.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

30 Eylül 2013 Pazartesi

Alfabede yapılması düşünülen değişiklik ve harf inkılabı.


     Alfabeye üç harf (q, x,w) ekleneceği ile ilgili haberler çıkalı beri konu kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor. Karşı olanlar haklı olarak bu değişikliğin yapılma sebebindeki bölücü mantık yapısından dolayı değişikliğe karşı çıkarken değişikliği destekleyenlerin ise bir kısmı biat mantığının gereği olarak, diğer önemli bir kısmı ise kalemleri zaten hükümet tarafından doğrudan veya dolaylı olarak satın alındığından ''hükümet ne yapıyorsa doğrudur'' havası içinde tam destek vermektedir. Yaptıkları sadece bunu haklı göstermek için uygun bahaneler bulup toplumu bunun ne kadar iyi bir değişiklik olduğunu inandırma çabası gibi görünmektedir.
      İşin ilginç yanı da, harf ilavesinin temel itiraz kaynağı bunu yapma sebebi iken, başta Emekli görevlisi olan ve şu anda Amerika'da yaşayan Fethullah Gülen'in etrafında oluşmuş olan ticari grupların basın organlarında yazan yazarlar olmak üzere bazılarının bunu hemen harf inkılabına getirerek, bu inkılaba ve dolayısıyla Atatürk'e dolaylı yoldan saldırma vesilesi yapmaya çalışmalarıdır. Bu şahıslardan birinin yazısı özellikle dikkatimi çekti. Bu şahıs amacı Cumhuriyete ve Atatürk'e saldırmak olduğundan olsa gerek konu ile ilgili ''Çankaya'' gibi kitapları da okumuş, buradan amacına hizmet ettiğini düşündüğü bazı paragrafları, İsmet İnönü'nün bazı konuşmalarını ortaya attığı iddialarına örnek göstermiş. Aklınca çok mantıklı bir kurgu ile anlatmak istediğini satırlara dökmüş.
      Peki ne diyor bu kişi? Kısaca özetleyeyim. Harf inkilabını yapanlar milleti kandırmışlar. Asıl niyetleri başka iken bunu başka türlü anlatmışlar millete.  “(Arap harfleri) Bizi teokrasinin (yani şeriatın) külliyatına ve fikir yeraltlarına doğru sürüklüyordu./Yabancıların dilimizi öğrenmelerini ve bizi tanımalarını adeta imkânsız kılıyordu. Yeni harflerin kolay öğrenilip modern basım tekniğinin yollarını açtığı belirtildikten sonra bunun tersine olarak; ''Bizi teokratik külliyatından (dinî eserler) ve fikir yeraltlarından bir darbede ayırmıştır. GERİYE DOĞRU UZANAN KÖPRÜYÜ DİNAMİTLEYİP ATMIŞTIR. / Yabancıların dilimizi kolayca öğrenmelerini ve ekalliyetlerin millet bünyemize girmelerini kolaylaştırmıştır.”, “Kargacık burgacık Arap harflerini bir türlü sökemeyen halk, şimdi güldür güldür okumaya başladı!” diyorlarmış.
     Bunlar; bir dönemin geçmişe küfrederek kendini temize çıkaracağına dair cinnetin tezahürü imiş. Birisi de çıkıp ‘O kargacık burgacık dediğin harflerle Çanakkale’yi ve İstiklal Savaşı’nı kazandık, yeni ‘Türk’ harfleriyle hangi başarınız var?’ sorusunu aşketse suratınıza, ne cevap vereceklermiş. Ayrıca İnönü’nün yıllar sonra hatıralarında da itiraf ettiği gibi bunlar birer bahaneymiş. Doğru cevap, “bizi geçmişe bağlayan köprülerin dinamitlenmesi”ymiş. İnönü de o kaypak diliyle şöyle itiraf etmiş bunu: “Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Harf inkılabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır.” 
    Önce İnkilabı yapanların amaçlarını gizlemek için farklı şeyler söyleyerek milleti kandırdığını iddia eden bu kişi daha sonra ise fikir değiştirmektedir. ''Eğip bükmeden söylemişler: Mesele okuma yazma kolaylığı değil, hâlâ anlamadınız mı?'' diyerek okuyucularını ''Siz safsınız, anlamıyorsunuz, ama bakın ben çok akıllıyım, bunu çözüverdim. Gerçekler ortada artık siz de anlayın.'' demeye getirmektedir.
     Bu kadar ispat yetmemiş tabii. Bir de Cumhuriyet'ten genel olarak övgüyle bahseden bir tarihçiden örnek vererek; ''Bakın! Mango bile bunu benim söylediğim gibi anlatıyor.'' diyerek sanırım kendisi de pek inandırıcı bulmadığı iddialarını kuvvetlendirmeye çalışmış. Yazıya şöyle devam etmiş: ''Mango “kral çıplak” diyor. O cümleye siz de takıldınız mı bilmiyorum. Hani şu azınlıklar Arap harflerini okuyamadıkları için bizimle bütünleşemiyorlardı, şimdi biz onların bildikleri Latin harflerine geçince artık milli bünyemize girecekler, iddiası…Bence bu itiraf çok mühim. Zira Medeni Kanun’da olduğu gibi azınlığı çoğunluğa uyduramayınca çoğunluğu azınlığa tabi kılma ilkesi işlemiş burada da. Medeni Kanun, şeriata tabi olmak istemeyen azınlık ve Levantenlerin hukuklarına Müslüman çoğunluğu tabi kılma uygulamasıydı ve Lozan’da dayatılmıştı. Harf inkılabında da özellikle ekalliyetlerin milli bünyeyle bütünleşmesi üzerinde durulması ilginç. Bu noktaya Andrew Mango da dikkat çekmiş. Diyor ki: “Dil ile alfabe birbirinden ayrılmazdı: Türkçe konuşan Karamanlı Rumlar Yunan harfleriyle yazarlar, Ermeni ve Museviler de kendi alfabelerini kullanırlardı. Latin harflerinin kabulüyle birlikte Türkler, Hıristiyan Batılılarla aynı safa (kampa) konulmuş oldu.” Mango’ya göre “böylece gavurların alfabesi vatansever, milliyetçi Türklerin alfabesi haline geldi”.
Bu arada hızını alamayan yazarımıza göre, aslında harf inkilabında ''q'' harfinin de alfabeye alınacağını, ama Atatürk'ün, Latin harflerinin büyük harfle yazılışını bilmediği, Büyük harf yerine küçük harflerin boyunu daha büyük yazarak kullandığını, Kemal ismini  ''k'' harfiyle yazınca ''k'' nin yazılışını ''q'' nun yazılışından daha güzel bulduğu için ''q'' harfini alfabeden çıkardığını, bazı kişilerin hatıratlarına atıf yaparak iddia etmiş.Eğer Atatürk q harfinin büyük hali olan Q’yü bilseymiş yarın Başbakan Erdoğan bu ilaveyi yapmak ihtiyacını durmazmış. 
     Bu arkadaş konuyu bir şekilde yine Sultan 2'nci Abdülhamit'e getirmiş. Abdülhamit bu arkadaşlara göre kutsal bir kişilik herhalde ondan örnek vermeden duramamış.  Yazısına şöyle devam etmiş: Geçenlerde bir yarışma programında “Harf Devrimi’ni yapmayı düşünen padişah hangisidir?” benzeri bir soru yöneltilmiş. Meğer doğru cevap, “II. Abdülhamid” imiş. İddia, Sultan Abdülhamid’e ait olduğu iddia edilen “Siyasî Hatıratım” adlı kitaba dayanıyor. Güya demiş ki: “Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.”  Ali Vehbi Bey adlı kim olduğu bilinmeyen biri tarafından Fransızcaya çevrildiği söylenen bu kitabın Osmanlıca aslı bulunamadığı gibi metnin kendisinde de şüpheleri davet eden pek çok nokta mevcut. İçerisinde ona ait olduğunu söyleyebileceğimiz bazı parçalar mevcutsa da, bunlar “Abdülhamid’in hatıratı” olduğunu göstermez. (Bütün Abdülhamid hatıratlarının uydurma veya en azından şüpheli olduğunu gösteren Ali Birinci’nin Divan dergisindeki makalesi mutlaka okunmalı.). Ayrıca bir sözün “siyak ve sibakını” da göz önünde tutmak gerekmez mi? Uzun süren saltanatı sırasında Latin harfleri için kılını kıpırdatmamış birinin tahttan indirildikten uzun zaman sonra bunları söylemesinin manası nedir? Kusura bakmayın ama devlete bağlamak için o kadar çaba sarf ettiği Arapları harf inkılabı yapsaydı kaç gün yönetiminde tutabileceğini bilemeyecek kadar saf biri değildi Sultan Hamid. 
     Yazıyı okuyunca ne diyeyim, bu yazıdaki hangi saçmalıkları, nasıl anlatayım diye uzun süre düşündüm. Yaız hem esas günden konusu haricine çıkarak, başka meselelere daldığından, hem yalan yalnış bir değerlendirmeyle amaçlı seçilmiş cümlelerle bir propaganda mantığıyla yazıldığından, yazının mürekkebinin kandan olduğu ve artık gizleyemediği bir nefreti ortaya koyduğundan, yazarın fikirlerinde ve anlatımında kendi kendisiyle de çelişkiye düştüğünden, ben çok okudum araştırdım edasıyla kitap isimleri vererek çok bilgili imajı verirken aslında tarihten haberi olmadığı çok belli olduğundan ve daha da sayabileceğim birçok sebepten dolayı nasıl bir cevap yazacağımı tam olarak bilemedim. Ama bir yerden de başlamak lazım.
     Önce yazarın üslubunu kınadığımı belirtmek isterim. Şu anda kendisi gibi insanların temsil ettiği düşünceleri temsil eden bazı insanlar Kurtuluş Savaşı esnasında; din elden gidiyor diyerek, yunan ordusu hilafet ordusudur diyerek isyanlar çıkarıp, Yunanlıların ve Ermenilerin daha çok toprağımızı işgal etmesine, İngiliz, Fransız ve İtalyanların daha uzun süre ülkemizi işgal etmesine, bunların milletimizin namusuna, canına ve malına daha uzun süre tecavüz etmesine sebep olurken, işgal orduları ve İstanbulda'ki Damat Ferit gibi şerefsizlerin dizinin dibinden ayrılmayıp kendi çıkarlarını korumak peşine düşerken o kaypak dilli dediğiniz İnönü hayatını ortaya atarak Kurtuluş Savaşına katılmış ve Batı Cephesinde savaşıyordu. Siyasi olarak kendisini beğenmeyebilirsiniz, devlet adamlığını eleştirebilirsiniz ama ona hakaret etme cüretini gösteremezsiniz. Çünkü o sizin takip ettğiniz kişi gibi götü sıkışınca Amerikaya veya başka bir ülkeye kaçmadı, cepheye koştu. Sizin niyetinizi biliyorum Atatürk'ü; ondan ne kadar nefret etseniz de açık açık eleştiremiyorsunuz. Çünkü güneşin balçıkla sıvanamayacağını siz de biliyorsunuz. Ama onunla beraber mücadele etmiş olan İnönü sizin bu çaresizliğinizi telafi edeceğiniz bir simge gibi görünüyor size. Ama bu yanlış bir yoldur. Yeri geldiğinde; ''Bu ülkenin seçilmiş başbakanını astılar diye konuşmasını biliyorsunuz. Ama aynı şeyi, hem de daha kötüsünü siz yapıyorsunuz. İsmet İnönü tartışmasız bir savaş kahramanıdır. Bu ülkeyi başbakan ve cumhurbaşkanı olarak yıllarca yönetmiştir. Bu makamlar ona babasından miras kalmamış, bu makamlara o da seçimle gelmiştir.
