.

Elbette bir çok operasyon da yaptık. Teröristlerle çatışmalara girdik, yaralılar ve şehit te verdik. Ama bunları yok saysak bile orada yaşamak ve devletin varlığını göstermek bile oldukça zor ve önemli bir görevdi. Çünkü, bizden başka hiç bir devlet görevlisi gelmiyordu oralara. 

Ha, bu arada öğretmenlerin hakkını yemeyeyim. Okulda üç genç erkek öğretmen (biri asker öğretmen) vardı. Daha sonra diğer üç köye de birer tane vekil öğretmen geldi. Öğretmenler ve bizden başka devlet memuru kalmıyordu benim sorumluluk alanımdaki köylerde. Sağlık ocağı ve camilerde resmi görevli yoktu. Atama yapılmıyor, atananlar da bir yolunu bulup gelmiyordu. Mesela Okçular Köyü camiine bir imam atanmış ama görev yerine hiç gelmeyip tayin süresini Pervari'de müftülükte geçirmişti.

Şimdi sağda solda bu askerler de görevini yapmamış diyenleri duydukça üzülüyorum. Biz görevimizi yaptık elbette, ama buna inanmayanlar görsün istedim ki hiç olmaz sa görev yerimizde bulunduk, başkalarının aksine.
Görevimizi de yapmaya çalıştık en iyi şekilde. Sırt üstü de yatmadık tabii ki.

Saygılar sunarım.










Siirt İli, Pervari İlçesi, Okçular Köyü Bölgesi: Yazlıca (Herekol) Dağı.