      Ama ben yine de sizi anlıyorum. Bir defasında Şırnak bölgesinde bir operasyondan dönüyorduk. Ben timimle birlikte dönen birliklerin emniyetini sağlamak için geride kalmıştım. Birliklerin büyük kısmı emniyetli bölgeye gelince bana da çekilmem emredildi. Tam hakim araziden aşağıya, düzlüğe inmiştik ki teröristler tarafından çok yoğun bir ateşe maruz kaldık. Bulunduğumuz yer ne bir ağaç, ne bir engel, ne bir çukurun bulunmadığı dümdüz bir yerdi. Bir yanımız açık olsa sorun yok, her yerimiz açıktı. Bir yandan teröristlere ateşle karşılık verirken bir yandan da tim personeline, sıçramalarla emniyetli bölgeye çekilebilmemiz için emir komuta etmeye çalışıyordum. Bir ara burada kesin vurulacağız diye düşündüm. Emniyetli bölgeye giden birlikler ateşle bizi desteklemeye başlamışlardı ancak biz aşağıda, açık ve düz bir arazide, teröristler de tepemizde kayaların arasındaydı. Bu hengame içinde, önüme siper edebileceğim, hiç olmazsa vurulursam da başımdan vurulmamı önleyecek bir taş varsa önüme koyayım diye etrafıma bakındım. Ölürsem cenazeme bakabilsinler, yüzüm parçalanmasın diye düşünüyordum. Ama etrafımda en büyük taş ancak yumruk büyüklüğündeydi. Her yerimiz açık ve savunmasız idik. İnsan inanın o durumda kendini çok çaresiz hissediyor. Ancak gerek iyi bir eğitim almamız, gerek daha önce de bir çok çatışmalara girdiğimizden tecrübeli olmamız ve gerekse benim sorumluluğum altında olan personelimi sağ salim bu hengameden çıkarmam gerektiği düşüncesi sebebiyle (bu arada imdadımıza yetişen havan, top ve Kobra ateşinin desteği altında çatışarak, hiçbir zayiat vermeden, hafif sıyrıklarla hepimiz emniyetli bölgeye çekildik) metanetimi korudum.
     Şimdi bu yazar gibi şahısların durumunu benim o günkü durumuna benzetiyorum. Bu insanlar çaresizler. Çünkü sadece bir yerleri açıkta değil, her yerleri açıkta ve düşman diye belledikleri insanlar da onlardan çok yüksek bir konumdalar. Hem benim durumumda olduğu gibi sadece rakımsal bir yükseklik değil. Milletin sevgisi ve minneti açısından, gösterdikleri vatanseverlik ve cesaret açısından, ortaya çıkardıkları eser ve başarıları açısından yani her açıdan bu adamlardan daha üstünler. İşte bu yüzden doğrudan mücadele edemiyorlar, yan yollara sapıyorlar, dini alet etmeye çalışıyorlar, vs, vs.
     Gelelim diğer konulara....Yazar diyor ki harf inkılabının amacı gizlendi, amaç batı medeniyetine geçmek ve bunun için geçmişle bağları koparmaktı. Demek ki bu şahıs hiç kitap okumamış. Okulu da herhalde tarih derslerini kopya çekerek bitirdi. Bu konu hiçbir zaman gizlenmedi ki. Atatürk'ün bütün konuşmalarına bakın, hep batıyı hedef göstermiştir. Bütün inkılaplar ülkeyi batılılaştırmak amacıyla yapılmıştır. Onun deyimiyle muasır medeniyetler seviyesine çıkarmaktır amaç.Kimdir bu muasır medeniyetler? O Abdülhamit'in çok değer verdiğini söylediği Araplar değil herhalde. Bunu anlayamadıysa bu elbette ki kendi kusurudur.
     Yazar, bir yandan amaç gizlendi diye konuşurken öte yandan; ''Aslında amaçlarını açık açık söylemişler, ben bunu anladım, çünkü çok akıllıyım, hem çok ta kitap okuyorum, ama siz bir türlü anlamıyorsunuz. Size de ben anlatıyorum, anlayın artık!''  diyerek kendisiyle de çelişkiye düşmüştür.
     Her nasılsa yazarımız dil konusundan birden bire medeni hukuk konusuna gelmiş, ama bunu bilinçsizce değil, maksatlı şekilde, konuları çarpıtmak için yapmıştır. Sözde hukuk alanında olduğu gibi ecnebi azınlıklar için şeriat kanunlarını bırakıp medeni hukuku nasıl almışsak alfabede de Müslüman Arap kardeşlerimizin alfabesini bırakıp ecnebilerin Latin Alfabesini de öyle almışız. Yani aynı teraneye gelip duruyor. Alfabe değişiyor, Din elden gidiyor! Bu insanların bu mantık garabetine bir türlü alışamadım. Arap alfabesi Müslümanların alfabesi değildir, Arapların alfabesidir. İslamiyetten önce de yüzyıllarca  kullanılmıştır. İllaki dini bir anlam katmaya çalışırsak; Araplar bu alfabeyi kullanmaya başladıklarında putperest idiler. Bu anlamda baktığımızda Latin alfabesi de ancak Arap alfabesi gibi herhangi bir dine mal edilemeyecek bir alfabedir. Dolayısıyla biz; Mango da dese, başkası da dese gavurların alfabesini almadık. Latinlerin alfabesini aldık. Alfabe din ile değil dil ile ilgili bir şeydir. 
     Burada diğer bir çelişkiyi vurgulamak istiyorum. Alfabe alınırken çoğunluğun (Müslüman-Türk) azınlığa tabi olma ilkesi izlendiği savunuluyor. Ben bunu anlayamadım. Hangi azınlık Latin alfabesi kullanıyormuş ki? Rum azınlığın, Yahudilerin, Ermenilerin, Asuri vb. küçük grupların bile Latin alfabesinden farklı kendi alfabelerini kullandığını herkes biliyor, yazının devamında Mango'dan bu durumu anlatan bir alıntı yaptığına göre, yazarın da biliyor olacağını düşünüyorum. Peki çoğunluğun feda edildiği ve Latin alfabesi kullanan bu azınlıklar kimdir? Ben bilmiyorum. Yazar da bilmiyorsa o zaman okuru salak yerine koyup sallıyor diye aklıma geliyor. Hani biz okuduğumuzu değerlendirmez, eleştirmez, direkt inanırız, ne de olsa onun kadar akıllı ve bilgili değiliz ya!
     Hem var olmayan gayri Müslim ve gayri Türk bir azınlığa uymak için Latin alfabesini aldığımızı söyleyen ve bunu eleştiren bir yazar nasıl olur da biraz sonra Türk olmayan başka bir unsuru hoş tutmak düşüncesi ile Abdülhamit'in Arap alfabesini değiştirmek istemeyeceğini söyler ve bunu haklı bir davranış olarak görür, anlamak zor. 
     Üzülerek söyleyeyim ki yazar da benim o anlattığım olayda yapmaya çalıştığım gibi bir şeylerin arkasına sığınma ihtiyacı içinde yazmıştır. Ben nasıl fazla bir örtü bulamadıysam o da bulamamış (olmadığından mı, uğraşmaya değer görmediğinden mi, yoksa sadece tembellikten mi bilemem) ve iki üç kitap bulup bunların arkasına geçerek ateş etmiş hedefine. Ama bu da bir yazar için üzücü bir durumdur. Halbuki birkaç kitap daha okusa, yada lisede ve üniversitede tarih derslerini biraz daha dikkatli dinlese burada yaptığı hataları yapmazdı. Dil inkılabı Cumhuriyette ortaya atılan bir konu değildir. Arap alfabesinin Türkçeyi ifade etmekte yetersiz kaldığı çok eskiden beri söylenmektedir. Bu eksikliği gidermek için çare arayışları Osmanlı zamanında da bazı girişimlere yol açmış, Arap harfleri değiştirilerek, ç gibi bazı harfler uydurularak, hatta yazım kurallarında sadeleştirme yapılarak çareler üretilmeye çalışılmıştır. 
     Yazarımızın Türk düşünce tarihi ve yenilik hareketlerinden de haberi yok gibi görünmektedir. Daha 4'ncü Murat zamanında başlayan, sorunlara köklü çözüm bulunması yönündeki çabalar 3'ncü Selim'den sonra büyük bir ivme kazanmıştır. Buna paralel çeşitli siyasi/düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Batıcılık diye tarif edilen ve Atatürk tarafından nihai olarak gerçekleştirildiğini söyledikleri düşünce o peygamber gibi gördükleri Osmanlı Padişah tarafından benimsenerek uygulanan bir düşünce sistemidir. Son dönem Osmanlı padişahlarının çoğu batılılaşma taraftarı ve yenilikçidir. Bu konuların din ile, inançla doğrudan bir alakası yoktur. Yıkılan bir imparatorluğun yıkılmasını, yok olmaya sürüklenen bir milletin yok olmasını engellemeye yönelik olarak düşünülen hal çarelerinin bir tezahürüdür. Bu konularda yazı yazan, hem de oldukça fazla sayıda basılan bir gazetede yazan bir yazarın bir laf söylemeden önce, eğer konuyu bilmiyorsa biraz araştırma yapması gerekirdi. En azından; Osmanlıcılığın, Batıcılığın, İslamcılığın ve Türkçülüğün ortaya çıktığı ve etkin olduğu dönemlere bir göz atması gerekirdi. O zaman bunların tarihi zorunluluklardan ve o zamanın şartlarına göre ortaya çıktığını görürdü. Atatürk'ün yaptıklarının da temelleri o zaman atılan düşüncelerin yeni şartlara göre yorumlanarak hayata geçirilmesi olduğunu görürdü. Harf inkilabının daha o zamanlar konuşulduğunu, tartışıldığını, Latin harflerine geçilmesini savunan, bu konuda yazılar yazan ilsanlar olduğunu görürdü. Bu düşüncenin sadece Osmanlı İmparatorluğu'nda değil, Rusya egemenliğinde yaşayan bütün bir Türk dünyasında tartışıldığı ve taraftar bulduğunu, bunun da bir sonucu olarak Latin alfabesinin Azarbaycan Cumhuriyeti'nde bizden önce uygulamaya konulduğunu da belki öğrenirdi.
     Bu yazar ve onu düşüncesinde olanların sorunu sanırım Atatürk ve Cumhuriyetle. Çünkü benzer davranışlar içinde bulunan padişahlar konusunda hiçbir söz söylemezlerken konu Atatürk ve Cumhuriyete gelince birden saldırgan bir tutum alıyorlar. Örnek verecek olursak; 2'nci Mahmut ve ondan sonra gelen Abdülmecit Atatürk'ten daha az yenilikçi ve batıcı değildi. Hatta Abdülhamit bile bu iki padişahı örnek alan, otoriter ama yenilikçi bir kişiydi. Ancak onlar kendi dönemlerinin  ve kendi kapasitelerinin imkan verdiği şeyleri yapabildiler. Hem, bunların yaşam tarzlarına ve aile fertlerine bir bakın. Abdülhamit; opera ve operet dinleyen, batılı yazarların romanlarını okuyan, kardeşleri, çocukları ve torunları gerek giyim kuşam, gerekse yaşam tarzı ile şimdiki şeriatçılardan çok laik ve modern insanlara daha çok benziyordu. Piyano çalan, resim yapan şehzade ve sultanların resimleri biraz ilgilenen birinin çok kolay ulaşabileceği delillerdir.
    Bir de; ''Birisi de çıkıp ‘O kargacık burgacık dediğin harflerle Çanakkale’yi ve İstiklal Savaşı’nı kazandık, yeni ‘Türk’ harfleriyle hangi başarınız var?’ sorusunu aşketse suratınıza, ne cevap vereceklermiş. '' komedisi var ya ondan hiç bahsetmeyeceğim. Düşman askerlerine ucu sivri olduğu için elif attık herhalde!?... Bıçaklarımız vav şeklinde yapılmıştı, boğazlarını kestik!?... Biz bu savaşlarda aşıklar atışmasıyla değil, o beğenmedikleri Atatürk'ün komutanlığını, liderliğini yaptığı silahlı çatışmalarla galip geldik. Bu şahıs bir de; biz derken kendi gibi düşünenleri ayrı bir yere koyuyor ve siz diyerek te  Atatürk ve arkadaşlarını ayrı bir yere koyuyor ve sonra da diyor ki biz savaş kazandık siz hiçbir başarı elde edemediniz. Şimdi bu adam eğer espri filan yapmıyorsa kesin kafası karışmış, sürmenaj filan olmuştur. Kardeşim o savaşları siz değil Atatürk kazandı, hiç bir şey başaramamış olan, başardıkları da insana ancak utanç verecek olan siz ve sizin gibilerdir. Tarafları karıştırmayın hiç olmazsa!
     Aslında ben bu konuyla (alfabe de değişiklik konusuyla) ilgili geçen yazımda düşüncelerimi söylemiştim. Bununla ilgili başka bir yazı  yazmaya da niyetim yoktu. Başkalarının yazılarını eleştirme veya destekleme şeklinde yazılar da pek yazmadığımı takip edenler bilir. Ama bu garabeti, bu kara mizah gibi yazıları görünce dayanamadım. Bir şeyler söylemek zorunda hissettim.
     Son söz olarak şunu söyleyeyim: Ne Atatürk'ün benim gibi insanların kendisini savunmaya ihtiyacı var, ne de bu tür şahısların benim tarafımdan eleştirilmeye ihtiyacı var. Her şey ayan beyan ortada. Atatürk başarılarıyla güneş gibi parlarken bunların ışığı gece ininden çıkan bir çakalın gözlerinden yansıyan parlaklık kadar bile yok.
     Saygılar sunarım.

Not: Bir arkadaşım Atatürk'ün latin alfabesinin büyük harflerinden haberi olmadığı iddiasına bir şey söylemediğimi belirtti. Söylemedim çünkü gerek duymadım. Fransızca eğitimi almış, yabancı birçok kitabı okumuş, Almanya ve Avusturya'ya gitmiş, Bulgaristan'da askeri ateşelik yapmış birinin Latin alfabesini bilmemesi, hatta küçük harfleri bilip büyük harfleri bilmemesi iddiasını ciddiye bile alınmayacak kadar saçma buldum da ondan.
    



29 Eylül 2013 Pazar

PKK Terör Örgütünün Yaptığı Katliamlar.


     Son zamanlarda, açılımdır, demokratikleşme paketidir söylemleri ''Analar ağlamasın!'' sloganı altında aldı başını gidiyor. Muhalefet partileri dirayetsiz, hatta bazıları oy peşinde bunlardan daha az tehlikeli olmayan bazı yeni söylemler geliştirme peşinde, Silahlı Kuvvetler iğdiş edilmiş, hala anlayamadığı, çoğu iç güç odaklarından kaynaklanan, asimetrik tehditlere karşı kendini korumaktan aciz ve endişe içinde, halk başsız, amaçsız ve umutsuz, günlük ekmek peşinde. Bu gidişe karşı çıkacak, direnecek bir irade yok gibi görünüyor. Polis ve yargı işbirliğiyle; direnen veya direnebilecek olanlar ya gaza boğuluyor, ya da hapse atılıyor. Hükumet, bilerek veya bilmeyerek ülkeyi bölünmeye götüren yolun kaldırım taşlarını, doğru dürüst bir direnmeyle de karşılaşmadan, adım adım döşüyor. Apo siyasi lider, hatta Tüm Kürt vatandaşlarımızın temsilcisi gibi gösteriliyor, devletle görüşmeler yapan resmi bir taraf sıfatını zımnen kazanmış, istediği gibi manevra yapıyor. Onu hapse atanlar hapse atılmış, PKK ile mücadele edenler terör örgütü üyeliğinden içeri girmiş, KCK'lılar serbest bırakılıyor. Apo; barış güvercini rollerine bürünmüş, kendini Beyaz Mandela gibi görüyor ve anladığım kadarıyla onun yolunu taklit etmeye çalışıyor. Doğrusu bir gün Mandela gibi törenlerle çıkması ve omuzlarda taşınması ihtimali de yok diyemem.
    En kötüsü de basın! Kendilerine gazeteci diyen bazı şahıslar, devlet aleyhine, millet aleyhine durmadan propaganda yapıyor. PKK'nın tüm yaptıkları millete unutturulmaya çalışılıyor ve terör örgütü mensuplarını sanki haksızlığa uğramış mağdurlar gibi millete yutturmaya çalışıyorlar. Barış diyorlar, demokrasi diyorlar, analar ağlamasın diyorlar; adeta millete kendini öldürecek zehri süslü püslü, altın, gümüş bardaklarda içirmeye çalışıyorlar.
     Acı olan ise; milletin oldukça önemli bir kısmı bunlara inanmış durumda olması. Nasıl inanmasınlar ki. Zaten günlük yaşamın ağırlığı, geçim sıkıntısı gibi dünya meselelerinden, okumaya-yazmaya, hele hele düşünmeye hiç fırsatı olmayan insanlarımız; başta hükümet yetkilileri olmak üzere, basın yayın organları, yüklü miktarda parayı ceplerine indirerek bu görevi kabul edecek kadar akıllı olan akil adamlar ve artık sivil toplum kuruluşu sıfatını alarak daha modern, daha güncel bir havaya bürünen cemaat (lar) tarafından koro halinde aynı şeyler (Barış! Demokrasi! Analar ağlamasın!) söylenerek uyutulmaya, hipnotize edilmeye çalışılıyor. Bu faaliyet sürekli tekrarlanıyor. Sürekli tekrar vasıtasıyla, tüm algılar yönetilerek ve yönlendirilerek (Tekrar öğrenmenin ve propagandanın temel yöntemlerinden birisidir. Bir yalan sürekli tekrarlanınca onu dinleyenler gibi onu söyleyenler de bunun gerçek olduğunu düşünmeye başlar.) insanlarımızın duyguları, düşünceleri ve davranışları değiştiriliyor. Aslında vatanı için her şeyini feda etmeye hazır olan insanlarımız; korkak, ürkek, kararsız, pasif ve edilgen bir duruma sokuluyor.
     Doğruları söyleyecek kimse kalmamış, olanların söylenmesi engelleniyor, söyleyebilenlerin de sesi duyulmuyor. Ancak birileri her ne olursa olsun doğruları söylemeli. Vicdanı olan, vatanını seven, azıcık insanlık taşıyan herkes yarın ''Ben biliyordum böyle olacağını!'' ukalalığını yapmayı beklememeli ve bildiklerini bugünden söylemeli diyorum. Hem neden korkacağız ki. Yıllardır bu teröristlerle mücadele de hayatımızı her an kaybetme riski olmasına rağmen bundan korkmuyor duyduk ta şimdi korkacağız. Ölümden öteye köy var mı?
     İşte bu duygular içinde eski defterlerimi karıştırırken 2000 yılında akademide okurken hazırladığım(ız) bazı çalışmalara rastladım. Bunları paylaşırsam, başka hiç bir şey söylemesem bile şu an estirilen havanın, yalancı bir bahar havası olduğu, asıl gerçeklerin insanlara gösterilenden çok farklı olduğu anlaşılır diye düşündüm.
     Geçmiş unutturulmaya çalışıyor, ancak bunları okuyanlar geçmişi tekrar hatırlar diye umuyorum. Biliyorum bunları sınırlı sayıda insan okuyacak, bununla tüm Türkiyeyi aydınlatmak mümkün değil ama bir kişi bile bunları okusa yine de faydalı olacağına inanıyorum. Belki o da başka birine anlatır. Belki o başka biri de başkalarına. Her halükarda hiç söylenmemiş olmasından daha iyi.
     Bu çalışma; PKK'nın 1984'ten ve 2000 yılına kadarki faaliyetleri ile katlettiği insanların bir çizelgesinden oluşmaktadır. Umarım okuyanlara yapılanların vahameti ile ilgili bir fikir verebilir. Şimdiki gençlerin çoğunun zannettiği gibi. PKK'nın; sadece askeri birliklerle çatışan bir terör örgütü olmadığı, öğretmen, imam, memur ve köylü gibi silahsız sivil insanları (ve bizzat şu anda temsil ettiğini iddia ettiği insanları) infaz ederek insanlık suçu sayılan katliamlar yapan bir terör örgütü olduğunu gösterebilir.  Bunlar eski bilgiler diye düşünmeyin. Çünkü Apo yakalanıp hapse atılana kadar olan süreç PKK eylemlerinin en yoğun olduğu süreçtir. Ondan sonraki süreç daha durağan bir dönem olduğundan gerek çatışmaların yoğunluğu, gerekse verilen kayıplar (şehit ve gazi) daha az olmuştur.
     Bu dönemde; askeri olarak yenilen, lideri hapse atılan terör örgütü, şu andaki hükumetin de hatalı politikaları sonucunda, sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi alanda yoğun çalışmalar içine girmiş, dağdaki çatışmaların durmasından faydalanarak yerleşim yerlerinde tüm ülkeyi kapsayacak şekilde örgütlenerek yeniden güçlenmiş, adeta devlete paralel bir devlet oluşturma gayretleri içine girmişlerdir. Şimdi de çözüm süreci teranesiyle ülkeyi bölmenin temel taşlarını atacak siyasi adımların atılmasına çalışmaktadırlar. Bunda da hükumetle belli bir anlaşmaya varmış olacaklar ki, hükumetin bazı bakanları; anayasanın ilk üç maddesinin bile değiştirilebileceğinden  bahsede bilmektedir.
   Artık daha fazla sözü uzatmadan PKK bu terör örgütünün zalimliklerini rakamsal olarak ta ortaya döken çalışmayı sunmak istiyorum.

   Saygılar sunarım.



PKK Terör Örgütü
Rakamlarla PKK Faaliyetleri ve Karşı Mücadele
PKK terör örgütünün 15.08.1984 - 20.02.2000 tarihleri arasında gerçekleştirmiş olduğu eylemler.

21.866 terör olayına sebebiyet vermiş olduğu görülmektedir.
OLAYLAR
Silahlı saldırı :
6.751
Güvenlik kuvvetleriyle çatışma :
8.581
Mayın döşeme ve bombalama suretiyle patlama
3.519
Gasp :
411
Yol kesme ve adam kaçırma :
1.076
Bildiri dağıtma :
676
Kanunsuz toplantı :
852
Bu olaylarda 5.546 güvenlik görevlisi vatanları uğruna şehit olmuşlardır.

ŞEHİTLERİMİZ
Asker :
4.027
Geçici Köy Koruyucusu :
1.265
Polis :
254
TOPLAM
5.546
bu olaylarda 11.387 güvenlik görevlisi yaralanmıştır.


YARALILARIMIZ
Asker :
8.676
Geçici Köy Koruyucusu :
1.725
Polis :
986
Vatandaş :
4.561
TOPLAM :
11.387


Güvenlik güçlerince yurt içinde yapılan operasyonlarda; bu kanlı olaylara neden olan;
.
TERÖRİSTLER
Ölü ele geçirilenler.
18.958
Yaralı olarak yakalananlar.
706
Yardım-yataklık yapanlar dahil olmak üzere
TOPLAM :
58.165 terörist yakalanmıştır.
Teslim olanlar :
2.192
Güvenlik güçlerinin gerçekleştirmiş olduğu başarılı operasyonlar neticesinde örgüte ait;
Uzun namlulu silah :
24.183
Tabanca :
5.614
Bomba :
21.625
çok miktarda mühimmat ve örgütsel malzeme ele geçirilmiştir.
BASIN MENSUPLARI
Basın mensuplarına yönelik 35 olayda
Hayatını kaybeden basın mensubu sayısı
21
Yaralanan basın mensubu sayısı:
6
Bölgeye yerel anlamda hizmet götürmek için bölge halkının hür iradesiyle seçtiği Belediye Başkanları ve Muhtarlar da acımasızca terörün hedefleri arasında yer almıştır.
BELEDİYE BAŞKANLARI
Belediye Başkanlarına yönelik 23 olayda
Hayatını kaybeden Belediye Başkanı sayısı
23
Yaralanan Belediye Başkanı sayısı:
.
8
MUHTARLAR
Muhtarlara yönelik 105 olayda
Hayatını kaybeden Muhtarların sayısı
60
Yaralanan Muhtarların sayısı :
8
Kaçırılan Muhtarların sayısı :
30
Kaçırıldıktan sonra geri dönebilen Muhtarların sayısı :
7
Dünyanın hiç bir yerinde öğretmenler terörün hedefi olmamışlardır. Görevleri çocukları eğitmek, insanları aydınlatmak olan Öğretmenler bu kutsal görevlerine rağmen terör örgütü PKK'nın acımasız şiddet eylemleriyle yıldırılmak istenmiştir. Eğitim müesseslerini işlemez hale getirebilmek ve bölge halkını cahil bırakabilmek için öğretmenlerin yan ısıra eğitim kurumlarına karşı da terör örgütü PKK tarafından bir çok eylem gerçekleştirilmiştir.
.
ÖĞRETMENLER
Öğretmenlere yönelik 128 olayda
Hayatını kaybeden Öğretmenlerin sayısı
116
Yaralanan Öğretmenlerin sayısı :
48
Kaçırılan Öğretmenlerin sayısı :
37
Kaçırıldıktan sonra geri dönebilen Öğretmenlerin sayısı :
21
Ayrıca, bölge insanlarına dini hizmetleri götürmekle görevli İmamlara dahi saldırılar yapılmıştır.
.
İMAMLAR
İmamlara yönelik 40 olayda
Hayatını kaybeden İmamların sayısı
27
Yaralanan İmamların sayısı :
8
Kaçırılan İmamların sayısı :
5



Bölgenin alt yapısını geliştirmek, bölge halkına daha iyi hizmetler götürmek için gerçekleştirilen devlet yatırımlarının önlenmesine yönelik olarak tesislere, araç ve gereçlere de sabotajlar yapılmıştır. 



    & Artık kimse bunlardan bahsetmiyor. Analar ağlamasın diyenler sanki barışçıl, siyasi bir hareketin temsilcileriymiş gibi gösteriliyor. Ama Teröristlerle görüşenler de, bunu çeşitli sebeplerle destekleyen, en azından faydalı görenler bilsinler ki görüşülen kişiler yukarıda bahsedilen insanların katilleridir. Unutulmamalıdır ki o şehitlerin, o gazilerin de anaları vardır. Her analar ağlamasın dendiğinde onlar yüreklerinin ta derinliklerinde, kahrolmakta ve acı acı ağlamaktadırlar.


28 Eylül 2013 Cumartesi

Türk Alfabesinde Değişiklik Yapılmalı mıdır?


     ''Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 30 Eylül'de açıklayacağı demokratikleşme paketinden x,w,q devremi çıktı. 1928 yılında kabul edilen Türk Harfleri Yasası'nın değiştirilmesi ve 29 harfin yanında Kürtçede geçerli olan x,w,q harflerinin kullanılmasına izin verilmesi gündemde.''
     Yukarıdaki haber birçok gazete ve diğer basın yayın organında çıktı ve derhal bu konuda herkes siyasi görüşüne göre bu konu hakkında destek veya eleştiri belirten açıklamalar yapmaya, yazılar yazmaya başladı.
     Elbette ben de, bu hükümet döneminde gerek PKK, gerek devletin üniter yapısı ve gerekse devletin kuruluş ilkeleri ile ilgili çıkardığı kanunlar, kamuoyu önünde yaptıkları açıklamalar ve yürürlüğe koyduğu uygulamalar ile çok tehlikeli ve devletin bütünlüğüne zarar veren birçok politikasına olduğu gibi bu planlarına da şiddetle karşıyım. Bu girişim de, ülkemizi, daha sonra geriye çekilemeyeceğimiz bir noktaya götüren bir adım olacak. Hükumet devletin yapısını ve kuruluş ideolojisini beğenmediğinden kendi ideolojisine göre hareket ederek kendi kafalarındaki yeni Türkiyeyi kurmak istiyor sanırım. Ama bu yol yol değil. Evdeki hesaplarının çarşıya uymayacağını görmüyorlar. Bölgesel güç yapacağız dedikleri Türkiye'yi bölünmeye götürecek her türlü adımı atıyorlar. 
     İşin ilginç yanı bunları AB normları ve demokrasi değerlerinin gereği yapılıyor gibi lanse ediyorlar. Bu alfabe değişikliği de Demokratik paket adıyla pazarlanıyor. Peki bu hareket ne kadar demokratik, ne kadar Avrupa normlarına uygun? Ben 2 yıl Londra'da yaşadım. Çoğunluğu Avrupa ülkesi olan, 22 ülkeye gittim ve bunların bazılarında yeterince uzun süre kaldım. Madem alfabe değişikliği demokrasi gereğidir, AB normları gereğidir; bu tür uygulamalar (İspanya'nın Endülüs  ve Bask Bölgeleri hariç. Güneydeki eski Endülüs Devleti bölgesinde tabelalarda Arap alfabesi, Bask bölgesinde de farklı bir alfabe kullanılmaktadır. Ama İspanyollar kendi alfabelerini onlara uygun olacak şekilde tadil etmemiştir. Onların bazen bize de örnek gösterilen yapıları çok ta anlatıldığı gibi mükemmel değildir. Katalan'lar ayrılmak için her türlü adımı atmaya başladılar, Basklar da arkalarından geliyor. Endülüs bölgesi de kendini tam olarak İspanyol saymıyor. Uzmanlar tarafından geleceğe ilişkin yapılan tüm değerlendirmelerde;  bu uygulamaların sonucu olarak, Avrupa'da bölünme olasılığı en yüksek ülkelerin başında İspanya'nın gösterildiğini de söyleyelim.) neden hiçbir AB ülkesinde böyle bir uygulama yok. Mesela  ilkokuldan beri bize, demokrasinin beşiği olarak ezberletilen İngiltere'de; Galli, İskoç, İrlandalı gibi unsurlar yaşamaktadır. Ayrıca bunlardan başka sömürgecilik döneminin armağanı/sonucu olarak ülkeye gelip yerleşmiş, birçoğu da İngiliz vatandaşı olmuş milyonlarca Hintli, Arap, Siyahi, Türk (Çoğu Kıbrıs'tan gitme, büyük çoğunluğu İngiliz vatandaşı), Rum vb. insan yaşamaktadır. Buna rağmen ben İngiltere'de bunlara uygun bir alfabe yapalım saçmalığını hiç kimseden duymadım. Yunan alfabesi, Hint ve Arap alfabesini bir yana bırakalım, Latin alfabesini kullanan Türkler'in bile isimleri İngilizce'de her zaman doğru yazılamıyor, yazılsa da okunamıyor. Bunu kendi soy isminde yaşadım. İki yıl Boyunca bana Mr. Kanli dediler. Yazarken de Canli diye yazdılar. Ama bu İngilizlerin pek te umurundaymış gibi gözükmüyordu. 
     Hükümetimiz ne yapmaya çalışıyor doğrusu tam olarak anlamış değilim. Ülkenin temeline dinamit döşüyorlar. Sadece bu konuda değil, bir çok başka konuda da. 
     Hükümetin bu kararına karşı çıkmakla birlikte, öte yandan, bu politik tercihten bağımsız olarak düşünürsek, eğer biri bana sorsa ben de Türk alfabesinin (bu gün konuştuğumuz Türkçeyi yazmakta yetersiz kaldığı için) tadil edilmesi gerektiğini söylerim. Nereden biliyorsun veya sen dil uzmanı mısın gibi bana karşı çıkacaklar olacağını duyar gibiyim. Evet ben dil uzmanı değilim ama ben uzun süre bu dili bu alfabeyi kullanarak kağıda, hem de resmi evrak olarak dökmek zorunda kaldım. Kurmay subay olarak karargahlarda çalışırken en büyük sorunlarımızdan bir yazdığımız yazıyı anlam, gramer kuralları vb. açıdan doğru yazmak zorunda olduğumuz gibi imla kuralları açısından da doğru yazmaktı. Çünkü komutanlar bir imla hatası yüzünden kendilerine arz ettiğimiz evrakları imzalamıyorlardı. Benim masamda her zaman bir Türkçe sözlük ve bir imla kılavuzu bulunuyordu. Nasıl yazıldığı hakkında şüphe ettiğimiz kelimeleri daima imla kılavuzuna bakarak yazıyorduk.
     Benim; hem bu evrakları yazarken, hemde imzalayacak kişi pozisyonundayken dikkatimi çeken husus yanlış yazılan kelimelerin tamamına yakınının Türkçe'ye başka dillerden geçmiş kelimeler olduğuydu. Bunlar; tam olarak nasıl telaffuz edildiği herkes tarafından bilinmediğinden okunduğundan farklı yazılıyor veya okunuşu da hatalı bilindiği için hatalı olarak yazılıyordu. Yabancı kelimelerin Türkçe'den çıkarılması, bu kelimelerin miktarı daha az iken Cumhuriyetin ilk yıllarında denendi, daha sonra Türk Dil Kurumu vasıtasıyla yeni kelimeler türetilerek bunların yerine kullanılması yoluna gidildi ancak herkesin bildiği gibi pek başarılı olmadı. Bunu benim bu yazımdaki yabancı kelimelerin çokluğundan da anlayabilirsiniz. Yani biz dilimizde eskiden beri var olan Arapça, Farsça gibi doğu dillerinden ve sonradan geçmiş olan İngilizce, Fransızca, Almanca gibi Batı dillerinden kelimeleri bundan sonra da kullanacağız. O zaman bu kelimeleri daha kolay ve hatasız yazabileceğimiz yeni harflere ihtiyacımız vardır diye düşünüyorum. 
    Şimdi benim harf önermem ukalalık olacak ama ben en azından hangi seslerin bulunduğu kelimelerin ifadesinde sıkıntı çektiğimizi ifade etmek istiyorum. Bir defa bir sesli harfin uzatılması gereken kelimeler doğru olarak yazılamamaktadır. Üzerine inceltme kullanarak yazılan harfler bulunan kelimeler de sıkıntı çıkarmaktadır. Bence bu sıkıntıyı çözmek için inceltme ile uğraşmaktansa sıkıntılı olan sesler için yeni harfler kullanılabilir. Bunlar sesli harflerle ilgili sorunlar. Bunun gibi sessiz harflerle ilgili sorunlar da yaşanmaktadır. İngilizce'den geçmiş ve asıl kelimesi x harfi ile yazılan kelimeler (box=boks gibi) yazılırken son harfin unutulması gibi anlamı değiştirmesi yüzünden komik durumlar yaşadığımı hatırlıyorum mesela. Türkçe'de bir çok kelime Q harfi olmadığından yanlış yazılıp okunmaktadır. Ben sadece genel olarak sıkıntıyı söylüyorum. Bunu herkes mutlaka bir şekilde hissetmiştir. Örneğin ilkokula giden oğlumun bana ne anlama geldiğini sorduğu sorular bu inceltme ve uzatmaları olan kelimeler oluyor her zaman. İlginç olan bunları daima yanlış telaffuz ettiğinden sorduğunda bazen benim de anlamadığım, o ne kelimesi diye sorduğum durumlar olmaktadır. Doğru olan ve yapılması gereken; dil uzmanlarının, üniversitelerin ilgili bölümlerinin ve Türk Dil Kurumu'nun bu konuyu detaylı bir şekilde inceleyerek uygun harfler ve sorunlara uygun çözümleri bulması olacaktır. 
     Bu konuya karar verirken bir başka konuya da dikkat çekmek istiyorum. Bildiğimiz gibi bazı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Kiril alfabesini terk ederek Latin Alfabesine geçtiler. Diğer ülkeleri tam bilmiyorum ama Azerbaycan da bulunduğumdan onların alfabesini biliyorum. Mesela onlarda Q ve X harfleri var. Dilimizin; geniş Türkçe ailesinin diğer çocukları ile de ilişki içinde olması, bir bütünleşmeye gitmesi açısından bu ülkelerin alfabeleri de dikkate alınarak onlarda olup ta bizde olmayan harflerin alfabemize alınması da değerlendirilmelidir. Onların, uygulamadan doğan tecrübeleri de (biz onlardan çok önceden bu alfabeye geçtik vb. demeden) mutlaka incelenmelidir. 
    Yine de tüm söylediklerimde bir ihtiyat payı bırakmak istiyorum. Ben bir dil uzmanı değilim. Bu konuda bir eğitim falan da almadım. Ama uygulamadan doğan aksaklıkları yaşayan biri olarak yeni harflere ihtiyaç duyduğumuzu söylüyorum. Elbette ki ihtiyaç var mı, varsa nasıl bir tedbir getirilmeli, buna konunun uzmanları karar vermelidir.

     Saygılar sunarım.

27 Eylül 2013 Cuma

Suriye hakkında doğru sanılan yanlışlar ve gerçekler.


Suriye krizi çıktıktan sonra Türkiye'de bu konu hakkında konuşan insanlar politik tavırlarına uygun olarak adeta ikiye bölündüler. Bazıları Esat ve onun yaptığı her şey kötü, bazıları da Esat ve yönetimi çok iyi, Esat'la çatışanların hepsi kötü diye özetleyebileceğimiz bir söylem geliştirdiler. Tarafsız ve sağlıklı değerlendirmeler yapan çok az kimseye rastladım.
     Ben Suriye sınırında üç yıl görev yaptım. Bu görev sırasında defalarca Suriye'ye gittim. Suriyeli yetkililer, Müslüman Kardeşlerin eski üyeleri, Kürt siyasi muhalifler, Ermeniler, Türkler ve değişik siyasi görüşte ve mezhepte Araplarla görüşme imkanım oldu. Bunlardan resmi devlet personeli olanlar haricindekiler gezilerim esnasında tesadüfen karşılaştığım kişilerdi. Bu üç yıl boyunca; Suriye'nin toplum yapısı, etnik ve dini gruplar, devletin yapısı, Baas rejimi, silahlı kuvvetler, Muhaberat (istihbarat teşkilatı), Suriye tarihi gibi konuları sırf bu konulara merak ettiğimden ve görevim esnasında bana faydalı olur diye araştırdım ve inceledim. Şimdi bu incelemem sonucunda edindiğim bilgilerin de ışığında bu günkü durum hakkında görüşlerimi sunmaya çalışacağım.
     Suriye tarihi açıdan en eski dönemlere kadar zengin bir tarihi olan bir bölgedir. Hititlerle Mısırlılar arasında uğruna savaşılan bölge burasıdır. İlk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması bu topraklarda yapılan savaştan sonra yapılmıştır. İskender'in ölümünden sonra onun komutanları tarafından kurulan ve uzun süre yaşayan devletlerin biri de Suriye'de kurulmuştur. Akdeniz'i bir ticaret yolu haline getiren Fenikeliler (Tunus'ta daha sonra kurulan ve Büyük General Annibal komutasında Romalıları, daha İtalya dışına yayılmadan neredeyse ortadan kaldıracak olan Kartaca devleti de Fenikelilerin kurduğu bir devlettir.) Suriye'de hâkim olmuşlardır. Asurlular zaten Suriye merkezli bir devlettir. Hatta Suriye isminin de Asur ülkesi anlamına geldiği söylenmektedir. Bu gün ülkemizde yaşayan Süryanilerin ‘’Süryani’’ isminin anlamı da Suriyeli demektir ve kendilerini Asurluların torunları olarak görürler. Suriye'de MÖ 5000 yılından kalma tapınak, yerleşim yerleri ve heykeller bulunmaktadır dersek tarihi derinliği sanırım daha iyi anlatabiliriz.
     İlginç bir şey daha söyleyeyim; Yunanlılar her ne kadar aksini söylese de, bazı tarihçiler elde ettikleri tarihi kalıntılara dayanarak ilk olimpiyatların Lazkiye güneyinde bulunan Tartus bölgesinde yapıldığını, efsanelerde anlatılan Prometeus'un tanrılardan ateşi çaldığı ve ısısını düşürmek için denize soktuğu yerin de bugün Antakya ili Yayladağı İlçesinde, Suriye sınırında bulunan Kel Dağ (Sınır bu dağın güney sırtlarından geçmektedir.) olduğunu iddia etmektedir. Bu dağın tepesinde Şimşek Tanrısına adanmış bir tapınak, daha sonra Hristiyanlar tarafından kilise haline getirilmiş ve kalıntıları halen burada bulunmaktadır. Yani Suriye ve etrafındaki bölge her zaman önemli bir siyasi, kültürel ve dini merkez olmuştur.
     Suriye ayrıca; Romalılar ve Doğu Romalılar (sonradan ismi Yunanlı ve bazı Avrupalı devletlerce Bizans diye uydurulan ama yıkılırken bile kendini Doğu Roma İmparatorluğu diye adlandıran, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethederek yıktığı devlet) ve İslamın ilk dönemlerinde önemli bir eyalet, Emeviler döneminde Başken’in Şam yapılması ile devlet merkezi, Abbasiler’in bir eyaleti, Büyük Selçuklu İmparatorluğunun bağlı devleri, bazı Türk Beylikleri/Devletlerinin merkezi olduktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun bir eyaleti olmuştur. Özetleyecek olursak; Suriye, tarih boyunca Fenikeliler, Kenanlılar, İbraniler(Yahudiler), Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Doğu Roma, Emevîler, Abbâsîler, Eyyubiler, Selçuklular, Memlûklular, Haçlılar ve Osmanlı Devleti tarafından yönetilmiştir. Tarih boyunca değişik dinlerden, değişik diller konuşan birçok millet tarafından yönetildiğinden onlardan kalan sadece tarihi eserlere değil, değişik din, mezhep ve kültüre sahip çeşitli insan topluluları açısından da zengindir.
     Suriye’de bu gün; etnik olarak Arap , Kürt ,Türk ,Ermeni,Çerkez; dini ve mezhep olarak; Sünni, Nusayri, Hristiyan, Dürzî ve az sayıda diğer Şiî İslami hizipler (İsmailî, Câferî), çok az sayıda da Yahudi ve Yezidi bulunmaktadır.
     İşte bu durumu iyi değerlendiren Fransızlar; Birinci Dünya Savaşı’nda ele geçirdikleri Suriye’yi; Dürzi, Sünni ve Nusayri (Nusayrilere Fransız işgalinden sonra yanlış bir adlandırmayla Arap Alevisi denmiş ve halen bu isimle anılmaktadır. Bu inanca sahip insanlar Fransız işgaline kadar Nusayri ismiyle anılmıştır. Reenkarnasyon inancını da barındıran Şiiliğin değişik bir koludur. Anadolu Aleviliği ile hiçbir alakası yoktur.) olmak üzere üç devlete ve beş otonom bölgeye bölmüşlerdir. Ancak Arap milliyetçiliğinin artması ve ortaya çıkan direnişten sonra bu devletler ortadan kalkmış, otonom bölgelerden Hatay Türkiye’ye diğerleri de Suriye’ye katılmıştır. 1946 yılında Fransa’nın son birlikleri de Suriye’yi terk etmiş, bundan sonra sürekli darbelerle kesilen bir Cumhuriyet olan Suriye ancak Hafız Esat’ın despot yönetiminden sonra kısmen de olsa bir istikrara kavuşmuştur.
     Şimdi de genelde yanlış bilinen diğer bir konudan bahsetmek istiyorum. Türkiye’de sıradan insanlar şu andaki Baas rejiminin Nusayrilerin hâkimiyetini sağlayan ve onların ideolojisini/inancını hâkim kılan bir rejim olduğunu sanmaktadır. Ancak gerçek biraz farklıdır. Baasçılık 1940’lardan sonra çıkmış Arap Milliyetçiliği ideolojisidir. Irak’ta da aynı rejim iktidara gelmiş ancak bu partinin liderliğini Sünni Arap olan Saddam Hüseyin ele geçirince Arap kabileci zihniyetinin de etkisiyle orada Sünniler daha etkin konuma gelmiş, aynı şekilde Suriye’de 1970 yılında Nusayri olan havacı General Hafız Esat darbeyle iktidarı ele geçirince de bu ülkede Nusayriler etkin hale gelmiştir. Aslında Baas partisi, 1943 yılında, liderliğini Ortodoks Hristiyan Arap olan Mişel Eflak’ın yaptığı bir grup Arap milliyetçisi tarafından Arap Yeniden Diriliş Partisi adıyla kurulmuş ve diğer ülkelerde kurulan Baas Partilerine ideolojik yönden öncülük etmiştir. Bunların milliyetçiliği biraz sosyalist ve otokratik bir yönetimi öngörmektedir. Nitekim Baas rejiminin etkin olduğu Suriye, Irak ve Mısır (Abdul Nasır döneminde Mısır bu ideolojinin önderliğini yapmış, bir ara Suriye ile birleşik bir devlet kurma girişiminde de bulunulmuş ancak bu yapı uzun soluklu olamamıştır.) gibi devletlerde günümüze kadar devam eden tek kişinin/partinin egemenliğine dayanan otoriter, yarı askeri yönetimler hüküm sürmüştür.
     Suriye’de Baas rejimi; Nusayriler, Baas ideolojisine destek veren laik elit ve bazı Sünni Arap aşiretleri, Dürziler ve mevcut rejimi kendi yaşamı için uygun gören Hristiyanlar tarafından desteklenmiştir. Hafız Esat iktidarı bir iç darbe ile ele geçirdikten sonra daha sosyalist ve daha totaliter, kendine has bir rejim kurmuştur.  İstihbarat teşkilatını genişleterek Sovyetler Birliğinde olduğu gibi ülkenin her yerine (konuştuğum insanların söylediğine göre Suriye’nin neresinde olursa olsun eğer bir yerde 3 kişi yaşıyorsa biri muhakkak muhaberat elemanıymış) yaydı.
     Güvenlik teşkilatı da rejime uygun şekilde yapılandırıldı ve etkin hale getirildi, ancak ülkede en çok korkulan güç hep muhaberattı. Bir örnek verecek olursak her sınır görüşmesinde her asker veya sivil (Alay Komutanı, kaymakam, vali ve onların karargâh personeli vb) yetkilinin yanında sivil kıyafetli, genellikle takım elbiseli ve kravatlı biri (Muhaberat elemanı) durur, bu şahıslar konuşmalara katılmazlar. İkili görüşmelerde aramızda tartıştığımız ve ikili fikir birliğine vardığımız her konuda, imza atacak yetkili kişiler bu şahsa bakar, bu şahıs başıyla onaylarsa imza atarlardı. Ben bunlardan birinin konuşmalarımıza verdiği tepkilerden Türkçe konuşmaları anladığını fark ettim. Görüşmeler bittikten sonra çay-kahve içerken Türkçe olarak kendisiyle konuşmaya başladım. Davidof sigara içiyordu. Laf olsun diye; ‘’Siz önemli biri olmalısınız. Bizde, Davidof sigarasını ya mafya babaları veya istihbaratçılar içer.’’ Deyince, güldü ve kendisinin Muhaberat yarbayı olduğunu söyledi.
     Suriye’de konuştuğum kişiler (özellikle de bizim haber elemanımız olan Türkmen, Sünni Arap, Nusayri ve Ermeni kökenli kişiler) insanların yan yana geldiklerinde bozuk yolları bile eleştirmekten çekindiklerini, çünkü aralarından birinin muhaberattan olabileceğini, bunun vereceği bir raporla rejime muhalefetten hemen tutuklanacaklarını söylüyorlardı. Nitekim boşboğazlık edip kendini tutamayan kişilerin hemen evlerinden alınarak tutuklandıklarını, ailelerinin nerede olduklarını bile kimseye soramadıklarını, bunların bir kısmının uzun tutukluluktan sonra serbest kaldığını, bir kısmının da sorguda işkenceden öldüklerini, ama ailelerine hastalanarak kanlı ishalden öldüklerinin söylendiğini, kapağı çiviyle çakılmış bir tabut içinde, cenaze yıkanmadan, tabut açılmadan (kanlı ishal bulaşıcıdır diyorlar ancak ailelerin cenazelerdeki işkence izlerini görmelerini engellemek istiyorlarmış) polis nezaretinde gömüldüğünü anlatıyorlardı. Nitekim bize, başta asit anhidrit (uyuşturucu yapımında kullanılan bir kimyasal madde) olmak üzere kaçakçılık olayları hakkında zaman zaman haber veren iki Sünni Arap tutuklanmış ve yaklaşık bir ay sonra birinin kanlı ishalden öldüğünü birinin de bir yıl sonra serbest bırakıldığını haber almıştık.
       Bu kaçakçılık olaylarının çoğunun (özellikle sigara ve çay gibi maddelerin kaçakçılığı) üst düzey devlet yetkilileri ve özellikle de Esat ailesinin kontrolünde yapıldığını öğrendik. Gerek eski kaçakçılardan, gerekse Suriyeli bazı kişilerden öğrendiğimize göre sigara ve çay gibi ürünler tırlarla sınıra 3-4 km. yakın bir yerleşim yerine getiriliyor, Suriyeli ve Türk kaçakçılar paralarını ödeyip aldıkları malları Türkiye’ye geçiriyorlarmış. Daha önceden bu kaçakçılık organizasyonunun başı Hafız Esat’ın kardeşi imiş, ancak siyasi bir anlaşmazlık sonucu kardeşi Avrupa’ya kaçınca görevi başka yetkililer devralmış. Bu adamın oğlu bu son karışıklıklar çıkınca, sanırım Londra’da ortaya çıkıp (kendisine bol gelen yeşil bir takım elbiseyle televizyonda konuşmasını izledim) bu ortamda kendileri alternatif olabilirler düşüncesine kapılmış olacak ki günlerce dünya basınına demeçler verdi. Ama Suriye’de insanlar onlardan da, en az Hafız Esattan ettikleri kadar nefret ediyorlardı.
    Bu genel çerçevenin ardından; Suriye hakkında tek bir kitap okumadan, hiç Suriye’ye gitmeden Suriye’de olanlarla ilgili tahmin ve yorumlarda bulunanlar ile, Esat’ı şeytan görenler ve Esat’ı büyük demokrat ve emperyalizmle mücadele eden bir kahraman olarak görenlere bir şeyler söylemek istiyorum.
     Önce Esat’ı bir kahraman gibi sunanlara bir şeyler söylemek istiyorum.  Bir defa Baas rejimi tam anlamıyla bir baskı rejimidir. İktidarda kalmak için her türlü insanlık dışı uygulamayı kendi halkına karşı uygulamaktan çekinmemiştir. Örneğin 1980 yılında baba Esat’a yapılan başarısız suikasttan sonra muhalif Müslüman Kardeşler örgütüne karşı acımasız bir imha planı uygulamaya konmuştur. Müslüman Kardeşler’in etkin olduğu Hama şehri Şubat 1982’de ordu birlikleri tarafından çevrilmiş. Hedef gözetilmeksizin saatlerce ağır silahlarla ateş altına alınmış ve sonra ordu birlikleri şehre girerek hedef gözetmeksizin herkese ateş açarak tam bir katliam (adeta soy kırımı) yapmışlardır. Burada ölenlerin sayısı hiçbir zaman öğrenilememekle birlikte ölü sayısının 40 bine kadar çıktığını söyleyenler vardır. Bu olayla birlikte bir milyona yakın insan Suriye’de değişik bölgelere ve Türkiye-Irak gibi komşu ülkelere kaçmıştır. Bu olaydan sonra da Türkiye’de Antakya/Yayladağı bölgesinde ormanlık yerlerde kamplar kurarak bir kısım Müslüman Kardeşler örgütünün silahlı güçleri Suriye’ye girip eylemlerine devam ettirmiş olsalar da, Hama katliamından sonra bir daha tam olarak ayağa kalkamamışlardır.
     Bu rejim yıllarca Arap milliyetçiliği ideolojisine bağlı olarak Türk/Türkiye düşmanlığı yapmıştır. Hatay’ı kendi toprakları ilan etmiş (Bu arada Hafız Esat’ın doğum yerinin Samandağ/Hatay olduğu söylenmektedir.), haritalarında burasının kendi ülkesi içinde göstermiştir. Bu rejimin birinci düşmanı İsrail ise de ikinci düşmanı her zaman Türkiye olmuştur. Okul kitaplarında Osmanlı’yı ve Türkleri karalayıcı birçok bölüm bulunmakta, Cemal Paşa’yı soy kırımı yapmakla suçlamaktadırlar.
     Bu rejim; 1980 öncesi bütün sol terör örgütlerinin daha sonra da PKK’nın ana üssü ve destekçisi olmuştur. Bekaa’da PKK kamları, Şam’da Apo hep bunların desteğiyle var olmuş ve binlerce vatandaşımızın ölümünden sorumludur.
     Oğul Eat ve bizim şu andaki başbakanımızın kanka olmasından önce her türlü ortamda Ermenistan ve Yunanistan’ın birinci müttefikleri olmuşlardır.
     Suriye; Asi Nehri üzerinde yaptığı barajlarla bize bir gram su vermemektedir. Bu sebeple; (Bunda DSİ’nin yanlış uygulamalarının da payı olduğu söylenmektedir.)  şu anda Antakya havaalanının olduğu bölgede eskiden bulunan bir göl artık tarihe karışmıştır. Buna rağmen, bizim Fırat nehri üzerine yaptığımız barajlara uluslararası arenada hep karşı çıkmış, Irak’ı bizim aleyhimize kışkırtmış, Avrupa’da ve Türkiye’de (bunu başkasından duydum, bizzat teyit etmeye imkânım yoktu) bazı gazetecilere para vererek tarih yok ediliyor tarzından propagandalar yaptırarak bu barajların yapılması ve bunun için batıdan finansman sağlanmasını önlemeye çalışmıştır. Zeugma ve Hasankeyf’te tarihi mirasın korunmasına ben de taraftarım ama bu Suriye tarafından konunun propaganda vesilesi yapıldığı gerçeğini değiştirmez.
     Baas rejimi, sırf Türk oldukları için başta Bayır-Bucak Türkleri olmak üzere ülkede bulunan Türk nüfusa hep düşman ve tehlikeli insan muamelesi yapmıştır. Türkler Yayladağı/Antakya sınır kapısından Suriye’nin Lazkiye iline (Önemli bir liman şehridir. Burada gezerken bana hep İzmir’in ve İskenderun’un biraz geri kalmış küçük bir benzeriymiş duygusu uyandırdı.) giderken sağda (batıda) ve solda (doğuda) bulunan Bayır ve Bucak kasabaları ve bunlar civarındaki köylerde yoğun olarak, Lazkiye de bir semtte yoğunlaşmış olarak, Halep, Hama, Humus ve Şam’da küçük gruplar olarak ve Golan Tepeleri İsrail tarafından işgal edilince oradan kaçanların Şam güneyinde kurdukları bir ilçede nüfus çoğunluğu oluşturacak şekilde yaşamaktadır. Buraları haritadan incelenirse bir birleriyle irtibatsız ve dağınık şekilde yaşamaktadırlar. Bunların devlet kademelerinde iş bulmaları, arazi almaları sürekli ve dolaylı olarak engellenmekte, sık sık polis ve muhaberat tarafından taciz edilmektedirler. Bu insanlar (Ben şahsen görüştüğüm Bayır, Bucak ve Lazkiye Türklerinden tanıdığım insanları düşünerek söylüyorum, Türkiye’yi çok seven, gönül bağı olan, sınır ötesinde bir PKK hareketlenmesi görünce askerlerimiz ölecek diye kendi hayatını tehlikeye atarak bize haber vermeye çalışan insanlardı.) Baas rejimi boyunca zulme uğramışlar ve etnik hiyerarşide (Suriye’de rejim her topluma farklı davrandığından böyle bir hiyerarşi var.) en aşağı düzeyde muamele gördüler. Maalesef şu anda bizim hükümetimiz de PYD ile bile yakın ilişkiler içindeyken bunlarla ilgilendiğine dair bir işaret yok. Varsa bile kamuoyuna yansımadığından ben bilmiyorum.
     Suriye sınırından ülkemiz topraklarına, yıllar boyunca; kaçak sigara, çay, canlı hayvan (bunlarla beraber salgın hayvan hastalıkları), asit anhidrit (Bu ne işe yarar ve niye oradan girer diyenlere;  yakalanmış kaçakçılarla ve bölge halkından insanlarla konuştuğumda Antakya’nın şu anda ismini vermeyi doğru bulmadığım bir kasabasında Avrupa piyasasında en aranan ve pahalıya satılan eroininin yapıldığını anlattıklarını söylemekle yetiniyorum.), terör, patlayıcı ve silah, kaçak Afrikalı ve Hindistan’lı göçmen gibi bize zarar verecek şeyler Suriye Devleti, Baas Rejimi ve Esat ailesinin kontrol ve gözetiminde girmiştir.
     Gelelim Suriye’nin, Baas Rejiminin ve Esat ailesinin ABD emperyalizmine karşı çıktığı için ABD ve batı tarafından karıştırıldığı, Asat’ın ezilen Ortadoğu Halklarının haklarını batıya karşı savunan bir kahraman olduğu hikayesine…. Aslında en dayanaksız iddia da budur ama nedense en çok bu iddia dile getirilmektedir. Bunun yanlış olduğunu ispat edecek birçok örnek var ama sadece bir tanesi bile bu iddiayı çürütmeye yeter sanırım. 1991 yılında, o Esat’ın kahramanca savaştığı ve direndiğini söylediğiniz ABD ve onun müttefiki olan Batılı ülkeler Irak’a saldırırken buna en büyük desteği veren ve barış gücüne birlik gönderen bölge ülkelerinden biri hangisidir diye soracak olursanız elbette ki Suriye ve onun Baas/Esat yönetimidir. Eeeeee? Bu nasıl emperyalizmle savaş?!....
    Sanırım Esat taraftarı gibi davranan insanlarımıza, bu yaptıklarının pek te doğru argümanlara dayanmadığına dair biraz da olsa bilgi verebildim. Şimdi Esat gitsin, ne olursa olsun, Esat halkına zulüm eden bir şeytandır vb. konuşan, yani bizim başbakanımız ve hükümetin ağzıyla konuşan papağanlara……
     Bir defa, kim ne derse desin, Suriye hem Ortadoğu, hem de Türkiye için stratejik açıdan çok önemli bir bölgedir. Bunun içindir ki petrolü olmayan, doğru dürüst sanayi ve ekonomisi olmayan ve buna bağlı olarak ta güçlü bir ordusu olmayan Suriye, Arap-İsrail çatışmaları boyunca kilit ve öncü bir rol oynayabilmiştir. Suriye bunu bu zayıflıklarının yanında çok etnikli, çok dinli ve çok mezhepli hassas yapısına rağmen yapabilmiştir. Bir defa Suriye Arap yarımadasının Akdeniz’e açılan kapısıdır. Lübnan gibi çok daha karmaşık bir ülkede ve Filistin’de etkinlik kurabilmektedir. Mısır’ın İsrail ile anlaşmasından sonra İsrail’in etrafında, ona sınırı olan kalmış en güçlü Arap devletidir. Suriye’deki etnik grupların tamamına yakını komşusu bulunduğu diğer devletlerde de yaşamaktadır. Tüm bunları göz önüne alınca Suriye’nin istikrarı ve bütünlüğünün bozulması, komşularını da etkileme ve bölgenin büyük bir bölümünü karıştırma potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla Suriye’de çıkacak/çıkan her türlü iç karışıklık Türkiye için zararlıdır. Kabul etmek gerekir ki tüm kötülüklerine rağmen bu güne kadar bu ülkede istikrarı, Baas rejiminden başka hiçbir yönetim sağlayamamıştır. Hafız Esat’tan önce Suriye; sabah erken kalkanın darbe yaparak iktidara geldiği bir devlet görünümünde olmuştur. Sürekli darbeler ve iç karışıklıklar arasında yönetimi bir dönem Kürt kökenli kişiler bile (nüfusları çok az olmasına rağmen) ele geçirmiştir. Ama 1970’ten beri Müslüman Kardeşler ’in 1980’deki direnişinden başka bir iç kargaşa yaşanmamıştır. Esat bu şekilde iç savaşla iktidardan giderse belki ülke bölünecek ve bu durum bize de yansıyacaktır. Onun için Türkiye bu ülkede olan ve bundan sonra olabilecek her türlü karışıklıkta zarar görecektir.
     Bizim Suriye olaylarına bu kadar müdahil olmamızın başka tehlikeli sonuçları da olabilir. Hükümetimiz tüm Ortadoğu’da olduğu gibi Suriye’de de sanki siyasi olarak Müslüman Kardeşler ve Nüsra gibi şeriatçı örgütlerin ve her milletten Sünni inancında olan insanların hamisiymiş gibi bir görüntü vermektedir. Benim anladığım kadarıyla medeniyetler çatışması gibi kitaplarla ilerideki mücadelelerin altyapısını hazırlamaya çalışan ABD ve onun işbirlikçileri olan Avrupalı ülkeler, enerji kaynaklarını ellerinde bulunduran bir İslam dünyasını kendilerine tehdit olarak görmekte ve bu dünyayı en az iki parçaya bölmek istemektedir. Bu ‘’Şii Hilali’’ kavramına bir bakın. Şii Hilalini; Şiiliğin patronluğu iddiasındaki İran değil ABD ve AB’nin yaptığı müdahaleler ortaya çıkarmaktadır. Bunun için Ortadoğu’da devletler mezhep temelinde bölünmeye çalışılmakta, İslam dünyası, Şii ve Sünni olarak ikiye ayrılırken Sünni İslam da Şii nüfus kullanılarak birbirinden ayrı iki parçaya ayrılmaya çalışılmaktadır. Bizim hükümetimizin söylemleri ve davranışları da maalesef buna hizmet ediyor görünmektedir. Bu bölünmenin bizim içyapımızda da bir bölünme ve huzursuzluğu tetiklemesi muhtemeldir. Türkiye’de; Antakya, Adana ve Mersin illerinde önemli oranda Nusayri kökenli vatandaşlarımız yaşamaktadır. Bunlar, benim gözlemlediğim kadarıyla hükümetimizin politikaları karşısında gücenmiş ve durumdan rahatsızlık duymaktadırlar. Ülkemizde bazı provokatörler de bu durumdan faydalanarak, Esat’ın Nusayri kökenini dile getirerek, Arap Alevisi yanlış adlandırmasını da kullanarak ülkemizde Alevi kökenli vatandaşlarımızı kışkırtma ve bölücü düşünceler yayma faaliyetlerine başlamışlardır. Buna çanak tutan ana amil ise hükümetin yanlış politikalarıdır.
     Bu gün Suriye’deki çatışmaların hiç kimsenin görmediği, görse de dile getirmediği başka tehlikeleri de ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazılarından burada bahsetmeyi faydalı buluyorum.
     Yaz tatili için Ege Bölgesi’ne gittim. Gördüğüm manzara ilginçti. Önceki yıllarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinden gelen mevsimlik tarım işçileri bu yıl gelmemişti. Onların yerine Suriye’den Türkiye’ye kaçmış olan Kürt işçiler kaçak olarak çalışıyordu. Sanırım bunlar daha ucuza çalıştığından dayı başı tabir edilen ve bu işçileri getiren kişiler yerli işçi getirmemişti. Dünyanın hiçbir yerinde sığınmacılar başıboş bırakılmaz. Belli kamplarda toplanır. Bu hem o insanların güvenliği hem de ülkenin güvenliği ve vatandaşlarının çıkarları için gereklidir. Bu insanlar haksız bir şekilde bizim insanlarımızın işlerini ellerinden almakta, haksız kazanç elde eden simsarlar tarafından kendileri de sömürülmektedir. Bunların herhangi bir kaydı kuyudatı da olmadığından işeyebilecekleri her türlü bireysel suç ve suç örgütleri tarafından kullanılmalarının takip ve cezalandırılması imkânsızdır. Türkiye Suriye’nin sorunlarını kendi topraklarına taşımaktadır.
     Türkiye Suriye iç savaşına müdahale ederek Ortadoğu’daki konumunu ve saygınlığını her geçen gün daha da yitirmektedir. Kendisini bağlamakta ve kamplaşmanın taraflarından biri haline gelmektedir. Bu da bölgesel güç iddiasında bulunan bir devlet için uygun değildir.
    Diğer bir konu Kürtlerin durumudur. Ben, bizdeki bazı kişilerin iddia ettiği gibi Suriye’deki Kürtlerin Irak’ta olduğu gibi bir federal bölge oluşturabileceklerine inanmıyorum. Çünkü bu ülkede yaşayan Kürtlerin de Türkmenler gibi yoğunluk oluşturabilecek şekilde bir yerleşimleri yoktur. Doğuda Kamışlı’dan batıda Yayladağı/Antakya’nın hemen karşısında bulunan Kurt Dağları’ndaki köylere kadar yayılmış durumdadırlar. Bunların birbirleriyle her bölgede doğrudan temasları yoktur. Aralarında tamamı Arap olan yerleşim yerleri vardır. Bunların doğu bölgesinde olanların direkt temas kurabilecekleri tek hemcinsleri Irak ve Türkiye’deki yerleşim yerlerinde bulunan Kürt kökenli insanlardır. Dolayısıyla Suriye’nin parçalanması durumunda bu sefer çok daha kanlı etnik çatışmaların olması muhtemeldir. Bu durum Türkiye’yi başta yeni göç dalgaları olmak üzere büyük sıkıntılara sokabilir.
     Türkiye muhaliflerin tamamını beraber hareket etmeye ikna edecek güce ve yetkinliğe sahip değildir. Mesela PYD (Kürtler) Esat ile beraber hareket etmektedirler. Nusra ile PYD güçleri yerleşim yerlerinin hâkimiyeti için savaşmaktadır. Nusra ile ÖSO’nun da aralarında çatışmaya başladığı haberleri gelmektedir. Bu durum iç çatışmayı zaman olarak uzatmaktadır. Bu aynı zamanda eğer olur da Esat devrilirse iç savaşın bitmeyeceği, bu sefer de gruplar ve etnik unsurlar arasında yeni bir iç savaşın çıkacağı ve çatışmaların yıllarca sürecek şekilde uzayabileceği endişesi uyandırmaktadır.
     Türkiye hükümeti Suriye ile ilgili öngörülerinde yanılmıştır. Acele ve yanlış birçok adım atmıştır. Bu sorunun kısa sürede biteceğini, Kaddafi gibi Esat’ın da ne kadar direnirse dirensin kısa süre içinde kaybedeceğini sanmıştır. Sayın dışişleri bakanımız bakan olduğunda tarihimizde Atatürk’ten sonra ilk defa Türkiye’yi merkeze koyan ve bu merkezden bakarak stratejiler geliştiren, komşularla sıfır sorun gibi ilginç ve heyecan verisi söylemleri olan bir devlet adamı ortaya çıktı diye düşünmüştüm. Ayrıca akademide dersimize girmiş olduğundan tanıdığım, bu konularda kitaplar yazan bir hoca olması da beni umutlandırmıştı. Ancak atasözümüzde olduğu gibi; ‘’Hocanın dediğini yap yaptığını yapma.’’ durumu çıktı ortaya. Komşularımızla sorunlarımız sıfırlandı çünkü ilişkimiz kalmadı. Suriye’ye müdahil olurken; İran, Rusya ve Çin faktörü göz önüne alınmadan, Avrupa’nın ve ABD’nin kısa sürede bu işe müdahil olacağını hayal ederek atılan adımlar Suriye çıkmazını bizim çıkmazımız haline getirdi. Rusya’nın, Akdeniz’de gemilerini barındırdığı tek üssü (Tarstu limanında) kendisine kullandıran Esat’ı, bu imkânı garanti edecek bir yeni yönetim ortaya çıkmadan ortada bırakmayacağını, İran’ın Ortadoğu’da mezhepsel olarak ta kendine yakın bulduğu tek müttefikini her ne pahasına olursa olsun iktidarda tutmak için destekleteceği iyi hesap edilmedi.Bu işe bu kadar müdahil olmasak ve taraflar arasında arabuluculuk yapsak, Esat’ı demokratikleşme yönünde adımlar atmaya zorlasak ve demokrasiye çatışmasız ve ılımlı bir geçiş yapmalarına yardımcı olsak daha iyi olmaz mıydı?
     Peki, bundan sonra ne olacak? Ben Suriye’nin geleceğini hiç iyi görmüyorum. Suriye kesinlikle bölünecektir. Tek bilemediğim, kaça ve nasıl bölüneceğidir. Ayrı devletler mi olacak, federasyon mu olacak onu zaman gösterecektir. Bu kadar aralarına kan giren, mezhepsel olarak ta artık birbirlerine çok soğuk bakan insanlar nasıl bir arada yaşayacak? Suriye tek devlet olarak kalsa bile Fransızların yapmaya çalıştığı gibi ancak bölgelere ayrılıp federal bir yapı da oluşturabilir.
       Ancak benim en korktuğum ihtimal çoğunluğu (yaklaşık %70) oluşturan Sünni Arapların her bölgenin kontrolünü ele geçirmeleri ve intikam peşine düşmeleridir. Bu durum büyük katliamlara sebep olabilir. İnsanlar 1980’lerde Hama ve civarındaki katliamların, 40 küsur senede işkencelerde ölenlerin, bu iç çatışmalarda ağır silahlar ve uçaklar desteğinde ölenlerin hesabını birilerinden sormaya kalkarlarsa bundan en büyük sıkıntıyı yine Türkiye çekecektir. Hem kendi vatandaşlarımızın bir kesiminin hassasiyetleri hem de yeni ama bu sefer diğer kesimlerden insanların göç dalgasının yükü sebebiyle.

   Saygılarımla.